1. HABERLER

  2. HABER

  3. KHK’lılar ve siyaset
KHK’lılar ve siyaset

KHK’lılar ve siyaset

Bahadır Kurbanoğlu, Perspektif için kaleme aldığı yazıda KHK'lıların yaşadıkları mağduriyetin toplumun ve siyasetin omuzlarına yüklediği sorumluluğu inceliyor.

24 Mayıs 2022 Salı 13:30A+A-

Bahadır Kurbanoğlu / Perspektif

KHK’lılar ve siyaset

Siyaset bahsini açmazdan evvel, konuya ilişkin bazı hatırlatmalarda bulunmakta fayda var.

KHK’lılar konusu, altında imzamız bulunan uluslararası hukuk metinlerinin, Anayasanın, meri hukukun çiğnenmesi bir yana, haklarında yapılan “Toplumsal Maliyet Araştırmaları”nın da gösterdiği üzere, ülke açısından ciddi ve katmerleşmiş bir sorunlar yumağını ortaya koymaktadır.

İntiharlar, çocuk intiharları ve psikolojik travmaları, boşanmalar, toplamda 142’yi bulan hak ihlalleri tespitleri, kısaca “sivil ve sosyal ölüm” olarak nitelenmeyi çok önceleri hak etmiş bir toplumsal ur haline gelmiştir.

15 Temmuz hain darbe girişiminin yarattığı iklimin toplumdaki algılara yaptığı etkiler ve siyasi aklın bu algıları körüklemesi, sapla samanı birlikte zikretmesiyle birlikte, hukuk ve hakikat karşısında en öksüz mağduriyetler zincirini de bu grup oluşturmuştur. Bırakın toplumu, kendi birinci ve ikinci derece akrabaları tarafından bile bir tecrit ve tahkirin hedefi olmuşlardır.

Siyasi aklın kimi zaman “at izi it izine karıştı” gibi itiraflarına rast gelmekle birlikte, o aklı kontrol altında tuttuğu izlenimi veren çevrelerin, “acırsak acınacak hale geliriz” gibi, hukuktan ziyade “hikmet-i devlet”e göndermelerde bulunan ve kamuoyu desteğini manipüle eden argümanlarıyla da muhatap olundu. Darbe ve darbecilik olgusu, bu olgunun çizgilerinin hukuk çerçevesinde doğru kriterlerle tanımlanmasından ziyade, KHK’lar ve ihraçlarla iç içe geçirilip toplumsal infialin önüne geçilmiş oldu. Sürecin tüm hukuksuzlukları, toplumun korkularıyla maskelendi.

“Her darbe döneminde ihraç edildiğini ama bir şekilde işine iade edildiğini” katıldığı bir programda paylaşan KHK Platformları kurucularından ilkokul öğretmeni Münir Korkmaz;12 Eylül’ün ardından bile dört yıl sonra ihracının sonlandığını ve işine iade edildiğini belirtirken, altı yıl sonra bugün hâlâ haklarına kavuşamayan insanların olmasını, bu dönemin koşullarının daha ağır işlemesine örnek olarak vermişti.

KHK’lılar yıllardır, “Kanaatle ihraç olanların, hukukla neden iade edilemediğini” haklı olarak sordular. 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu, idare mahkemeleri, Anayasa Mahkemesi (AYM), Danıştay olduğu halde, süreç yıllarca bütün bu kurumları bypass eder, yetkisiz kılar şekilde ilerledi. Her şey, OHAL Komisyonu denen, ağır aksak işleyen, “Komisyon kararları mahkeme kararlarının üstündedir” anlayışını merkeze alan bir akılla yönetildi.

9.130 kişilik ilk listenin yayınlandığı ve ihraç sebeplerini “okul, kurum” diye işaretleyen listelemelerden bu yana, insanlar hangi sebepten ötürü ihraç edildiklerini öğrenemediler. İçlerinde mahkemelik olanların dosyalarında, haklarındaki iddiaların kaynaklarıyla ilgili herhangi bir imza olmayan dosya oranı yüzde 90’ların üzerindeydi. “HTS kayıtları; Tespit ve Değerlendirme Tutanakları” gerekçe gösterilerek insanlar yargılandı. Bunların kimler tarafından hazırlandığı belli olmaksızın, yani karşılarında herhangi bir müddei bulunmaksızın insanlara mahkûmiyetler verildi. Takipsizlik-beraat alanlarsa görevlerine iade edilmedi, kaplumbağa hızıyla işleyen komisyon, bazı insanlara öldükten sonra “iade kararı” verebildi.

