1. HABERLER

  2. İSLAM DÜŞÜNCESİ

  3. Musa Carullah Bigiyef’in sünnet konusundaki görüşleri
Musa Carullah Bigiyef’in sünnet konusundaki görüşleri

Musa Carullah Bigiyef’in sünnet konusundaki görüşleri

Bigiyef, mahiyeti, muhtevası, hak ve sorumlulukları ile birlikte peygamberlik makamının ümmete miras kaldığı, nübüvvetin fonksiyonlarının ümmetin şahs-ı manevisi ile devam ettiğini ileri sürmektedir.

30 Nisan 2021 Cuma 02:13A+A-

Mustafa Akman / Haksöz Dergisi Sayı: 177 - Aralık 2005

Bu yazıda Musa Carullah Bigiyef'in [1875-1949] Sünnete dair düşüncelerini özetleyerek vermeye çalışacağız. Bunu yaparken düşüncelerini mümkün mertebe, kendi dilinden orijinal ifadeleriyle sunmaya gayret göstereceğiz. Parantez içindeki harfler kaynakçadaki kitaba rakam ise sayfa numarasına işarettir.

Modern zamanlarda İslam dinini ifade etmek için, muhtelif yanlış isimlendirmeler söz konusu olmuştur. Bunlardan biri, vahyedilen kitaba ve o kitabın ismine izafetle kullanılan "Kur'an İslam'ı" tabiridir. Bu çeşit isimlendirmelere birtakım sosyo-kültürel sebepler neden olmuştur. Zira yaklaşık iki asır önce Hint alt kıtasında sonra da Mısır'da seslendirilen "Kur'an İslam'ı" tabiri veya kendilerine el-Kur'aniyyun [Ehl-i Kur'an] diyen grup durup dururken ortaya çıkmamıştır. Bunlar Kur'an'ı, rehber bir kitap olmaktan çok her türlü bilgi ve eylem konusunda ayetleri arasında her şeyi hazır halde bulabilecekleri bir kitap olarak görürler. Böyle bir anlayış, tarih boyunca, insanları Kur'an'da olmayan şeyleri Kur'an'a yüklemeye sevk etmiştir. Bilim ve tekniğin son gelişmeleri, demokrasi, cumhuriyet, laiklik gibi çağdaş kuram ve kavramları Kur'an'dan ispatlamak, bu düşüncenin karakteristik özelliğidir. Kendilerine belirtilen adı veren bu kimseler pek çok konuda farklı görüşlere sahip olsalar da ilk defa Kur'an'la yetinmek ve sünnetin hiçbir şekilde dinde hüccet olmadığı fikrini seslendirmeye başlamışlardır. Netice itibariyle bu ve buna benzer sebeplerle Kur'an İslam'ı doğru ve ilmî bir tabir değildir. Zaten elimizdeki kitap da işte bu düşünceye karşı (ifrat-tefrit döngüsünde) bir reddiye olarak yazılmıştır. (A/I-V [M.G.])

Aklî delillere karşılık naklî delillerin delil olma değerinin düşürülmesi, kelamî bir fırkaya mensup her kelamcıyı yahut fıkhî bir mezhebe bağlı her fakihi basit bir sebepten dolayı naklî delili reddetmeye götürürken, bunların muhaliflerini de gerekli gördükleri basit bir sebeple naklî bir delil vazetmeye sevk etmiştir. İşte bu durum; sahih hadis ve sünnetleri reddederek, kendilerine Ehl-i Kur'an adını veren, sünnet ve hadisin İslam şeriatında hükümlerin ispatı için en aslî bir delil olduğunu kabul etmeyen bir fırkanın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Oysa Peygamberin sünnetlerini inkâr eden kimse asla Ehl-i Kur'an adını alamaz. (A/3, 7)

Esasen, insanları, gerekli gördükleri basit sebeplerle naklî bir delil vazetmeye ve dolayısıyla hadis uydurmaya en çok sevk eden amil, her türlü davranışı dinîleştirmeyi gaye edinen aşırı nassçı anlayıştır. Bunlara göre din ve dinî nasslar hayatın en ince teferruatını kuşatmıştır. Bundan dolayı da hakkında nass olmayan konularda hadis uydurma ihtiyacı doğmuştur. Belirtilen aşırılığa karşı bu kez Ehl-i Kur'an adıyla yeni aşırılıklar sergilemek de aynı ölçekte yanlış olmuştur. Ancak bu aşırılıklara karşı dururken bu defa başka bir açıdan hataya düşmemek gerektiği de açıktır.

