1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. İnanç karşıtlığının dayanılmaz rahatlığı
İnanç karşıtlığının dayanılmaz rahatlığı

İnanç karşıtlığının dayanılmaz rahatlığı

Adnan Bülent Baloğlu, inanç karşıtlığının tarihi ve felsefi kökenlerini incelerken bu düşünme biçiminin içerdiği paradokslara dikkat çekiyor.

07 Nisan 2024 Pazar 11:00A+A-

Prof. Dr. Adnan Bülent Baloğlu / Sabite

İnanç karşıtlığının dayanılmaz inatçılığı

İnanç inkârının ya da karşıtlığının sembolleşmiş isimleri vardır. Bu inkârcılığın ardındaki sis perdesini aralamak, derinlerindeki volkanik patlamaları duymak için bu sembol isimlerin yaşam hikâyelerine kulak vermek, fikir dünyalarına sızmak, sosyal ve kültürel ortamlarını mercek altına almak zorunludur. Allah fikrini zihinlerinden söküp atamasalar da O’na olan inancı yüreklerinde neredeyse sıfırlamış bu sembol şahsiyetlerin ruh dünyalarını çözümleyebilmek için bu gereklidir. Biz burada bunu yapmayacağız, zira böyle bir çaba bir kitap hacmini zorunlu kılacaktır. Ancak şu kadarını söylemiş olalım ki, bu sembol isimlerin eserleri ve fikirleri kendi coğrafyalarının ve çağları ile sınırlı kalmamış, kendilerinden sonraki nesiller üzerinde de tahripkâr etki ve izler bırakmışlardır.  Hayatı anlamlı kılan, kimliği istikrar ve dengede tutan unsurların işlev, anlam ve önemini yitirmeye, değer sistemlerinin buharlaşmaya yüz tuttuğu coğrafyalardaki etki ve tahribatları daha yıkıcı olmuştur. Varoluşsal tehditler açısından epey zengin olan; tarihsel birikimle istiflenmiş, kitleleri ayakta tutmak için hayati önem arz eden anlam stoklarının erime riski yüksek olan modern toplumlarda söz konusu sembol isimlerin etki ve tahrip gücünün çok daha yüksek olacağını tahmin etmek zor değildir. Bununla paralel bir biçimde, bu toplumların problem çözme ya da kriz önleme becerileri de körelmişse, özellikle genç nesillerin kendi doğal ikliminden, toplumsal ortamından ve elbette değerlerinden kopması pek uzak değildir.   

Katıksız inkârcılıkta sembolleşenler

Din kavramına, içerdiği ve çağrıştırdığı anlam muhtevanın tamamına yönelik açık ya da gizli saldırıların çok çeşitli amaçları vardır. Bu saldırıların en bariz hedefi, dine ait tüm izleri, çağrışımları, kavramları toplumun hafızasından tamamen silmektir. Bu saldırıların hedefinde dinle ilişkili tüm kurum ve yapıların, hatta bütün bir tarihsel-kültürel mirasın da bulunduğunu söylemek gerekecektir. İlgili kurum ve yapıları işlevsizleştirmek ve son kertede devre dışı bırakmak, tarihsel ve kültürel mirası aşağılamak ve yok saymak bu nevi saldırıların olağan ajandasının bir parçasıdır. Sosyal hayatı ve kültürü canlı ve ayakta tutan, besleyen, zenginlik ve zarafetini muhafaza eden en hayati unsurlardan bir olan dinle tüm bağları koparma fikri ve eylemi din ve inanç inkârcıları ve karşıtları için vazgeçilmez bir tutkudur. Onlar bu işi başardıkları takdirde ortaya çıkacak manzarayı şöyle özetlemek mümkündür: yoz ilişkiler; kısır bir sosyal ve kültürel hayat; modern dünyanın çetin meydan okumaları karşısında en hakiki ve muhkem sığınağından mahrum edilmiş nesiller. (Baloğlu 2020: 180-81).