Bizzat Adalet Bakanı’nın ağzından (Abdülhamit Gül); “Herkes Türk yargısına güvensin” sözleri defalarca duyulurken, politik süreç, hukuksuzluğun katmerlendiği vasatı olabildiğince besledi. Devlet kurumlarından ihraçlarda 152 bin sayısına ulaşılırken, özel işletmeler, taşeron firmalar, kayyım belediyeleri, güvenlik soruşturmaları derken, ihraç edilenlerin toplam rakamı 500 binlerle ifade edilir oldu.

Tam anlamıyla, uluslararası hukukta Polonya, Ukrayna (Poliak/Ukrayna Kararı) tecrübelerinde görüldüğü üzere “temizlik” ya da “arınma” ifadeleriyle karşılanan bir süreç işledi. “Arınma” terimi, Venedik Komisyonu ilkeleri açısından da önemli bir hukuk terimidir. Kendisi de bir KHK’lı olan hukukçu Levent Mazılıgüney’in KararTV’de katıldığı programda altını çizdiği üzere; eğer bir ülke “Arınma”ya ihtiyaç duyuyorsa, bunun ilkelerinin neler olması gerektiği hem Komisyon’ca belirlenmiş, hem de AİHM tarafından kabul edilerek bunlara “Arınma İlkeleri” denmiştir. Her ikisi de Avrupa Konseyi’ne bağlı bu kurumların bu ortak kararı, 40’ın üzerindeki üye ülkenin ortak aklını da ortaya koymaktadır. Bunun Türkiye açısından önemi şuradadır:

Mesela Poliak/Ukrayna örneğinde, 2014 sürecindeki olağanüstü şartlar esnasında kamu çalışanları 10 yıllığına görevlerinden ihraç edilmişlerdi ama bu kurumlar ve mahkeme bunun en fazla beş yıl olabileceğini karara bağlamıştı. Üstelik “arınma” ancak, kamu gücünü kullanarak, insan haklarını ihlal ettiği tespit edilen kamu görevlileri için kullanılabilirdi ve onların hangi hakları ihlal ettikleri de delilleriyle ortaya konmalıydı. Venedik Komisyonu ve AİHM, özet olarak muhatap devletlere şunu söylüyordu: Süreci bir intikam aracı olarak kullanamazsınız. Tarafsızlıkları hakkında haklarında şüphe olmayan üyelerden oluşan bir komisyon kurup, komisyonu da parlamentonun ve yargının denetimi altına sokup süreci en doğru şekilde işletmekle yükümlüsünüz!

Peki bizdeki süreç, bu uyarı ve tavsiyelere uygun işletildi mi? Külliyen hayır! Anayasanın 38/4 maddesi gereğince; “Suçluluğu hükmen (kesin bir yargı kararı ile) sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz.” dendiği halde, OHAL KHK’larıyla kamu görevinden çıkarılanlarla ilgili KHK’larda sadece şu gerekçeye yer verildi:

Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olan (eklerde yer alan listelerde ismi geçen kamu görevlileri) başka hiçbir işleme gerek kalmaksızın çıkarılmıştır.” 

Yani KHK’ların eklerindeki listelerde isimlerine yer verilen kişiler, haklarında kesinleşmiş bir mahkeme kararı olmadan bir terör örgütüne üye olmakla suçlandı ve bu suretle masumiyet karineleri de açıkça ihlal edildi. İnsanlar davaları “şahsileştirilmeden”, öznel durumları göz önüne alınmadan o bir paragraflık hukuksuzluğun kurbanları konumuna getirildiler. Yargıçlar, o bir paragrafın ardına sığınarak, farklı davalarda aynı hükmü vermekte beis görmediler.

İşte burada devreye giren siyasi aklın sorumluluklarına, ortaya koyduğu siyasi kriterlere, bu kriterlerin hukuk bir yana, sosyolojik ve politik gerçekliğimiz açısından nasıl değerlendirilmesi gerektiğine değinmek gerekmekte. Bu irdelemelerin ardından da çözüme mebni bazı mülahazaları ortaya koymakta fayda var. 