Bigiyef'e göre; İslam Peygamberi'nin kendi risaletini gerek kendi ümmetine, gerekse bütün insanlığa tebliğ etmek için, nebevî fiil ve davranışları, söz ve ifadeleri, başkalarının davranışlarını bilerek ikrar ve onaylamaları, kabile ve krallıklara yazdığı mektupları ile ortaya koyduğu ve takip ettiği yol ve yönteme, hayat tarzına, sünnet denir. Diğer bir tanımla hem onun özel yaşantısında sergilediği hayat tarzına, hem insanlarla olan içtimaî münasebetlerinde takip ettiği yola, hem de zaruri ihtiyaçlarını temin etmede başvurduğu yönteme sünnet adı verilir. Şu halde Rasul-i Ekrem'in kendisine gelen vahyi ve risaleti tebliğ etmek amacıyla yaptığı veya yapmaya çalıştığı her şey sünnettir. (A/6)

Oysa müellif sünnetin kapsamına dair başka bir yerde şöyle bir çerçeve belirlemektedir: Sünnet, Peygamber'in, Allah'ın dinini ümmetine tebliğ amacıyla sergilediği örnek hayat ve takip ettiği yol ve yöntemdir. Peygamber'in bazı uygulamaları dini tebliğ amacıyla değil, Arap örf ve adetleri gereğidir. İslam, genişliği gereği, her ümmeti kendi tabiatı ve âdeti üzerinde serbest bırakmıştır. Hiçbir ümmete başka bir ümmetin adetlerini dayatmamıştır. (A/29) Buna göre fiil, Hz Peygamber'in şahsına özgü bir davranış olursa yahut Arap kavmine ait, kendi çağına özgü bir örf ve adet olursa o takdirde, söz konusu fiil, bütün ümmeti bağlayan bir kanun olamaz. Bazı ravilere gizli kalsa da, sünnetin bu iki yönü arasındaki fark oldukça açıktır. Ancak insanların çoğunluğunun vakıf olamadığı hususlar da olmuştur. (A/114)

Din ve imanın bütün temel esasları, dinin farz olarak değerlendirdiği kural ve kaidelerin tamamı önce sünnet ile belirlenmiş, daha sonra Kur'an ayetleri bunları te'yid ve tespit etmek üzere nazil olmuştur. Mesela; (a) Namaz, namazın bütün rükünleri, şartları ve vakitleri önce sünnetle açıklanmış, daha sonra bunlar Kur'an ayetleriyle te'yid edilmiştir. (b) Abdest, namazın en önemli şartı olduğu halde, Kur'an'daki abdest ayeti ancak hicretin altıncı senesinde nazil olmuştur. Oysa ayet gelmeden yıllar önce, abdestin namazın şartı olduğu zaten sünnetle belirlenmiştir. Hem Peygamber'in hem de ashabının tek vakit namazı abdestsiz kılmadığı bilinen bir gerçektir. Öyleyse abdestin farziyeti önce sünnetle olmuştur. (A/8)

Kuşkusuz -Bigiyef'in iddiasının aksine- temel kaynak Kur'an'dır (Bkz.: 2/143-150, 5/42-49, 6/56-57, 38/86). Bundandır ki Peygamber (a)'in, yapmış olduğu açıklamaların sonuna Kur'an'dan ayetler eklediği ya da herhangi bir açıklaması vesilesiyle Kur'an'a atıf yapmış olduğu görülmektedir. Bunlar, Rasulullah (s)'ın Kur'an'ı tefsiri (bkz.: 2/187, 6/82) sadedinde söylenmiş açıklamalar durumundaydı. Öte yandan hulefa ve sahabenin bir durumla karşılaştıklarında önce Allah'ın Kitabı'na başvurduklarını da biliyoruz.

İnsanların sorumluluğu gibi Rasul (a)'ün de vahyi uyarılar karşısında sorumlulukları vardır (7/6). Rabbinden indirilene uyması istenmiş; Allah (c)'ın indirdikleriyle hükmetmesi emredilmiştir (2/213, 5/45-50, 6/106, 33/1-2). Bu bağlamda Kur'an Rasulullah'a itaati şart koşmuş ve beyanı ona havale etmiştir (16/44, 64). Beyanla görevli Rasul (s) de, müellifin belirttiği münferit hususlardaki gibi nadiren ilgili hükmün inmesinden önce veya ekseriyetle sonrasında nazil olan ahkâmı Allah (c)'ın rızası doğrultusunda açıklayıp uygulamıştır. Ancak her durumda inanç ve amelin mihveri Kur'an olmuştur.

