
İsrail'in cephaneliğindeki silahlar: Açlık ve aldatma
İsrail kontrol noktalarından Gazze'ye girmesine izin verilen sınırlı miktardaki unun bir merhamet eylemi olmadığını biliyordum. Bu başka bir kontrol yöntemiydi.
Bassam Emad’ın electronicintifada’da yayınlanan yazısı Barış Hoyraz tarafından Haksöz-Haber için tercüme edilmiştir.
Gazze Şeridi'nin orta kesiminde yer alan ve her günün bir hayatta kalma mücadelesi gibi yaşandığı el-Bureij mülteci kampının derinliklerinde, sıkışık çadırlar üzücü hikâyeleri saklıyor.
Ateşkesin pazar günü yürürlüğe girmesi bekleniyor. İsrail haberin duyurulmasından bu yana bizi ağır bir şekilde bombalıyor. Nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, buradaki hiç kimse 15 aylık soykırım boyunca katlanmak zorunda kaldıkları insanlık dışı çileleri unutmayacak.
Belki de en kritik olanı yiyecek eksikliğiydi.
Diğer sayısız aile gibi bizimkiler de açlığın amansız pençesiyle mücadele ettiler.
Haziran ayında, yazın en sıcak günlerinde, annem, erkek kardeşim, kız kardeşim ve üç çocuğuyla birlikte kız kardeşimin yıpranmış çadırında oturuyorduk. Aralarında 7 yaşındaki Hamza da vardı; narin bedeniyle, bu acımasız dünya için fazla narin görünen bir çocuktu.
O gün açlık tek yoldaşımızdı. İki gündür bir şey yememiştik ve açlık midemizi kemiren bir ağrıydı.
Birden Hamza çadıra daldı, yerde bulduğu bir parça ekmeği havaya kaldırırken küçük yüzü heyecanla parlıyordu. Zapt edilemez bir gururla haykırdı: “Amca, bak! Ekmek buldum! Bunu herkesle paylaşacağım!”
Sözünü bitiremeden, soykırım öncesi yaşamında avukat olan 25 yaşındaki kardeşim Mecd, Hamza'nın elinden ekmeği kaptı. Öfke ve umutsuzluk karışımı yüzü çocuğa döndü:
“Nereden buldun bunu? Çaldın mı?”
Sorunun ağırlığını anlayamayan Hamza saf bir masumiyetle cevap verdi: “Hayır amca, yerde buldum.”
Ağabeyimin yüz ifadesi bir an yumuşadı ama sonra sessiz bir kararlılıkla, “Fark etmez. O bizim değil. Ona bizden daha çok ihtiyacı olan birine ait olabilir. Hakkımız olmayan bir şeyi alamayız Hamza.”
Ekmek
Hamza'nın küçük elleri ekmeği sıkıca kavrarken, genç zihni tüm bu adaletsizlikle boğuşuyordu. Ama açlık içini kemirirken bile başını salladı, ayağa kalktı ve ekmeği bulduğu yere bırakmak üzere gecenin karanlığına doğru yürüdü.
Dakikalar sonra geri döndüğünde gözleri yaşlarla doluydu.
Yanıma oturdu, sesi ancak fısıltı halindeydi. “Amca, ne zaman yemek yiyeceğiz?”
Onu teselli edecek ne bir sözüm ne de verecek bir vaadim vardı.
Tek yapabildiğim sessizce oturmaktı, kalbim sorduğu sorunun yüküyle ağırlaşmıştı: Hamza gibi bir çocuk neden bu kadar küçük yaşta haysiyet ve yoksunluk hakkında bu kadar acı dersler almak zorunda kalsın?
O gece, sadece birkaç odun parçasının cılız ısısıyla ısınan boş bir sobanın etrafında toplandık. Hamza yanımda uyuyakaldı, küçük göğsü her nefeste inip kalkıyordu.
Rüya görürken onu izledim ve rüyalarında nihayet vazgeçmek zorunda kaldığı ekmeği yediğini hayal ettim.