Siyasi akıl(lar)ın önce tecrübesizlikleri, sonra ajandaları, niyetleri, hedefleri belirleyici oldu

En başta şunu ifade etmek gerekir ki, hain darbe denemesinin toplumda da devlette de yarattığı travmanın etkisi görmezden gelinemez. Mücadele edilen yapının karmaşıklığı, istihbari, askeri ve sosyo-politik tecrübeleri göz önüne alındığında, buna verilen ilk reflekslerde hatalar yapılması normaldi. Hataların olmasına zaten ilk günlerde hiç kimse herhangi bir itirazda bulunmamıştı. Hatta o ilk günlerin mağdurları da, devletin yaptığı yanlışlardan incelemeler sonucu döneceği kanaatini defaten dile getirmişlerdi. KHK’lılıkla malul bu sosyolojinin yaklaşık yüzde 94’ünün muhafazakâr kesimlerden oluştuğu düşünüldüğünde, bu beklentilerin doğallığı da daha rahat anlaşılır. İlerleyen günlerde de en çok dillendirilen uyarının “bindiğiniz dalı kesiyorsunuz” olduğunu bir kez daha hatırlamakta fayda var.

Lakin, tecrübe sorunu yaşasa da, iyi niyetli bir siyasi akıldan beklenen, devlet aklıyla toplum vicdanını doğru yönlendiren çözümler üretmek olurdu. Yapılan yanlışların doğurduğu neticeler fark edilip, kararlara ilişkin itirazların ve adil yargılanmanın önünü açma; paradoksal da olsa hiç olmazsa “suçsuzluğunu ispat” imkânlarını geliştirme yönünde ciddi adımlar atılabilirdi. Ama bırakın siyasi kriterlerin yarattığı hukuksuzluk iklimini, aksine o kriterlere yenileri eklenerek mağduriyet katsayısı artırıldı. Mesela ByLock konusundaki istihbarat raporu, önceleri mavi-gri-kırmızı gibi renklerle sapla samanı ayırma gayretini içkinken; (hatta bunu bizzat İçişleri Bakanı Süleyman Soylu bir yurt gezisi esnasında açık da etmişti) bilahare sonrasında kimler ne karar aldılarsa ByLock, (o dönemde belli ki, terörle ilişkilendirmede yegâne kuvvetli delil olarak görülmüştü) mağdur yaratmanın kullanışlı bir aparatı haline geldi. Böylelikle siyaseten kullanışlı hale gelen, yapılan yanlışları, yönetim zaaflarını örtmede ve iktidara dönük eleştirileri göğüsleyip eleştirenleri kriminalize etmede elverişli olduğu düşünülen bu cadı avı ivmelendirildi. Yani yanlışlardan dönüp normalleşmeye fırsat tanımaktansa, cadı avını muhalif cephelere karşı Demokles kılıcı haline getirmek imkânlı görüldü.   

Tabii burada, mağdurlar ağının genişlemesine sebebiyet veren tek bir siyasi akıldan da, tekil bir toplumsal refleksten de söz etmek mümkün değil. O günlerde kendisine “Hizmet Hareketi” ya da “Gülen Cemaati” denen yapılanmanın birlikte yürüdüğü iktidara ihanet ettiğine şahitlik eden ve genel manada İslam coğrafyalarında ivmelenen Arap Baharı’nın karşısına konumlanan kitlesine düşmanlık bileyen bir toplumsallık; diğer tarafta Ergenekon-Balyoz süreçlerinin “kumpas” boyutundan dolayı düşmanlık bileyen ulusalcı siyasi akıl ve uzantısı sosyolojik yapının farklı kategorilerde genelleştirilmiş bir düşmanlığı içselleştirdiği vakıadır.

İktidar mahfillerinin aldatılmışlık ve korku sarmalı ile Avrasyacı, ulusalcı kesimlerin 28 Şubatlardan bu yana genel manada İslami çevrelerin statükoyla girdikleri mücadelede zemin kazanmış olmalarının getirdiği nefreti ve bu yapının tüm organlarıyla sadece devletten değil, kamusal alanlardan da temizlenmesi gerektiğini düşünen siyasi akılların ortaklaştığı zemini iyi müşahede etmek gerekmektedir. Bu açıdan “FETÖ ile mücadele” konsepti, bu siyasi ve toplumsal akılların tümünde, ajandalarında çok önceden var olan birtakım hesaplaşmaların fırsat bulması üzerine, siyasal bir atmosferi birlikte besledikleri hatırlanmalıdır.