Mubîn, müfesser ve mufassal olan Kur'an ilke, sünnet ise onun sahih davranış modelidir. Nitekim onun ahlakının Kur'an (33/21) olduğu malumdur. Keza onun, yanlışa düşmeyelim diye bize Kur'an'ı tavsiye ettiğini de biliyoruz.

Rasulullah (s)'ın kendi döneminde İslam toplumunu bireysel ve toplumsal olmak üzere hayatın çeşitli alanlarında yönlendirip yönetmede Kur'an başta olmak üzere, esas aldığı ilke ve prensipler bütününün oluşturduğu bir zihniyet/ dünya görüşü olarak sünnet elbette göz ardı edilemez. Kaynak değeri büyüktür. Ancak bu, hiçbir şekilde Kur'an'ı önceleyeceği anlamına gelmez. Aksine sünnet, kaynak değerini Kur'an'dan almaktadır. Zira ameli vasatı ilk vahiy nesli olan sünnetin değeri, Rasulullah (s)'ın Kur'an'ın ilahî denetim altında oluşmuş davranış modellerinden meydana gelmesinden kaynaklanmaktadır. Sünnet, Peygamberimizin risalet misyonunun (Kur'an'ın) eyleme dökülmüş boyutunu temsil etmektedir.

Esasen Kur'an'ın beyanlarıyla Rasulullah (s)'ın örnek tanıklıkları arasında ayırım yapmak doğru değildir, çünkü ikisi de ilahi denetime tabidir. Onun üzerinde istisnasız tüm risalet hayatı boyunca ilahî ahkâmın denetim ve hâkimiyeti vardı. Allah (c)'ın elçisine itaat ederek tabi olmak mecburiyetinde oluşumuz, hem onun risaletin ilk davetçisi olmasından; hem tebyin, teşhid ve tezkiye ile görevlendirilmesinden; hem de ümmete onu takip sorumluluğunun Rabbimiz tarafından yüklenmiş olmasındandır. Ve zaten sünnetin meşruiyet dayanakları da burada durmaktadır. Yoksa sünnetin nüzul ortamında yaşanan namaz gibi örfler karşısındaki tutumu ile abdestin Medine'de farz kılınması gibi münferid enstrümanlar, bütün ahkâmın ilkin sünnetle teşri edildiğini ve Kur'an'ın bilahare bunu takip ettiğini işaret etmemektedir.

Peygamber'in fiil ve davranışları, şayet Kur'an'ın herhangi bir hükmünü açıklayan yahut bütün ümmetin uyması gereken bir öğreti ihtiva ediyorsa, o fiil ve davranış, hem şerî kanunlar arasında, hem de İslam'ın dört aslı içinde birinci sırada yer alır. (A/114)

Bütün bu açıklamalar ilim ehlini, İslam'ın temel esaslarının sünnetle sabit olduğunu ve bunların asıl kaynağının sünnet, yani Peygamber'in pratik uygulamaları olduğunu söylemeye sevk etmiştir. İslam ümmeti de, beyan olması bakımından sünnetin birinci asıl olduğunda ittifak etmiştir. Nitekim Kur'an Nisa Suresi 65. ayetiyle, Peygamber'in Sünneti'nin, edille-i erbaa arasında, en kuvvetli delil olduğuna hükmetmiştir. Keza Al-i İmran 31. ayeti Peygamberin bütün sünnetlerinin söz, fiil, takrir ve içtihatlarının son derece katî birer hüccet oldukları konusunda apaçık bir delildir. Zira sünnet anlaşılması ve uygulanması kolay olan birinci asıldır; akaid ve ahkâmın ispatında başvurulan delillerin en yücesi ve en güçlüsüdür. (A/7, 9-10, 12, 28, 31, 113)

Carullah, sünnetin birinci asıl olduğunda 'ittifak' edildiği iddiasında bulunmaktadır. Ancak A. Zeydan, Kur'an'ın birinci kaynak oluşunda ihtilaf yoktur, (İslâm Hukukuna Giriş, Trc.: Ali Şafak, İst. 1985, s. 277) demektedir.