İnkârcılığın ya da inanç karşıtlığının sembol isimlerden biri, hiç kuşkusuz, Tanrısızlığın İlmihali’ni yazan Fransız yazar Jean Meslier’dir. Din adamlarına güvenini kaybetmenin ardından keskin bir din eleştirisine giren ve nihayette ateizmde karar kılan Fransız filozof ve rahip Meslier, yalnızca kendi dinine değil bütün dinlere, Hıristiyanlığın tanrısı dâhil bütün tanrılara isyan bayrağı açmıştır. Söz konusu eseri Türkçeye çeviren, Batıcılık akımının temsilcisi materyalist Abdullah Cevdet onu “İnsanlara hayvani bir rahatlık bile sağlamayan yalan ve boş inanca karşı, yüreğinde büyük bir isyan ateşi yanmış olan rahip” olarak tanıtır. (Meslier 2018: 51). Cevdet’in büyük bir öfke ve nefret celbeden “Neslimizi ıslah etmek, kuvvetlendirmek için Avrupa’dan ve Amerika’dan damızlık erkek getirmek gerekir” sözünü, inkârcılığın ve maddeciliğin varabileceği tehlikeli boyutu bir nebze olsun gösterebilmek adına burada hatırlatmış olalım. Neyse, Voltaire’ göre de Meslier tam bir din, Hıristiyanlık, İncil ve Kilise karşıtıydı. Ona göre, dinin ve inancın sağlam bir temeli ve dolayısıyla bir değeri olamazdı. Din, temelsiz bir binaydı, bir cehalet ürünüydü, ham bir hayal ve çelişkiler yumağından ibaretti. Fransız Meslier kendince, Tanrı ile ilgilenmek zorunda kalmıştı, zira Tanrı fikri ve inancı yeryüzüne sayısız zararlar veriyordu.  

Fikirlerinde günümüz inkârcılığının en “zehirli” tohumlarını bulduğumuz Meslier için din, toplumdaki ahlâk bozukluğunun bir sebebi, insanı cehalet ve esarete sürüklemenin, yeteneklerini köreltmenin bir aracıydı. Ona göre din, tarihteki türlü zorbalıkların, ahlâki kokuşmuşluğun, kavimlerin duçar olduğu sefalet ve felaketlerin de gerçek kaynağıydı. Dinleri kendi çıkarları için icat eden rahipler (ve tabi bütün din adamları), bu bela ve musibetleri insanların hamlığına, Tanrı’nın öfke ve gazabına hamlederek kendi hatalarını, bozuk ahlâklarını, suiistimallerini, yanlış yasalarını örtbas etmişlerdir. İnsanlar kötü durumdaysalar bunun sebebi, sahip oldukları bâtıl düşüncelerdir. İnsana düşen vazife, gözlerini semaya dikmek yerine yeryüzüne indirmektir; sözde Tanrı’nın vaatleri yerine doğanın gözle görülen cömertliğine ve maddi nimetlerine sarılmaktır. (Meslier 2018: 70-73).        

Tanrı’ya ve dine karşı duyulan nefretin sembol isimlerinden biri olarak bir başka Fransız Marquis de Sade’i de burada hatırlatmakta yarar görüyorum. Meslier’nin 1729’daki ölümünden yaklaşık 11 yıl sonra doğan filozof ve edebiyatçı de Sade, kaleme aldığı Tanrı’ya Söylev (Discours Contre Dieu) adlı eserinde ateizmin en keskin tavrını sergiler. Eserde, dinin ve Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın ne surette olursa olsun iyi olacağı saplantısı barizdir. Bu inkârcılığın en belirgin bir diğer özelliği de ateşli bir akıl ve bilim savunuculuğu yapmaktır. De Sade için, Tanrı’ya olan inancı kaybetmenin üzülecek bir yanı yoktur, zira zaten Tanrı’nın kendisi bir “kuruntu”, bir “masalsı” bir varoluştan ibarettir; dahası, bir “gereksiz, işe yaramaz, hiç olan bir hiçlik” mesabesindedir. (de Sade 2021: 29-30).

İnsanı tıpkı doğadaki diğer maddeler gibi doğanın “zayıf” bir maddesi kabul eden de Sade, ölümden korkmanın gereksiz olduğunu, insanın nasıl olsa bir şekilde doğadan yeniden fışkıracağını söyler. Bu bakımdan her insan doğanın bağrından çıkmış olarak “eşit” muamele görecektir; her insanın sonu ve kaderi aynı olacaktır. (de Sade 2021: 40). Bir varoluşçu ve nihilist olarak da öne çıkan de Sade, Tanrı’ya açıkça meydan okur. Tanrı inkârındaki aşırı üslubu, keskin dili ve küfrüyle dikkat çeken de Sade için Tanrı, lanet okunması, açık ve tereddütsüz reddedilmesi gereken bir hayalettir. “Hayal ürünü ve işe yaramaz varlık! (…) Varsan göster kendini! Sözde mucizelerin beş para etmez uydurukçusu! Var olduğunu bize kanıtlamak için bir mucize göster! (…) Defol git, tiksindirici kâbus!” derken de Sade, gerçekte Tanrı inkârının ulaşabileceği cüretkârlık boyutunu da sergiler. (de Sade 2021: 21-22).