Kamplarda hayat işte böyle bir şey; en gençlerin bile haysiyet ya da hayatta kalma arasında seçim yapmak zorunda kaldığı, açlığa karşı verilen aralıksız bir savaş.
Aynı ayın ilerleyen günlerinde Han Yunus'un el-Mevasi bölgesinde, çocukluk arkadaşım Ahmed el-Kafarneh ve ailesiyle birlikte küçük bir çadırın içinde oturdum.
Ahmet, 17 yaşında, yanımda oturuyordu.
Öğretmen olan 58 yaşındaki babası Taysir, nisan ayında İsrail'in düzenlediği bir hava saldırısında sol bacağından yaralanmıştı ve çadırın köşesinde mütevazı bir şiltenin üzerinde yatıyordu.
Ahmet'ın annesi, Ahmet'ın en büyüğü henüz 10 yaşında olan dört küçük kardeşini teselli etmeye çalışıyordu.
Yiyecek neredeyse hiçbir şey kalmamıştı - sadece tek bir çocuğu bile zor doyuracak kadar küçük bir parça ekmek.
Ahmet aniden, “Bugün markete un gelmiş,” dedi. “Gidip bir torba alacağım. İsraillilerin küçük bir sevkiyata izin verdiğini duyduk.”
İsrail kontrol noktalarından Gazze'ye girmesine izin verilen sınırlı miktardaki unun bir merhamet eylemi olmadığını biliyordum. Bu başka bir kontrol yöntemiydi. Unu satın alan tüccarlar çuvalları fahiş fiyatlara satıyor, insanların çaresizliğini ve açlığını sömürüyorlardı.
Ahmet, annesinin özenle biriktirdiği parayı da yanına alarak oradan ayrıldı. Aileyle birlikte geride kaldım, nefesinin altında dualar fısıldayan annesini teselli etmeye çalıştım.
Beyaz toz
Saatler sonra Ahmet omzunda ağır bir çanta taşıyarak geri döndü.
Çok yorgundu ama gözlerinde uzun ve yorucu bir savaşı kazanmış gibi bir gurur vardı. Çantayı çadırın ortasına bıraktı ve şöyle dedi: “Tüm param bu kadar. Bu gece yemek pişireceğiz ve kardeşlerim tok uyuyacak.”
Annesi çantaya yaklaştı ve dikkatlice açtı. İçine elini attı ve parmaklarıyla tozu hissetti. Birden dondu kaldı.
Önce Ahmet'e sonra da bana bakarken yüzü soldu, yüzünde şok olmuş ifadesi vardı.
“Bu un değil...” diye fısıldadı. “Bu kireç.”
Kendim görmek için yaklaştım. Beyaz toz gerçekten de una benziyordu, ama yiyecek değildi - inşaatta kullanılan bir malzeme olan kireçtaşı tozuydu.
Bu acımasız bir yanlış anlamaydı.
Ahmet yere çöktü, sanki ruhu paramparça olmuş gibi torbaya bakıyordu.
“Bunu bana bir tüccar sattı,” dedi sesi çatlayarak. “Saf un olduğunu söyledi... Sahip olduğumuz her şeyi harcadım.”
Annesi, gözleri yaşlarla dolmasına rağmen elini onun omzuna koydu. Sabit bir sesle, “Sorun yok oğlum. Biz onların hilelerinden daha güçlüyüz. Bizi yıkamayacaklar.”
Ama Ahmet'in içinde kopan fırtınayı görebiliyordum.
Ekmek için sabırsızlanan çocuklar o gece yatağa aç girdi. Geri kalanımız sessizce oturup çaresizliğimizle boğuştuk.
“İşgal böyle işliyor,” dedim sessizce, onu teselli edecek kelimeler bulmaya çalışarak. “Bizi sadece bombalarla öldürmüyorlar; açlık ve hileyle de öldürüyorlar.”
Ahmet bana baktı, gözleri öfkeyle yanıyordu.
O gece açlığın sadece bir karın ağrısı olmadığını anladım. İşgal tarafından insanları aşağılamak ve morallerini bozmak için kullanılan bir silahtı.