Bu anlattıklarımız sünnetin, hükümlerin ispatında katî bir delil olduğu konusunda yeterli olsa da, hem usul-i fıkıh yazarı olan ehl-i ilmin yolundan gitmek, hem de rağbet ehli kıymetli talebelere faydalı olmak ümidiyle bu konudaki birtakım delilleri daha burada sıralamak istiyorum: Haşr Suresi 7. ayetinde "size ne yasakladıysa" ifadesinden, haramlık bildiren bir nehiy anlaşıldığına göre, "size ne verdiyse" ifadesinden de emirleri anlaşılmalıdır. Nasıl ki, nehiyleri, haramlık bildirirse, emirleri de vücup ifade eder. Bu ayet-i kerime ile âlim olan Allah, masum ve kerim Peygamberine mutlak teşrî yetkisini bahşetmiştir. (A/11)

Bu iddiaya karşılık -mütercimin de ifade ettiği gibi (A/11)- belirtilen ayetin hangi bağlamda söylendiği esas alındığında, bu şekilde genel bir hükme mesned alınamayacağı ve ayrıca her emrin vücup, her nehyin de hürmet ifade etmediği açıktır. Bu bakış açısının kendisi birtakım yanlış genellemeleri bünyesinde barındırmaktadır. Nitekim yazarın kendisi, Kur'an'da insanın hayatta muhtaç olduğu her ilke, âlimin, meselelerin çözümünde gerek duyduğu her prensip vardır. Peygamber de bütün sünnetlerini Kur'an'dan çıkarmıştır (A/110-111; ayrıca bkz.: B/85; D/89), derken yaptığı genellemenin yanlışlığını ortaya koymuştur.

Yine o şöyle diyor: Biz de samimiyetle inanarak diyoruz ki; bize Allah'ın Kitab'ı yeter ve Kur'an bütün ümmet için yeterlidir. Biz ne Kur'an'ı herhangi bir şeyle değiştirmek ne de onun yerine bir şey koymak isteriz. Ancak sünneti kabul etmekle bütün isteğimiz Kur'an'ı bizden daha iyi bilene tabi olmaktır. Kur'an'ı en iyi bilenlerin başında da Rasul-i Kerim gelmektedir. (A/17)

Şeriatın iki büyük kaynağı vardır. Kur'an ve Nebevî sünnet. Kur'an'ın beyanına göre Kur'an ile sünnetin kaynağı aynıdır. (D/81) Nebevî sünnet, Şar-i Hakim'in sözleri, işleri, onayları, takrirleridir. Nebevî sünnet, genellikle Kur'an'ın açıklayıcısı olur. Mücmellerini tafsil eder; eğer varsa müşküllerini açıklar ve tefsir eder; öz ve veciz olan ifadelerini de beyan eder. Nebevî sünnet, sadece Kur'an'ın beyanı olmayıp aynı zamanda hükümler de vazedebilir. Sünnetin bu kısmı Kur'an'ı açıklayan bölüme kıyasla az ise de, kendi başına ele aldığımızda çoktur. (D/24)

Allah Teala Maide Suresi 104. ayette insanları, indirdiği kitaba davet ettiği gibi, Peygamber'e, onun rehberliğine, örnek hayatına ve sünnetine de davet etmiştir. Kur'an, Peygamber'in rehberliğini kitabın rehberliği gibi ilahî bir delil olarak kabul etmiştir. (A/24) Bu nedenle Kur'an'ı bize tebliğ eden Peygamber'in söz ve fiillerinden başka hiç kimsenin sözleri ve fiilleri delil olamaz. (A/32)

Sünnet, geneli itibariyle Kur'an gibi kesindir. Usul-i fıkıh ve kelam kitaplarında bu konuda yazılanlar şüphe yaratmaktan başka bir şeye yaramazlar. Bu yazılanlarla sünnetin kesinlik ifade etmesine bir halel gelmez. (A/92)

Sahabenin sünnetleri, her konuda Peygambere tabi olup onu rehber edindikleri için, merfu, sahih ve sabit sünnetlerdir. Bu sünnetler sahabe ve tabiunun pratikleriyle bize nakledilmiştir. Bunlarda uydurma bir şeyin olması mümkün değildir. (A/111)

Kur'an'ın ayetleri ile Şari-i Hakimin nebevî sünneti arasındaki fark sadece senet ve rivayet yönündendi. Ümmetin en ileri gelenleri gayet büyük bir maharetle sünnetin senetlerini tespit ettiler. Hadis imamlarının büyük gayretleriyle şeriatın hükümlerine ve mezheplerin her birine esas kabul edilebilecek hadisler, mevzu hadislerden tamamen arındırıldı. Bir mezhebe göre şerî ve toplumsal meselelerin biri zayıf ve mevzu hadislere dayandırılırsa, diğer mezhepler ve müçtehitler bunu tespit ederdi. Böylece, şeriata dayanan sabit hüküm ispat edilir, mevzu veya zayıf hadisin ifadesi ise reddedilirdi. Roma kanunlarının, Tevrat, Talmud öğretilerinin etkilerinden tamamen uzak kalıp mevzu ve zayıf rivayetler ve hadislerden de arındırılmış bir şekilde iki asırda İslam şeriatı tedvin edildi. (D/88)