Avrupa’nın toplamda fasılasız 3o yıl süren en uzun ve en yıkıcı din savaşlarından (1618-48) ziyadesiyle zarar gören ülkelerinden biri hiç şüphesiz Fransa’dır. Savaş yorgunu Avrupa’yı ve tabiatıyla Fransa’yı kasıp kavuran bir başka olay da 1450’lerde başlayan ve yaklaşık 1750’ye kadar süren anlamsız cadı avlarıdır. İnsan hakları, özgürlük, adalet, eşitlik çağrılarının ayyuka çıktığı Fransa’da siyasi ve ekonomik krizler, ihlaller, istismarlar, keyfi uygulamalar had safhadadır ve toplum hızla bir Devrim’e (1789) doğru yol almaktadır. Fazla detaya girmeksizin, Kilise ve ruhban sınıfı da eleştirilerin odağındadır. Eriştiği olağanüstü zenginlikle zaten dikkatleri üzerine çekmiş olan Kilise’de dini görevler parayla satılıyor, akrabalar ve yakın arkadaşlar kayırılıyor, bir kısım rahipler herkesle yatmakla suçlanıyor, keşişlere “aylak” yakıştırmaları yapılıyordu. Rahiplere yapılan bir başka suçlama da, kendi otorite ve nüfuzlarını genişletmek adına hilekârlığa, düzenbazlığa ve kurnazlığa başvurmaktan çekinmedikleri idi. Halkın saflığından ve avanaklığından istifade ederek siyasi güç ve zenginliklerini katladıklarına dair suçlamaların haddi hesabı yoktu. Nitekim Voltaire 1752’de bir arkadaşına yazdığı mektupta şöyle diyordu: “ Nefret ettim rahiplerden, tiksindim onlardan ve son hüküm gününe değin de tiksineceğim.” (Tanilli 2020: 191).

1700’lü yıllar iç huzursuzluk, kargaşa ve sancılarla yoğrulan Avrupa için aynı zamanda Aydınlanma’nın asrıdır. Her ne kadar Aydınlanma, Fransa söz konusu olduğunda Hıristiyanlık ve Din karşıtı bir hareket olarak kabul edilebilirse de, bazılarına göre, Avrupa’nın geneli dikkate alındığında asla bir “kutsala karşı konumlanma” hareketi değildir. Ancak bazıları için Aydınlanma, bizzat Hıristiyanlığa karşı açılmış bir savaştı. Özünde ilerlemeciydi, dünyanın büyüsünü bozarak insanları hurafelerden ve yersiz korkulardan kurtarmayı, aklın ve bilimin hâkimiyetini tesis etmeyi amaçlıyordu. (Baloğlu 2020: 150-51). Fransa özelinde 18. yüzyıl, burjuvazi ile aristokrasi arasındaki çekişmenin kızıştığı, sosyal ve siyasi gelişmelerin ideolojik kavgaları tetiklediği bir dönemdir. Bu asır, aynı zamanda, aklın kendini yargıç makamına oturttuğu, Tanrı, din, doğa, toplum, devlet, rejim gibi pek çok kavram ve kurumu kendi huzuruna çıkararak yargıladığı bir asırdır. (Tanilli 2020: 12).

İşte tam bu atmosferin ortasında Meslier ve de Sade gibi keskin bir Hıristiyanlık, Tanrı ve Kilise karşıtlığına soyunanlara geri döndüğümüzde yalnız olmadıklarını, toplumun hastalıklı ruh halini gerek kişiliklerinde gerekse eserlerinde ne eksik ne fazla yansıttıklarını görüyoruz. Onların “din(ler)e, dogmalara, hoşgörüsüzlüğe, saçmalıklara” karşı açtıkları savaşta ellerinde en güvendikleri silah “akıl” olacaktır. Çünkü çağ, ne de olsa akıl çağıydı ve aklın, sürekli ilerleyen bilimin de yardımıyla muzaffer olması pek yakındı. İnsanlık, dinlerin ve Tanrı’nın soyunu kurutmaya hiç bu kadar yakın olmamıştı! Onlar bu mücadelede kendilerini cephenin en önünde yürüyen cesur savaşçılar olarak görüyorlardı. Kilise’ye duydukları nefreti dine ve inanca karşı bir savaşa dönüştüren Meslier ve de Sade gibilerin kantarın topuzunu kaçırarak ağır küfürler yağdırmalarının ardında yatan belki de en bariz sebep, içinde yaşadıkları asrın göz gözü görmeyen toz duman manzarasıydı. Kimbilir!?                           