İyi niyetli olunsaydı, kırmızı çizgi “darbe suçu” olurdu

Yani “darbe suçu” kapsamında kalması gereken bir tarihi olgu; hem iktidar hem de muhalif kesimlerde geçmişin muhayyilelerini ideolojik olarak harekete geçirmenin fırsatlarını da oluşturmaktaydı. İktidara etki eden ve eski devlet kodlarını da içinde barındıran siyasi akıl, onun korkularını da fırsat bilerek, “cemaat” denen yapının sadece devletten kazınması değil, sosyolojik olarak da yaralar almasını fırsat bildi. Bunların içinden bir bölümü, bu durumu iktidar eleştirilerinde konforlu bir alan olarak kullandı. “İstemem yan cebime” dercesine, hem sosyolojinin yıpranmasını timsah gözyaşlarıyla gündeme getirdi hem de o sosyoloji dışındaki farklı kesimlerin de mağduriyetler yaşaması üzerinden bir siyasi sörf zemini edinmiş oldu.

İktidar mahfilleri ise, bir yandan aldatılmışlık, diğer yandan yalnızlık ve güvensizlik iklimini hukuka değil, devletin eski kodlarına yaslanarak elde edebileceğini düşündü. Bu düşünce önceden tasarlanmış olmamakla birlikte, “zorunluluklar” eşliğinde ivmelenerek oluştu. “Zorunluluklar” terimini “hatalar” ile birlikte okumak gerekir. Nitekim daha 15 Temmuz’un üzerinden iki ay geçmemişti ki, dönemin başbakanı Binali Yıldırım; imzasız ihbar mektuplarının yarattığı keyfilik ve hukuksuzluğa dikkat çekmişti. İktidar çevrelerinde kısık sesle de olsa, hem cemaatin sosyal tabanından hem diğer muhafazakâr kesimlerden hem de ilgisiz sosyolojiden insanların yaşadıkları mağduriyetler kısmen dillendirilir olmuştu. Sosyal taban ile örgüt arasında kurulan sorunlu korelasyon tabana yönelik öfkeye dönüşmüş; kimi İslami mahfillerde bile sorun, yanlış bir kodlamayla, “din anlayışındaki çarpıklık”a hamledilir olmuştu. Yani başlarına gelenleri hak etmekteydiler, çünkü yanlış bir din anlayışının peşinden gitmekteydiler, içlerinde hâlâ nasuh tövbesi yapmayanlar vardı! Oysa meselemiz Batıniliğin veya Haşhaşilik olarak tanımlanan, tarihi kodları da olan bir zihniyetin ya da -seküler karşılığı üzerinden empati yaptırırsak- faşizm gibi pozitivist-materyalist, kolektivist ideolojilerin suçlanması meselesi değildi. Karşımızda, meşru siyasete ve topluma darbe yapmaya kalkışan bir yapı vardı. Suç buydu. Suçlular da buna temayül gösterenlerdi. Organize olmuş, elleri silah tutan ve cürmü meşhut olanlardı. Zaruri olan, bu örgütlü terörün suç unsuru oluşturan çizgilerini belirlemek, terör örgütünün tanımını yapmak ve teröre kaynaklık oluşturan fiillerin miladını belirlemekti. Uluslararası hukukun da, Anayasanın da bizden beklediği buydu.

Hukuk, siyasi akılların ajandalarına halel getirdiği ve iktidar tahkimini engellediği için defaatle çiğnendi. Evet; birileri için “Yargı altın çağını yaşıyordu” ama aslında “hukuk taş devrine dönmüştü.” İkinci İstiklal Mahkemeleri devrinden hallice bir politik süreç işletildi. Üstelik koydukları siyasi kriterler (aşağıda sıralanan) post-iktidar döneminde kendilerinin ziyadesiyle yargılanmalarına vesile olacak cinstendi. İktidar mahfillerinin sepetinde, geçmişe dair fütursuzca yargıladıkları insanlardan daha fazla “suç” vardı. “Ne istedilerse vermişlerdi” ve okullarında çocuklarını okutmayan, dershanelerine göndermeyen, Bank Asya ile kredi, finans, mevduat hesabı ilişkisine girmeyen, sendikasında akrabası bulunmayan, Zaman gazetesi okumayan ya da bunlardan birine hiç “bulaşmamış”(!) siyasetçi yok gibiydi.

Venedik Komisyonu’nun haklı olarak belirlediği “15 Temmuz miladı” flulaştırıldı. “17-25 Aralık” milat olarak belirlense de; ceza yargılamasının temel prensipleri altüst edildi.