Ne Peygamber'in rehberlik ettiği asıl konularda, ne onun sahih olduğu tespit edilen sünnetleri arasında, ne de onun hayatını anlatan siretinde uydurma bir tek hadis mevcut değildir. Bütün bunlar her türlü şaibeden arınmış ve tertemiz olarak bize ulaşmışlardır. Uydurma hadislerin çoğunluğu haber ve kıssalar hakkındadır. (A/113)

Seleften bazılarının bazı konularda Yahudi ve Hıristiyanlara birtakım sorular yönelttiği ve bu sebeple bazı haber ve kıssaların birbirine karıştığı doğrudur. Ancak şeriata taalluk eden hususlarda aynı karışıklığın meydana geldiği söylenemez. Bazı haber ve kıssaların uydurma olduğunun tespit edilmesi, bu tür haberler içinde uydurma olanlarının çokluğu, sahih sünnetin kesin bir delil olduğuna zarar veremez. Zira sünnet, hem dinin hem de hukuk ve toplumsal hayat ile ilgili hükümlerin temel dayanağıdır. Ahkâmın birinci aslıdır. Allah'a hamd olsun elimizde uydurma haberleri eleyecek ölçüler mevcuttur. (A/113)

Şayet sünneti inkâr edenler buna, uydurma hadislerin yaygın oluşunu gerekçe olarak gösteriyorlarsa, şunu bilsinler ki, böyle bir gerekçe sünnet inkârcılarını asla mazur kılmaz. Zira hadis imamları ve İslam fakihleri sayesinde hadislerin sahihi sakiminden ayrılmıştır. Hak dinin korunmuşluğu gereği mevzu hadisler, dinden olmayan bir şeyi dinin esas prensipleri arasına katma imkânı bulamamıştır. Bugün mevzu hadislerin hangi hadisler olduğunu biliyoruz. Kim bize herhangi bir İslam mezhebinin üzerine bina edildiği mevzu tek bir hadis gösterebilir? Yahut kim İslam ahlakına kaynaklık eden uydurma bir Peygamber uygulaması gösterebilir? Zahitlerin ve tasavvufçuların amellerin ecir ve faziletlerine dair hadis uydurdukları doğrudur. Mezhep propagandistlerinin birtakım kimselerin menkıbeleri ve hayat tarzları ile ilgili hadis uydurdukları da doğrudur. Ancak bütün bunların da dinden olmadığı bir gerçektir. (A/16-17)

Bugün Peygamber'in bütün sünnetleri, bütün sireti ve hayatı, rehber edindiği ilkeleri tedvin edilmiştir. İmamların tedvin ettiği her şey sabit olmuş sahih şeylerdir. Bunlar edille-i şeriyyenin birinci aslıdır. Nasıl ki, Kur'an, nazil olduğu gibi korunmuş ve muhafaza edilmişse, sünnet de, selef imamlarının içtihatlarıyla tedvin edilmiştir. Hadis imamları isnat araştırmaları hakkında yapılması gereken her şeyi yapmışlar, sahih olan sünnetler sahih olmayanlarından ayrılmıştır. Her hadis imamının, hadiste otorite sahibi olan her hafızın bütün bilgileri bize miras olarak intikal etmiştir. Zaten kaleme aldığımız bu kitabın bütün iddiası da şariin bütün nassları, Peygamber'in sahih, ahad sünnetleri, meşhur ve mütevatir hadislerin tamamının şer'i, kesin delil olduklarını ortaya koymaktır. (A/117, 123)