Kedi Sezar
Küçük çadırımız, savaşın yıkımının ortasında tüm dünyamız, aileme ev sahipliği yapıyor - babam, annem, 8 yaşındaki küçük kız kardeşim Malak ve kedimiz Sezar.
El-Mawasi'deki çadırımız da rahat değil. Ama sahip olduğumuz tek şey bu.
Patlama sesleri ve gecelerin boğucu karanlığı günlük gerçekliğimizin bir parçası.
Kış yaklaşırken Sezar ve Malak bize sıcaklık ve hayat getirdiler.
Malak, Sezar'ı bir kediden daha fazlası olarak görüyordu; o onun arkadaşı, yoldaşıydı. Malak, Sezar'ı küçük ekmek parçalarıyla beslerken güler ve masum şarkılarını söylerdi, sanki etrafımızı saran savaşı, açlığı ve ölümü unutmaya çalışıyormuş gibi.
Sezar, Malak'ın yaşının çok ötesinde yükler taşıyan bir çocuk olduğunu anlamış gibi yumuşak mırıltılar ve nazik dürtmelerle karşılık verirdi.
İlk başlarda kemirgenler büyük bir sorundu. Geceleri gizlice içeri girip elimizdeki az miktardaki yiyeceği parçalıyorlardı.
Malak onlardan çok korkuyordu ve ben de onu suçlayamazdım; yetersiz erzaklarımız arasında koşuşturan farelerin hışırtılı seslerini her duyduğumda ben bile ürperiyordum.
Bu yüzden aralık ayında basit bir fare kapanı kurduk ve ne zaman bir tane yakalasak Sezar diğerlerinin icabına bakıyordu. Başlangıçta farelerden korkan Malak, Sezar bizi her “kurtardığında” çok seviniyor ve ona küçük kahramanımız diyordu.
Birkaç gün sonra fareler ortadan kayboldu. İlk başta rahatlamış hissettim ama Sezar'ın bunu anlamadığını hemen fark ettim.
Her gün tuzağın yanında oturup sabırla tuzağa bakıyordu. Sezar'ın özlemini fark eden Malak, küçük yiyecek parçaları getirip önüne koyuyor ve şöyle diyordu: “Sorun değil Sezar. Bugün fare yok ama burada senin için bir şey var.”
Bir gün Malak, Sezar'ın yanına oturdu ve minik elini Sezar'ın yumuşak tüylerinin üzerine koydu.
“Biliyor musun, Sezar?” dedi. “Fareler artık senden korkuyor. Sen bizim kahramanımızsın.”
Geceleri Sezar'ı çadırın köşesinde kıvrılmış, gözleri yarı kapalı, sanki başka bir farenin tuzağa düşmesini hayal ediyormuş gibi görürdüm. Malak sık sık Sezar'ın yanında uyuyakalır, ona sıkıca sarılır, sanki hepimizin çaresizce ihtiyaç duyduğu teselliyi ona sunmaya çalışırdı.
O zaman anladım ki Sezar ve Malak sadece fareleri beklemiyorlardı; daha büyük bir şeyi bekliyorlardı - bizi güçlü hissettirecek, her şeyimizi elimizden alan bir dünyada ne kadar küçük olursa olsun hala bir şeyler yapabileceğimizi hatırlatacak bir anı.
Sezar tuzağın yanında sabırla bekledi, Malak küçük bir mucize bekledi ve ben onları sessizce izledim, böyle bir yerde umudun hayatta kalıp kalamayacağını merak ettim.
Beklemek yapabileceğimiz tek şey.
Dipnot: 16 Ocak'ta İsrail bombardımanı Bassam ve ailesinin sığındığı El Bureij kampını vurdu. Aile yara almadan kurtuldu, ancak çadırları sahip oldukları eşyalarıyla birlikte yandı. Sezar'a bir şey olmadı.
*Bassam Emad, Gazze'deki El Aksa Üniversitesi'nde medya öğrencisi.
HABERE YORUM KAT