Din ve Tanrı karşıtlığının en radikal tezahürlerinden biri de, hiç şüphesiz, SSCB’nin devlet ideolojisi olarak nam yapan bilimsel ateizmidir. Büyük Ekim Devrimi (1917) ile birinci aşaması başlayan bu “kitlesel” ateizm hareketi, ikinci aşamasını sosyalizmin ülke çapında kuruluşu ile birlikte tamamladığında çetin ve kararlı bir din ve inanç aleyhtarlığı propagandası da resmiyet kazanmış olur. Ateizm okullarda eğitimin esaslı bir parçası olur, baskı adedi milyonları bulan yüzlerce kitap yazılır. Hedef, dinin son kalıntılarını ortadan kaldırmak, mucizelerin akıl ve bilim dışı olduğunu ispatlamaktır. Bu amaçla gazeteler çıkarılır, sinema filmleri çekilir, tiyatrolar hazırlanır, müzeler açılır. Bilimin ışığında materyalist bir Marksist ateizmin inşası hedefiyle tüm dinsel inanç ve fikirler reddedilir. Dinin toplumun ilerlemesine ket vuran “sömürgeci” bir yapı, halkı uyuşturan bir “afyon” olduğu tezi, yeni Marksist devletin din ve dünya görüşünün temel hareket noktası olur. (SSCB Yazarlar Kurulu 2019: 170-71, 244). Bilimsel ateizm, kuramcıları Marks ve Engels’in gözünde, salt bir din reddi ve eleştirisi değildir, aynı zamanda “emekçi kitlelerin bilimsel materyalist dünya görüşlerini biçimlendiren”, “insanı sosyal ve özgüçsel zulümden kurtaran (…), yeteneklerinin çok yönlü gelişimine ortam hazırlayan, iyimser ve yaşamsal bir öğretinin” adıdır. (SSCB Yazarlar Kurulu 2019: 174).

Doğaüstü tüm güç ve varlıkları inkârını katıksız bir hümanist, bilimci, materyalist, din ve Tanrı karşıtlığı ile harmanlayan bilimsel ateizm, Marksist devletin halka yönelik zulüm ve zorbalığını meşrulaştırma aracı olarak işlev gördüğünde tüm büyüsünü kaybetmiş ve doğal olarak kendi sonunu hazırlamıştır. Proleter ve ezilen sınıfların sömürü, baskı, yoksulluk ve eşitsizlikten kurtuluşunu simgeleyen Komünist ütopyanın bir Proletarya diktatörlüğünde, bit totaliter rejimde nihayet bulması bilimsel ateizm adına trajik bir son olmuştur. Mutlakiyetçi bir ideoloji olan Marksizm’in totaliter iktidarına payanda vazifesi gören bilimsel ateizmin halkın öfke, kin ve nefretinden payını almaması elbette düşünülemezdi. Ortodoks Rus Hıristiyanlığı öncekinden daha güçlü bir biçimde geri döner. Aynı şekilde Türk Cumhuriyetlerinde de Müslümanlık tekrar hayatla buluşur. Kapılarına kilit vurulan ibadet mekânları tekrar açılır. Halk her zamankinden daha büyük coşkuyla doldurur bu mekânları. Moskova’nın göbeğindeki tarihi Moskova Merkez Camii restore edilerek 2015’te tekrar ibadete açıldığında caminin içi, avlusu ve çevresi binlerce Müslümanla dolar.  Dolayısıyla, başka türlü söylemek gerekirse, Berlin Duvarı’nın yıkılış tarihi (1989) aynı zamanda bilimsel devlet ateizminin de çöküş tarihidir.