  • Kanunsuz suç ve ceza olamayacağı ve hukukun geriye doğru işletilemeyeceği normları çiğnendi.
  • Dünyada daha önce örneği görülmemiş şekilde, 2 milyona yakın insan “terör” şüphesiyle soruşturmalardan geçti.
  • Banka, Zaman gazetesi aboneliği, dershane-okul, sendika üyeliği 6 yıl 3 ay hüküm giymenin delili sayıldı. (Bank Asya, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bile 2017’ye kadar çalıştığı, BDDK denetiminde bir banka olmasına rağmen, bankayla bir şekilde ilişki geliştirmiş insanların suçluluğuna delil kılındı. Bu “delil” yüzbinlerle ifade edilen insanın hayatını kararttı ama bankanın bir yöneticisi bilahare SPK’nın yönetimine getirildi.)
  • Devletin son ana kadar aidatlarını ödediği insanların sendika (Aktif-Sen) üyeliği, KHK’lıların yarıya yakınının mağdur edilmesine “delil” kılındı. (Oysa İLO kararlarına göre, sendikal faaliyetler sebebiyle, adil yargılanma yapılmadan ve yargı kararları olmadan hiç kimsenin işten çıkarılması mümkün değildir!)
  • “Kimse Yok mu?” derneğine SMS yoluyla yapılan bağışlar terörle iltisakta delil olarak kullanıldı.
  • Siyaseten; “17-25 Aralık” diye bir milat üretildi! Halbuki; ortada bir terör örgütü olsa bile, silahlı bir eylemlilik içinde olunması gerektiğine dair kesin hüküm bile isteye görmezden gelindi. Hukuken “Mensubiyet” bile aynı suçun ortağı kılmazken; örgüt içinde bile suça karışan ile karışmayanın -geçmişte farklı terör örgütleriyle ilgili olarak nasıl dikkate alındıysa- birbirinden ayrıldığına dair hüküm/kararlar görmezden gelindi.

Üstelik ‘Milat’ın; kamuoyunca bilinen şiddetli ve yaygın bir eyleme tekabül etmesi gerekirdi. Nitekim Venedik Komisyonu da bunu -Aralık 2016’da- “15 Temmuz” olarak belirlemişti. (Maalesef biz bu miladı, arkası olan torpillilere uygularken; mağdurlar için gidebildiğimiz kadar geriye gittik. Bazı hukukçuların tabiriyle “milat, adeta mağdurların doğum tarihi oldu”.)

  • Anayasa tarafından belirlenen OHAL hukukunda, OHAL’in ancak hedefleri dahilinde ilan edilip uygulamalarda bulunabileceği, devletin bu hedeflerden -yani FETÖ ile mücadeleden- sapmasının Anayasa ihlali olacağına dair hükümler göz göre göre çiğnendi. Devlete (aslında fiili siyasi akla) muhalif olduğu düşünülen kesimler (farklı ideolojik aidiyetlere sahip olduğu bilinenler), ‘fırsat bu fırsat’ denerek hedefe kondu; ihraç edildi. (Bunlara yönelik itirazlarda da iktidarın hukukçuları “devlet çalışacağı kişiyi seçmekte özgürdür” gibi garabet savunulara girişebildiler.)

Neticede; siyaset muktedirlik pozisyonunu herkese/her kesime karşı kavileştirmek adına, kimsenin gözünün yaşına bakmayacağını ve yeni bir devletin kurulduğunun ilanını aslında bu süreç ile ifade etmiş oldu. “Suyu Arayan Adam”da Şevket Süreyya’nın vurguladığı gibi “aslında bu insanlar yeni kurulan rejimin kurbanları konumundaydılar”. Hukuksuzluğun geldiğini görseler de kaçmayan, FETÖ mensuplarının gerek darbeden önce gerekse sonra kaçtığı ortamlarda kaçma ihtiyacı hissetmeyen, rızkını da çocuklarının geleceğini de bu ülkede arayan, bu topraklarda yaşamaya devam eden, darbe denen olguyla hepimiz gibi o gece muhatap olmuş ama “hâlâ tehlike geçmedi” mottosuyla kriminalize edilen; darbe suçuyla ilgisi olmadığı bilindiği halde, inşa süreci başlatılan ve başkanlık sistemine evrilecek olan rejimin yeni kadrolarına alan açmak için bürokrasinin boşaltıldığı alanlardan ihraç edilmiş, geçmişte yarattığı düşünülen tehdidin cezasını da cezaevinde değil hayatı karartılarak, “sivil ölüm”e mahkûm edilerek çekecek olan insanlar!