Mütercimin de dipnotta işaret ettiği gibi sahabe'nin Peygamber (s)'in fiillerini yansıtan davranışları elbette merfu sünnet hükmündedir. Ancak her sahabenin yaptığını merfu sünnet olarak görmek imkânsızdır. Kasten Peygambere herhangi bir sünnet isnat etmemiş olabilirler. Ancak gerek yanlış ve eksik anlamaktan, gerekse başka sebeplerden yukarıdaki ifadeyi kullanmak yanlış bir genelleme olur. Ayrıca mezheplerin hadise yönelik tutumlarının, onun belirttiği gibi olmadığı da malumdur. Öte yandan mevzu hadislerin dinden olmayan bir şeyi dinin temel bir prensibi haline getirecek kadar etkili olmadığı açıktır. Ancak bu, gerek bu temel prensiplere yönelik, gerek Peygamber (s)'in rehberlik ettiği birtakım meselelerde ve gerekse onun hayatı konusunda hiç hadis uydurulmadığı ya da olmadığı anlamına gelmez. Aksine müellifin çalışmalarında atıf yaptığı veya değerlendirmede bulunduğu hadislerin (bkz.: A/18-19, 31, 36, 40, 69, 77, 124; B/20, 55, 96, 100; C/20, 23, 38; D/87-88) bile birçoğu ya zayıf ya da aslı tespit edilememiş durumda hadislerdir.

Carullah devamla diyor ki: Hadis İmamları isnat ile ilgili her türlü çalışmayı tamamlamışlardır. Haklı olarak bugün bize düşen, hadislerin metinleri üzerinde araştırmalar yapmaktır. Şayet ele aldığımız bir hadis metni akla zıt, nakle muhalif olursa, İslam'ın temel esasları ile de çelişirse biz kesin olarak o hadisin uydurma olduğuna hükmederiz. Haberlerin sahihini sakiminden, uydurmasını sahihinden ayırmak için en sıhhatli ölçü de bu olsa gerektir. Ancak Peygamber (s)'in insanlığa rehberlik ettiği konularda, sünnetlerinde, siretinde, Kur'an'ın beyanı niteliğindeki ifade ve yargılarında böyle bir ihtiyaç yoktur. Zira bu gibi hususlarda akıl ve nakille çelişen, İslam'ın esaslarına ters düşen bir şey olamaz.

Binaenaleyh fakih, Hz. Peygamber'in söz ve davranışlarını değerlendirirken basiret üzere olmak zorundadır. Zira raviler bazen herhangi bir sebeple rivayetleri birbirine karıştırmış olabilirler. Hz. Peygamber'e sonradan, geç bir dönemde gelip sahabe olduğu halde, en çok hadis rivayet etmekle bilinen Ebu Hureyre'nin bazı rivayetlerinde bu tür problemler mevcuttur. Mesela, Peygamber'in Ramazan ayında orucunu kasıtlı olarak bozan kimseye zıhar kefareti hükmettiği rivayet edilmiştir. Hadis sahihtir. Ancak ravi, olayın ayrıntısını bilmemektedir. Zira buradaki zıhar kefareti, oruç kasten bozulduğu için değil, orucu bozan kimse hanımına zıhar yaptığı için verilmiştir. Yani; Peygamber Seleme b. Sahr el-Beyazi'ye orucunu bozduğu için değil, zıhar yaptığı için kefaret ödemesini söylemiştir. Nitekim hadis kaynaklarımızda, zıhar yapmadığı halde orucunu bozan kimseye, böyle bir kefaret gerektiğini ifade eden bir hadis mevcut değildir. Aksine kaynaklarımız açıkça, Peygamber'in zıhar ile birlikte orucunu bozandan da kefareti kaldırdığını nakletmişlerdir. Hz. Seleme'ye altmış fakire tasaddukta bulunması gerektiğini söylemiş, fakat hanımına herhangi bir şey hükmetmemiştir. Seleme'den zıhar kefaretini kaldırmasının sebebi, hanımına zulüm ve haksızlık yapmak, çirkin ve yalan söz söylemek amacıyla değil de iyi bir niyetle zıhar yapmasındandır. Dört mezhep kasten orucunu bozan kimsenin kefaret ödemesi gerektiğinde ittifak etseler de tabiun büyüklerinden bir grup buna karşı çıkmıştı. Bana göre bu konu oldukça önemli bir konudur. Haftalarca beni meşgul etti ve gözüme uyku girmedi. Sonunda 1910 yılında bu konuda bir eser (Uzun Günlerde Oruç) kaleme aldım ve hala yazdıklarım konusunda kalbim mutmaindir. (A/114-115)

Carullah'a göre Peygamber, Kur'an'ın bütün ayetlerinde övülmüş ve büyük ahlak ile nitelendirilmiştir. Tevbe 43, Ali İmran 128 gibi ayetler Allah'tan peygamberine kınama ve azarlama (itab) olarak nazil olmuş ayetler değildir. Bilakis, onun ümmetine olan şefkat ve merhametini anlatmak için nazil olmuştur. (A/57) Ona göre Rasulullah (s), A. b. Übeyy'in cenaze namazı (A/39-41), Ümmi Mektum'un ısrarı (A/42) ve Bedir esirleri (A/43-48) gibi konularda asla itab edilmemiştir.