Benzer şekilde, Mao Zedong’un kültürel devrim serüveninde, özellikle 1966-76 yılları arasında yüzlerce, binlerce caminin, kilisenin, tapınağın yerle bir edildiği, milyonlarca insanın hayatını kaybettiği Çin’de de bugün kutsalın geri dönüşüne şahit olunmaktadır. Ian Johnson, Pulitzer ödüllü The Souls of China adlı eserinde Mao’nun ölümüyle nihayet bulan başlayan bu geri dönüşün sürükleyici bir hikâyesini sunar. Bu iki örnek, akılcı ve bilimci tutumunu abartarak militanlaşan köktenci ve bağnaz bir devlet ateizminin, toplumun ve bireyin tarihini, inanç ve geleneklerini yok sayma pahasına akılcı tedbir ve yöntemlerle cebren yeni baştan tasarımlama çabasının varabileceği felâket noktasını göstermesi bakımından manidardır.

Yeni Ateizm: Din karşıtlığının yeni cephesi

Yirminci yüzyılda Marksizm’in ve özellikle komünist devletlerin elinde bir Tanrıtanımazlık tavrı olmanın ötesinde keskin bir din karşıtlığı ideolojisi olarak işlev gören ateizm, yeni yüzüyle bugün içinde bulunduğumuz asırda kapitalist liberalizmin kanatları altındadır. Kökleri Antik Yunan’a kadar uzansa da daha ziyade Aydınlanma asrı olan 18. Yüzyılda kendini aşikâr kılan ateizmin bir makyaj tazelemesi ile “Yeni” sıfatına bürünmesi bu asrın bir olgusudur. İletişim ve internet teknolojisinin çarpıcı gelişmesine bağlı olarak adından sıkça söz ettiren ve özellikle Sam Harris, Richard Dawkins, Daniel Dennett, Christopher Hitchens dörtlüsü ile tanınan bu ateizm türünün “ateist” ya da “tanrıtanımaz” duruşu alenen dışa duran bir karakteri vardır. Bir diğer ifadeyle, Yeni Ateizm, “tanrı inkârını açıkça seslendiren, insanların tanrı inancını eleştiren, hatta onları vaz geçirmeye çalışan ve bu amaçla dini karalayan, onu yaşanan dramların baş sebebi sayan bir tutumu anlatır.” (Baloğlu 2021) “Yeni Ateist” kavramı da ateist duruşunu açıkça seslendiren, inançsızlığını kararlı bir biçimde ifade eden, dinleri ve müntesiplerini itham etmekten, karalamaktan çekinmeyen kimseyi anlatır. Bu türün merkezinde “Din bir kötülüktür!” jargonu vardır. Belirtmek gerekir ki, tanrı ve din karşıtlığında destek aldığı felsefi temel, klasik ateizminki ile aynıdır. Bununla birlikte, dijital teknolojiyi büyük bir maharetle kullanan yeni ateistler, bağnaz bir din ve tanrı eleştirisini felsefe üzerinden değil, bilim üzerinden yaparlar. Onlara göre, din, ilerleme karşıtıdır, hiyerarşiyi ve eşitsizliği meşrulaştırır, terör ve savaşları kışkırtır; akıl, mantık ve bilime düşman bir kurumdur, ilkel bir hayat tarzıdır. Neticede, “inançsızlık” irrasyonel şiddetin yegâne panzehiridir. Son tahlilde, “Yeni” kavramı, “şimdinin ateizmi ile geçmişin ilkel ateizm(ler)i arasında bir ayrım çizgisidir.” Tanrı’yı ve dini reddeden yeni ateistler, bu ikisinin karşısına aklı ve bilimi konumlandırırlar. İnancın tapınağında Allah’a tapmaktan vazgeçenler, aklın tapınağında bilime tapmaya başlarlar. Olup biten, yalnızca bir makyaj tazelemedir. (Baloğlu 2021).         