Aralarında kimi ilgisizlerin bulunması da kimseyi aldatmamalı. Onlar da yeni rejimin ortaklarından oluşan 28 Şubat zihniyetindeki yargı ve güvenlik bürokrasisinin “Fethullahçı, milli görüşçü, sosyalist fark etmez” diyerek aynı sepete atıp rövanşizmi yaşattıkları cenahtan. Hangisi Perinçek’in, hangisi Avrasyacı, ulusalcı cenahların uzantısıdır bilinmez; işte orası da tam anlamıyla ‘at izi it izi’ meselesi! Yozlaşmanın meyvelerinden olan FETÖ Borsaları da, mala mülke çökmenin, mağdur da olsa, suçlu da olsa bedelini “birilerine” ödeyerek kurtulmanın ve aslında yargının da ne hale geldiğinin resmini ortaya koydu.

Bu süreç, bir tarafıyla FETÖ ile mücadeleyi içerirken, geniş bir diliminde “FETÖ ile mücadele” bahane kılınarak, FETÖ taktiklerinin yerlilik-millilik şeklindeki ahlaki(!) söylevlerle toplumun şuuraltına zerk edildiği ama eski rejim kodlarının “yeni” görüntülerle ortaya konduğu bir politik ahlaksızlık ve gayrimeşruluğa da kuluçkalık yaptı! Hâlâ geri dönüş yapılamamasının bu kemikleşmeyle yakın ilgisi var. Nasıl ki yeni rejimin kodları, ortaklığın bozulması ve ekonomideki hatalardan dönülmesine sistemik olarak (zihniyetsel ve örgütsel bağlamda) izin vermiyorsa, burada da hukukiliğe dönüş, kavileştirilen siyasi habitattan taviz vermek, buna eklenecek olan cürümlerin önünü tıkamak, hukuku rahatlıkla tırpanlayan muktedirlikten ödün vermek anlamına gelecektir.

Çözüm; Hukuku işletmekten öte vicdani-insani bir siyasi vizyonla hareket edebilmektedir  

“Nasıl olur canım; karşımızda FETÖ denen kompleks bir yapı vardı; bunların mahalle imamları falan vardı” diyerek bu halkın başına cebelleş edilen ihraçlar ve siyasi yargılamalar meselesinde vicdanları doğru noktada tutacak yegâne ölçüt hukuktur! Uluslararası normlara harfiyen uymaktır. Lakin yaşadığımız tahribat, hukukun da ötesinde, adil bir vizyonla üretilecek siyasetle tamir ve tazmin edilebilir.  

“Artık ihraçların yeri doldu. Devletin bazı kademeleriyle ilgili ihraçlarda da haklılık vardı. Zaten güvenlik bürokrasisine de hâkim olan bu adamların buralardan tardedilmesine de itiraz edilmemeli” gibi serzenişler de maalesef sadece hukuk karşısında değil, gerçeklik karşısında da duvara toslamaya mahkûmdur! Nitekim mesela, “garson” adı verilen ve ilk partide 9.000 civarı, bir sonraki partide yine 9.000’e yakın emniyet mensubunun ihraç edildiği flash disk, FETÖ ile mücadelede ekibiyle birlikte ödül almış emniyet mensuplarının da görevden uzaklaştırılmasını beraberinde getiriyorsa, burada en hafif tabirle bir “kumpas” şüphesi taşıması devletin görevidir.

Adana’da görev yapmış, bu ödülü görev arkadaşlarıyla paylaşmış kalender meşrep bir emniyet mensubu, TV programları yaptığımız bir dönemde bizi arayıp “Ben sizden benim haklarımı savunmanızı istemiyorum. Sayın Cumhurbaşkanı suikast tehlikeleri atlatmışken sizin huzurunuzda kendim adına sızlanacak değilim; bizler bağrımıza taş basmasını da biliriz ama sizden şiddetli ricam, bu diskteki listelerin referanslarının kimler olduğu, diskin kimler tarafından hazırlandığının ortaya çıkarılmasını bir medya mensubu olarak talep etmenizdir. Her şeyi sineye çekeriz ama göreve yeni atanmış, gencecik emniyet görevlilerine yapılan bu kumpası göz göre göre kabullenmemiz söz konusu olamaz” demişti. Yani bu diskin aslında bir FETÖ ya da FETÖ ile mücadelede onurlu görev ifa edenlerin yerlerine göz dikmiş başka bir güruhun işi olabileceğini ima etmişti.