Ancak yazarın bu son bölümde delil olarak kullandığı ayetlerin bir kısmı, gerek dil gerekse Kur'an'da yer aldıkları bağlamda ele alındıklarında, yapılan çıkarımların oldukça uzak teviller olduğu görülecektir. Nitekim ilgili kaynaklarda itab olarak nitelenen daha fazla sayıda örnekler nakledilmiştir.

Peygamber'in bütün yetki ve sorumlulukları İslam ümmetine miras kalmıştır. Allah Teala yüce peygamberini kendi katından kemal sıfatlarıyla donatmış, her türlü fazlı ve keremini kendisine bahşetmiştir. Kendisi henüz hayatta iken ümmeti de aynı vasıflara sahip olmuş, aynı boya ile boyanmıştır. Buradaki boya, ani, hızlı değişim ve gelişimdir. (A/61-62)

İslam ümmeti her türlü kemal vasıf ve fazilet, bütün hak ve sorumluluklarda kendi Peygamberi ile müşterektir. Allah, peygamberine verdiği her türlü fazlı ve nimeti ümmetine de vermiş, Allah'ın arşından kerim Peygambere nazil olmuş her şey ümmetine de inmiştir. İslam ümmeti, Peygamber hayatta iken, sahip olduğu her kemal vasfa sahip olmuş, vefatından sonra da bunlar kendisine miras kalmıştır. Kur'an, Peygamber (s) için zikrettiği her nimet ve fazileti ümmeti için de zikretmiştir. (A/62)

Peygamber'e hayatta iken nazil olan her şey kıyamete kadar ümmetine de nazil olmaktadır. Cebrail ve meleklerin her yıl Kadir Gecesi'nde Allah'ın izniyle inmeleri sadece ümmet içindir. Kadir Suresi de İslam ümmetinin nübüvvetin en özel durumu konusunda bile Peygamber ile müşterek olduğunu, bu ümmetin risaletinin, tamamen Peygamber'in risaleti ile bağlantılı olduğunu açıkça ifade eden muhkem bir suredir. Risalet kesilmemiş ve ara verilmemiştir. Kur'an'daki surelerin tertibi konusunda dikkat çekici bir husus, Peygamber (s)'in risaletini bildiren sure (Alak) ile ümmetin risaletini vurgulayan surenin (Kadir) peş peşe gelmesidir. (A/70)

Carullah, "Surelerin Mushaf'taki tertibi, Allah'ın vahyi, Cebrail'in aracılığı ve Peygamberin emriyle olmuştur. Bu tertip konusunda sahabe arasında hiçbir ihtilaf yoktur." (A/108) diyor. Oysa elimizde değişik sahabelere nispet edilen çeşitli Mushaf tertipleri ve yığınla ihtilaf bilgisi mevcuttur.

İslam ümmeti tıpkı Peygamber gibi, İslam'ı almada, korumada ve tebliğde masumdur. Bugün ümmetin tamamının unuttuğu yahut gaflet gösterdiği dinin bir tek kuralı mevcut değildir. (A/80, 111) Risaleti tebliğ konusunda Peygamber'in halifesi, ümmetin kendisidir. (A/102)

Bakara 30, Sad 26 ayetlerine göre halifelik şerefi hem hükmetme vazifesini hem de hükmetme gücünü içermektedir. Buradaki hüküm; kaza, teşri ve ifta manalarına gelir. Hilafet niyabet demek olduğuna göre, halife aslın vekili olup aslın bütün vazifeleri ve bütün hukukları halifenin iktidarına elbette dâhildir. Bu ayetteki halifelik elbette yasama vazifelerindeki halifeliği de ifade eder. Sadece içtihat etme şerefi değil, belki her hususta teşri yetkisi de İslam ümmetinde elbette bakidir ve sonsuza kadar baki kalacaktır. (D/22)

Bu ifadeleriyle Bigiyef, mahiyeti, muhtevası, hak ve sorumlulukları ile birlikte peygamberlik makamının ümmete miras kaldığı, nübüvvetin fonksiyonlarının ümmetin şahs-ı manevisi ile devam ettiğini ileri sürmektedir. O, Peygamber (s)'in şahsına ve ümmetin tamamına hitap eden kırk küsur ayetle bu iddiasını temellendirmeye çalışmış ancak bunun nasıl ve ne şekilde gerçekleşeceğini müphem bırakmıştır.