İnternet üzerinden açılan din karşıtlığı cephesinin giderek daha sistemli ve örgütlü bir yapıya dönüştüğünü söylemek gerekecektir. Bizim yerli internet ateizminin fikri temellerinin Batılı İslam karşıtları kanalından beslendiği –üzücü de olsa– bir vakıadır. Bu çağdaş ‘öncü’ ateistlerin fikirlerinden etkilenen ve beslenen dünya çapında sayısız genç vardır. Bu gençler, sosyal medya üzerinden faaliyet gösteren bloglar, webloglar, sohbet odaları gibi sitelere takma adlarla üye olmuş dudumdadırlar. Kullandıkları adlar düşündürücüdür: ateist, dinsiz, düşünen ateist, meçhul, özgür, nihil, nihilist, agnostik vb. Bu tür yerli sitelerde üç özellik öne çıkar. İlk olarak, basmakalıp sözler, sloganlar, jargonlar üzerinden korkunç bir din düşmanlığı mevcuttur. İkinci olarak, tartışılan konularda genellemeci, indirgemeci yargıların yanı sıra sığ, derinlikten yoksun bir bilgi yoksunluğu da dikkat çeker. Son olarak ise, dindarlar ve inanç sahipleriyle alay etme, onları argo kelimelerle niteleme söz konusudur. Bu gençleri kuşatan hal, karamsar, nihilist bir şüpheciliktir. Dini, ‘bronz çağı efsaneleri’, dini inanç sahipleri ise ‘gerici yobazlar’ kabul eden bu inanç karşıtlarının derin bir kin ve nefretle taciz etmeleri, dinlerle alay etmeleri internet üzerinden yürütülen din tartışmalarının temel stratejisini oluşturmaktadır. (Baloğlu 2017: 22).

Bu ateistler, kendileri gibi olmayan ve düşünmeyen kimseleri ötekileştirme, aşağılama ve alaya alma, düşmanlaştırma tutkusundan kurtaramamaktadırlar. Bu inançsızlar grubu, Batı’daki benzerleri gibi, saldırgan, militan ateizmin genel bir özelliğini kusursuzca yansıtırlar. Bu, dinleri olumsuzlamaktır, daha doğrusu, radikal bir din karşıtlığıdır. (Buhari 2021: 310-11). İçine düştükleri “sahte şüphecilik” hali ile kendi anlam dünyalarını sorgulamakla kalmayan, nihayette inançlarını da terk edenlerin durumu bir “varoluşsal tehcir”e denk düşer. Bu tehcir hali, histe, fikirde, kalpte, eylem ve söylemde İslam’dan uzağa savruluştur; “çok ciddi psikolojik bedeller pahasına” varoluşsal vatandan uzaklaşmadır. (Buhari 2021: 11-20).

Benzer bir görüşü savunan anlayışa göre de, dünyanın hakikat yitimine uğramasıyla birlikte, gerçekte varlık hiyerarşisindeki imtiyazlı yerinden vazgeçme pahasına inancından vazgeçen modern bireyin başına gelen hal, “tınısızlığın mekânına savruluştur.” Mesele, yaşam sanatının sekteye uğraması bir tını yitimiyle, varoluşun tınısını kaybetmesiyle sonuçlanmıştır. İnsan ve insanlık adına varlık ilişkisinin yitiminin ardından gelen daha başka kayıplar söz konusudur: uzağın yitimi, yakının yitimi, güzelin yitimi, şahsiyetin yitimi, eğitimin yitimi, zamanın yitimi, sükûnetin yitimi, hikmetin yitimi, irfanın yitimi. (İnce 2021). Varoluşun kıymetini bilemeyenlerin kefaretini ödemek zorunda kaldıkları kayıplardır tüm bunlar. “Tanrı”, onlar için “dünyadaki en korkunç şeydir.” Ergenliklerini erotizmin, siyasetin ve ahlâkın birbirine “boca edildiği” tek bir kabın içine atıldığı bir ortamda geçiren gençlerin hakikat yitimi modern dünyanın en büyük trajedisidir. Sadece gençlerin değil, ebeveynlerin de Tanrı’yla ilgilenmediği, hiç yokmuş gibi davrandığı bir iklimde ahlâka olan özlem de değersizleşmiştir. (von Hörvàth 2021: 17, 63, 64, 74, 78). Bu kayıpların telafisi giderek daha bir imkânsız hal almaktadır, zira tüketimci kapitalizm bu telafiye imkân vermemek için mesaisini gençliği avutacak ve oyalayacak yeni icatlara hasretmiş vaziyettedir.