Dolayısıyla askeri öğrenci, er-erbaş, polis ya da devletin farklı güvenlik birimlerinde görev almış kişiler de öğretmen, memur, imam, esnaftan farklı görülmeyecek şekilde kanun önünde de, hakikat karşısında da eşit ve hakları olan pozisyondadır.

Dolayısıyla muhalefet partilerini çözüm noktasında bazı sorumluluklar beklemektedir. Bunların başında da, bu meseleye bakışta adil bir perspektif/vizyon kazanma çabası gelmektedir. Bu da KHK Platformları ile yakın temas ilişki sayesinde, mağdurları birebir dinleyerek, sorunlarını özümseyerek, çözümü birlikte üreterek gerçekleşebilir. Böylelikle muhtemel bir iktidar değişikliğinde çözüm reçetesi de olgunlaşmış olur. Bu meyanda;

  • “Kişiden suça gitmek” başlı başına bir hukuk katliamıdır! Kişinin burada empati yapabileceği yegâne şahit kendi nefsidir! Kendimizi bu insanların yerine koymak çözümün ilk adımıdır!
  • “İrtibat ve iltisak” gibi hukukun alanına girmeyen kavramlar yeniden yargılanma hakkına ilişkin “ölçüsüzlükler”in başında gelmektedir! Yani; “İrtibat ve iltisak”gibi içeriği belirgin olmayan ve daha önce hiçbir disiplin soruşturması ve cezai soruşturmada kullanılmayan soyut kavramlarla karar verilmesi yoluna gidilerek ilgililerin AİHS ve Anayasa kapsamında korunan hakları ihlal edilmiştir. Bunun doğurduğu hukuki sonuçlar derhal ortadan kaldırılmalıdır.
  • “Kurum amirlerinin kanaatleriyle” insanların hayatlarını karartan tüm kararlar yok hükmünde sayılmalıdır.
  • “Beraat ve takipsizlik almış olanların göreve iadesi” diyerek KHK’lıları rencide eden, kendi aralarında bölümlere ayıran tasnifler de haksız ve hukuksuzdur! Hukukçu Levent Mazılıgüney’in yerinde hatırlatmasıyla; “Canan Kaftancıoğlu aklanırsa siyasete dönsün” demek ne kadar saçma ise, bu da öyledir.
  • OHAL Komisyonu lağvedilmelidir.
  • “Beraat eden, takipsizlik alan, adli işlemi olmayan” diye ayırmadan, herhangi bir ilave işleme gerek kalmadan işlerine iade edilmelidirler. (Eski pozisyonlarına dönme imkânları zorlaşmış ise, bütün eski sosyal-özlük hakları baki kalmak şartıyla en uygun görevlere atanmalıdırlar.)
  • İade-i itibarları gereği, “terörle itham edilerek” listelenen isimleri bütün kurumların kayıtlarından silinmelidir.
  • Devletin hafızası olarak nitelenen ve yıllar sonra kişilerin, çocuklarının, yakın akrabalarının önüne çıkarılan, insanların mağduriyetlerini katmerleyen (tıpkı bu süreçte olduğu gibi) fişleme listelerinden KHK’lıların isimleri silinmelidir.
  • Yeniden yargılama gerektiren durumlarda da yargılamalar adil olmalıdır.

Unutmamak gerekir ki; Osman Kavala ya da Canan Kaftancıoğlu davası gibi medyatik davalarda hukuksuzluklar rahatlıkla görülebiliyorken, bu alanda bu bakış miyoplaşmakta, hatta körlüğe sebebiyet vermektedir. Bu da kamuoyundaki “FETÖ’cülük” damgası yeme korkusundan kaynaklanmaktadır.

Siyasi partiler, tıpkı sığınmacılar konusunda olduğu gibi KHK’lılar konusunda da, yaratılan toplumsal algılardan çekinerek siyasi söylemlerinde ürkek davranma yerine, toplumsal algıları dönüştürme yolunda gayretler sarf etmeliler. Ahlaki siyasetin özünde bu gerçeklik yatmaktadır. Siyaset, aynı zamanda topumdaki algıları ıslah etme misyonunu da içrektir. “Şunu söylersem bu kesim ne der; bunun altını kalınca çizersem hangi kesimlerden eleştiri alırım” ürkekliğiyle siyaset yapmak sadra şifa değildir. Bu tür cesaretsiz siyasetten sonuç beklemek de beyhudedir.