Sünnet de iki çeşittir. Birincisi nebevî sünnettir. Bu sünnet Kur'an'ın delaleti ve Şari-i Hakîm'in söz ve ameliyle sabittir. İkincisi sünnet-i vaz'îyedir: İlim ehlinin bilgisi ve hayat tecrübesiyle vazedilmiştir. Bu sünnet evvelki sünnet gibi yüce şeriatın büyük bir rüknüdür. Şari-i Hakîm sünnet-i hasene vaz'etmeyi meşru kabul ederek o sünnetle amel edecek insanlara ecirler vaat etmiş; ilim ehlini, cemiyetin maslahatlarına hizmet edebilecek kanunları, nizamları vazetmek vazifelerine yönlendirmiştir. (D/20-21)

Eski ümmetlerin dinî literatürlerinde "baba" (7/28) kelimesi muallim ve peygamberler için kullanılmıştır. Bu sebeple "Allah da bize bunu emretti." demişlerdir. Kur'an batıl sünnetleri reddettiği için, "Allah kötülüğü emretmez." diyerek onların bu düşüncelerini reddetmiştir. Aynı ayette doğru (salih) sünnetleri kabul söz konusudur. İslam, toplumsal bir fesada ve batıl bir inanışa yol açmadıkça, her ümmeti kendi kadim örf ve adetleri ve millî sünnetleri [süneni'l-kavmiyye] üzerinde serbest bırakmıştır. (A/25)

Farklı yerlerin farklı maslahatları, farklı ümmetlerin farklı örf ve adetleri vardır. Örf ve adetlerin, yaşam tarzlarının farklı olması bir genişlik ve rahmettir. (A/32)

Sonra düşünen herkesin şu hususa dikkat etmesi gerekir; Allah Teala bu gibi ayetlerde eski kavimlerin kadim sünnetlerine uymayı tamamen reddetmiyor. Burada reddedilen, batıl sünnetlere boyun eğilmesidir. Zira deniyor ki, "Ataları bir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor olsalar da mı?" Demek ki, ataları ilim ve hidayet üzere olsalar Kur'an, onların "Babalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter." ifadelerine karşı çıkmayacaktır. Allah'ın "Babaları bir şey bilmiyor ve hidayet üzere değillerse de mi?" ifadesi salih olan her sünnetin doğru olduğuna dair açık bir delildir. (A/24)

Zuhruf 23-24. ayetlerine göre Kur'an bütün kavimleri kendi kadim sünnetlerine uyma ve onları rehber edinme konusunda serbest bırakmamış ve onları eski atalarının sünnetlerinden daha doğru olan Peygamberin sünnetlerine davet etmiştir. Ayrıca daha doğru sünnetler ortaya çıktıktan sonra hâlâ eski ataların sünnetlerine uymakta ısrar etmenin toplumsal bir dalalet olduğunu da açıklamıştır. Özetle Kur'an bütün insanları hidayete davet etmiş ancak doğru olan eski hidayetleri de reddetmemiştir. (A/24-25)

Bigiyef Evrensel Kurtuluş kitabında İbni Arabi'den mülhem cehennemin geçiciliği, azabın süreli oluşu gibi konulardaki düşünceleriyle ciddi tartışmalara yol açmıştır. Alıntılarda görüldüğü gibi sünnet konusundaki çelişkili görüşleriyle de aynı derecede tartışılmayı hak etmektedir.

 

Kaynakça

[A]       Kur'an-Sünnet İlişkisine Farklı Bir Yaklaşım- Kitabu's-Sünne, Çeviri: M. Görmez, Ankara Okulu Yay., Ankara 2000.

[B]       Kur'an-ı Kerim Ayet-i Kerimelerinin Nurları Huzurunda- Hatun, Yay. Haz.: M. Görmez, 3. baskı, Kitabiyat Yay., Ankara 2002.

[C]       Büyük Mevzularda Ufak Fikirler, Yay. Haz.: M. Bilgiz, Kitabiyat Yay., Ankara 2001.

[D]       İslam Şeriatının Esasları -Değişkenler ve Sabiteler-, Yay. Haz.: M. Görmez, Kitabiyat Yay., Ankara 2002.

[E]        Rahmet-i İlâhîye Bürhanları (İlâhî Adalet kitabının içinde), Sadeleştiren: Ö. H. Özalp, Pınar Yay., İstanbul 1996.

HABERE YORUM KAT

6 Yorum