Günümüz gençleri arasında inanç yitimine uğrayanların kendilerince çeşitli gerekçeleri vardır. Kimi, Tanrı’nın varlığını ve yokluğunu kanıtlayamadığı için agnostik takılmaktadır. Kimi, Tanrı’nın olmadığına kesin olarak ikna olmuştur. Kimi, Tanrı’nın varlığını ispat arayışından yorulmuştur. Kimi ise, insanın işine karışan ve cezalandıran bir Tanrı’yı kabullenmekte zorlanmaktadır. İnkârcılığın gerekçelerine göre, tanrıtanımazlığın tanımları da değişmektedir. Ateizm, kimine göre, dinlerin ve tanrıların varlığını inkâr etmektir. Kimine göre, dinlerin öngördüğü bir Tanrı’ya inanmamaktır. Kimine göre, irade ve bilinç sahibi bir yaratıcının reddedilmesidir. Kimine göre, Tanrı inancının yoluğu iken, kimine göre de, tasarlayan, insanların işine müdahale eden, mükâfat ve ceza yağdıran bir Tanrı’nın bulunmadığıdır. Ve nihayet, kimine göre ateizm, akıllı bir yaratıcının reddidir. (Korkmaz 2019: 24-29). İnancı kaybetmenin, inancın karşısında inatla durmanın, inancı reddetmenin, inanca çetin bir muhalefet yapmanın gerekçeleri ve inançsızlığın tanımları ne olursa olsun bir hususun farkında olmak şarttır. Çağın modern insanı kazanma, harcama, tüketme ve haz almanın ardında enerjisini tüketirken, en temel insani ve ahlâki değerlerinden de teker teker vaz geçmektedir. Bu halin arz ettiği manzara, “sönmüş bir bilinç, çökmüş bir zihin, tükenmiş bir irade, kendinden uzağa düşmüş bir kişilik, cendereye sıkışmış bir kalp ve bunalmış bir ruhtur. Bu trajik durum, yitik anlam haritalarının tek kalemlik ağır faturasıdır.” (Baloğlu 2020: 89).

Son sözler

İnanç karşıtlığının yalnızca modern dönemlerin bir olgusu olduğunu düşünürsek yanılırız. İnanca ya da dine karşı inatçı duruş dün vardı, bugün var ve yarın da var olacaktır. Bugün modern eğitim anlayışının bu karşıtlığı cesaretlendirmede ve nicelik bakımından artırmada bir etkisinin olduğunu göz ardı edemeyiz. Zira günümüz modern eğitim anlayışı modernitenin temel dinamikleri üzerine kuruludur. Varlığı ve bilhassa da “kendini bilme” üzerine yoğunlaşan ve “deruni/içsel” bir seyahat olarak görülen kadim bilgelikten (İnce 2021: 29), “harici/dışsal” olana odaklanma, kendi bedeni ve doğa dâhil var olanı tüketme ve sömürme üzerine kurulu “natüralist” eğitim anlayışı söz konusu karşıtlığın yükseliş trendine geçmesinde önemli pay sahibidir. Bütün imkânlarını insafsız bir rekabet ve performansa, ahlâksız bir israf ve tüketime kilitlenmiş bir insanı üretmek için seferber eden kapitalist ve neoliberalist bir eğitim sistemi bu gidişattan sorumludur. Kapitalizmin en öncelikli hedefi, şartlar ne olursa olsun, mekanik üretim-tüketim çarkının durmaksızın 7/24 dönmesini emniyete almaktır. Bu minvalde, maddenin önüne geçecek, onu gölgeleyecek mana arayışlarını sekteye uğratacak araçları keşifte fevkalâde mahirdir. Aşkın’la irtibatı koparmanın, bir başka deyişle, fani olan ile ebedi olan arasındaki ilişkiyi tarumar etmenin yollarını arar, bu mümkün değilse, unutturmak, askıya almak için çabalar. Zira nihai hedefi, kadim bilgeliğin “statik ve dikey” ilişkisinin yerine kapitalist-neoliberalist modernitenin “dinamik ve yatay” ilişkisini monte ederek mekanik ve sentetik düzlemde yaşam sürdürme kabiliyetini haiz bir türedi-insanı (robot) imal etmektir. (İnce 2021: 29). “Ben astrofizik okudum, biyoloji okudum. Bizim eğitim (…) çok iyiydi, evrimi dibine kadar okuttular.” (Korkmaz 2019: 79) diyen bir ateistin sözleri sanırım burada söylenenleri açıklayıcı mahiyettedir.     