Unutmamak gerekir ki toplum, karşısında net ve sarih siyaset yapanları görmek ister. Ne söylediği, neyi savunduğu açık olanlara daha fazla kulak kabartır. Bir de “toplum” dediğimiz yekvücut bir organizma da yoktur. Mesela ırkçı cenahların, yabancı düşmanlığını körükleyenlerin, iktidarın hataları sonucu sığınmacılarla ilgili toplumdaki karşıtlığın arttığı varsayılıp, bu karşıtlığın yüzde 75’ler civarında olduğu ifade edilmektedir. Bu verinin doğru olduğunu kabul etsek bile, gerçeklikle bağını koparmamış yüzde 25’in ne kadar değerli olduğu görülebilmelidir. O yüzde 75’lik kesimin de algılarının geçici olduğu, manipülasyonların etkisi altında olduğu unutulmamalı ve doğru bilinenler, çözüm yolları toplumla paylaşılmaya devam edilmelidir.

Aynı husus KHK’lılar konusunda da geçerlidir. Algıların hukuksuz siyasetlerle oluşturulduğu, korkuların üzerine bina edildiği unutulmamalıdır. Topluma, uyduruk gerekçelerle insanlara hüküm verildiği, inancı gereği sohbetlere katılan insanlara 6 yıl 3 ay cezaların reva görüldüğü, hukuken aklandıkları halde iadelerinin yapılmadığı hususları partilerin ilgili birimlerince anlatılmalıdır. Sokaklar, sadece çarşı-pazarın yangın yerine döndüğü gerçekliğini vatandaşla paylaşmanın değil, her türlü sorunla ilgili halleşmenin vesilesi kılınmalıdır. Teşkilat kadroları bu minvalde eğitilmelidir.

Muhalif siyasi partilerin toplumdaki KHK’lı algısının son dönemlerde ne ölçüde değiştiğini de gözlemlemeleri gerekmektedir. Artık anketlerde “mağduriyet yoktur” diyenlerin oranı yüzde 20’lere düşmüştür. Yani toplum gelinen noktada adalet ve yargı sorunlarının açtığı toplumsal yaraları gözlemler olmuş, algılamalarında KHK’lılar lehine de farklılıklar meydana gelmiştir. Yine yapılan anketlerde (2020) KHK’lıların yüzde 76’sı en az bir defa iktidar partisine oy vermişken, bugün bu oran sıfıra yakın bir seviyeye erişmiştir. İktidar partisinden ayrılan Gelecek ve DEVA partileri henüz kurulmazdan önce ana muhalefete oy verenler, mağdurlar arasında yüzde 5’ten yüzde 75’e çıkmıştı. İki yıl önce yapılan bu ölçümlemelerin güncellenmesi sayesinde bu oranın bir kısmının bu partilere kaymış olabileceği gerçeğini görmek zor olmayacaktır.  

Sonuç olarak; KHK’lar ve KHK’lılar meselesi hukukla beraber yürüyecek bir siyasal vizyon meselesidir. “Biz olsaydık 15 Temmuz sonrasını nasıl yönetirdik?” sorusuna cevap arayışı, empati için de kolaylıklar sağlayıcıdır. Yaşanan günleri geri getirmek mümkün değildir. Yani KHK’lıların mağduriyetlerinin maddi tazminini hiçbir teraziye vurmak kolay değildir. Lakin, art niyetli süreçleri geri döndürmek kadar, o süreçlerin iyi niyetli şekilde nasıl yönetileceği de bir o kadar önemlidir. Kaybedilen yıllar, aş, iş, gelecek endişeleri, pozitif ayrımcılığı gerektirebilir. Özür; iade-i itibarla birlikte, o özrün ve itibarın karşılığı olacak bir gelecek inşasını bu insanların, ailelerinin ve çocuklarının önüne koymaya çalışmak; çözüm reçetelerinde bu tarz projelere yer vermek, toplum olarak geleceği inşada güven aşılayıcı ve kucaklayıcı olacaktır.

Kaynak: Perspektif

HABERE YORUM KAT