Bilimin ruhani ve ahlâki sorular karşısında sessizliğinin sona ermesine az kaldığını, dolayısıyla İnancın Sonu’nun yaklaştığını söyleyen Sam Harris, tarihteki benzerleri gibi tarihi bir yanılgıya düşenlerden yalnızca biriydi. Esasen bu durum, inanç karşıtlarının ortak bir özelliğidir. Dinin ya da İnancın Sonu’nu konuşmak onların ortak hobisidir. Bu konuda yapabildikleri tek şey gönüllerindekini tamama saymaktır. Ne zaman din ve bilhassa da İslam dini söz konusu olsa, onu terörle aynileştirmek, terörün kaynağı ve sebebi görmek de bu inanç karşıtlarının bir başka ortak noktasıdır. Hâlbuki gayet iyi bilirler ki, terör, Terry Eagleton’un dediği gibi, kendilerinin karanlık bir parçasıdır, Batı’nın inkâr ettiği gayrimeşru çocuğudur. (Eagleton 2021: 82). Bu duruşlarıyla bilinçli olarak bir yandan İslamofobik ırkçılığı yemlerken, bir yandan da dini insanı bozan bir “şeytani” sistem olarak gösteren din düşmanları (koyu/militan ateistler), her nedense, kapitalizmin şeytaniliğini pek gündeme getirmezler. Dahası, varoluşun derin sorularını gençlerin ellerine tutuştururlar, çünkü içinden çıkacak donanıma sahip olmadıklarını gayet iyi bilirler. Bu soruları küresel medyaları ile sürekli “popüler” tutarak her vesileyle dillerine doladıkları “ilerleme” mitine zarar vermemesi için sıradanlaştırırlar. Onlar için ilerleme, “ahiret yaşamı”nın liberal-rasyonalist tercümesidir. (Eagleton 2021: 84).

Bugün inanç inkârcılarının Yüce bir Yaratıcı’ya duyulan fıtri bir ihtiyaç anlamına da gelen Hakikat arayışından tamamen vazgeçerek araçsal aklın ve seküler bilginin alacakaranlığında “emin” liman olarak keskin bir din ve Tanrı karşıtlığına demirlemeleri onlar adına büyük bir talihsizliktir. Niye mi? Görüntüde yiğitliğe leke sürdürmeseler de ruhun derinlerdeki dip akıntılarını dindirmeye güçleri yetmez. İptal ettikleri dinin yerine modernitenin değerlerini, reddettikleri kutsalın yerine liberalizmin kutsallarını ikame edeceklerdir. Ruhun derin dip akıntıları fazlasıyla rahatsız ve huzursuz edicidir, nihayette ruh masörlerinin, ruh çağırıcılarının, Kabalacıların, yogacıların kapılarını çalmaları şaşırtmamalıdır.

Öyle ya, inanç adına tutundukları şeyler modern, çağdaş ve seküler olsun da nasıl olursa olsun. Yeter ki, dini ve Tanrı’yı çağrıştırmasın. Başta demiştik, inanç karşıtlığı dayanılmaz bir inatçılıkla yüklüdür.

İnatçılığı irsidir. Atası kim mi? Onu da siz bulun…


Kaynakça

BALOĞLU, Adnan Bülent, (2017), “Sanal Dünyanın Seyyar Ateistleri”, Diyanet Aylık Dergi 320.

BALOĞLU, Adnan Bülent, (2020),  Son Hurafe: Deizm, Ankara: DİB Yay.

BALOĞLU, Adnan Bülent, (2020), Kayıp Kimliklerin Bilinç Tıkanması, Ankara: DİB Yay.

BUHARİ, Ömer Kemal, (2021), Varoluşsal Tehcir: Yeni Batı ve Dönüştürücü Şiddet, İstanbul: İnsan Yay.

EAGLETON, Terry, (2021), Akıl, İnanç ve Devrim, İstanbul: Tellekt Yay.

von HÖRVÀTH, Ödön, (2021), Tanrısız Gençlik, çev. Gülperi Zeytinoğlu, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yay.

İNCE, Adem, (2021), Varoluşun Tınısı, İstanbul: İnsan Yay.

İNCE, Adem, (2021), Eğitilmiş İnsanın İmali: Günümüz Eğitim Anlayışı Üzerine Bir Deneme, İstanbul: İnsan Yay.

KORKMAZ, Arif, (2019), Ateizmin Psiko-Sosyolojisi: 21. Yüzyıl Türkiye’si Örneği, Konya: Palet Yay.

de SADE, Marquis de, (2021), Tanrı’ya Karşı Söylev, Ankara: Fol Yay.

SSCB YAZARLAR KURULU, (2019), Bilimsel Ateizm, çev. Cazim Gürbüz, İstanbul: Berfin Yay.

TANİLLİ, Server, Voltaire ve Aydınlanma, İstanbul: Cumhuriyet Kitapları.    

HABERE YORUM KAT

3 Yorum