1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. İki baba iki oğul veya esaretin bedeli
İki baba iki oğul veya esaretin bedeli

İki baba iki oğul veya esaretin bedeli

Muhsin Kızılkaya, esaretin hazin öyküsünü değerlendirdiği yazısında Joseph Stalin ile Şeyh Şamil’in oğulları üzerinden yaşadıkları imtihana dikkati çekiyor.

25 Kasım 2025 Salı 14:28A+A-

İki baba iki oğul veya esaretin bedeli!

Muhsin Kızılkaya / Habertürk


 

“Babalar ve oğullar” deyince aklımıza hemen bir roman ismi gelir amenna ama aslında Doğu’nun “Rüstem ve Sohrab” masalından Batı medeniyetinin temel metinlerinden birisi olan “Oidipus Efsanesi”ne, Turgenyev’in aynı adlı romanından Dostoyevski’nin “Karamazof Kardeşler”ine kadar herkesin üzerine çok şey söylediği, edebiyatın da sanatın da kayıtsız kalmadığı oldukça mühim bir meseledir babalar ve oğullar meselesi.

Baba oğul ilişkisi bir ilişkiden çok bir trajedidir tarih boyunca. Doğu’nun Rüstem ile Sohrab hikayesi ile Batının Oidipus Efsanesi, şaşırtıcı bir biçimde aynı düğümle bağlanır birbirine; kader tarafından birbirlerine düşürülen aile bireylerinin dramıdır bu düğüm.

Rüstem, oğlu Sohrab ile cenge durur. Oğlu babasıyla çarpıştığını bilir, baba ise oğluyla çarpıştığını bilmez, bu bilgisizlikle de oğlunu öldürür Rüstem. Oidipus’ta ise tersi bir durum var, oğul babasını bilmeden öldürür. Yön ters ama ayna, aynı ayna. Her ikisinde de hadise “karanlık bir bilinmezlik” yüzünden meydana gelir.

Doğu’da kader insana rağmen işler, onu durduramazsın, yazgı böyledir çünkü. Kader hemencecik kabullenilir, ona teslim olur beşer. Batı insanı ise kadere kolay kolay boyun eğmez, onu yenmek için uğraşır. Kaderi çözmeye çalıştıkça ona daha çok yaklaşır. Batıda kader çözülmek istenen bir sırdır, çözülünce acıya dönüşür.

İki destan da bize der ki: İnsan en ölümcül yarasını çoğu zaman kendi evinden, kendi kanından alır. Hikayeler ve kahramanları tarih boyunca değişir; fakat acının biçimi asırlardan beri aynıdır.

*

Babalar ve oğullardan bahisle, iki baba ve iki oğul hikayesine götüreceğim bugün sizi izninizle. Biri 19. Yüzyılda yaşanmış, öteki 20. Asırda. İkisinin de mekânı aynı, Rusya’da geçiyor iki hikâye de ama birisi bir ateist, öteki ise Müslüman bir babanın hikayesidir. Ateist olan aslında Batı; Müslüman olan ise Doğudur. Ateist olan tarihin gördüğü en zalim diktatörlerden birisi olan Joseph Stalin, Müslüman olan ise “gerilla”savaşının mucidi, Rusya’daki Çeçenlerin, Acarların, Dağıstanlıların Ruslara karşı verdikleri destansı mücadelenin sembol ismi, Kafkas Kartalı Şeyh Şamil’dir. Stalin, Hitler’in askerlerine esir düşen oğlu Yakov’u düşmanın “merhametine” büyük bir soğukkanlılıkla bıraktı, onun canını kurtarmak için yapılan teklifi elinin tersiyle itti; Şeyh Şamil ise yüzlerce savaşçının hayatına karşılık oğlu Cemaleddin’i, Rus Çarının esir almasına yüreğine taş basarak rıza gösterdi. Stalin, oğlunun ölümüne devleti ve ideolojisi uğruna razı oldu ve işine baktı; Şeyh Şamil ise oğluna tekrar kavuşmak için mücadele etti, sonunda teslimiyetin şartlarına razı olsa da kalbi ile siyasi aklı arasında sıkışıp can çekişti.Stalin’in oğlunu kurtarmayı ret edişi her şeyini bir ideolojinin emrine vermiş ve o ideolojiye göre biçim almış bir devlet adamının taşlaşmış yüzünü; Şamil’in oğlunu geri aldığında yaşadığı hüzün ise bir babanın acılı yüreğinin içini bize gösterdi.

*

O halde baştan alalım hikayeyi:

19. Asırda, Kafkasya’nın Müslüman halkları Çeçenler, Avarlar, Dağıstanlılar Ruslara karşı ayaklanmış, isyanın sembolik lideri, daha sonra tarihe “Kafkas Kartalı” namıyla geçecek olan Şeyh Şamil’dir. Şamil, tekmil Kafkas mücahitlerinin “İmamı”dır. Amacı Kafkas ufkunda yaşayan Müslümanları askeri güç haline getirip, daha sonra aralarında siyasi bir birlik kurarak esaretten kurtarmaktır. Kafkas dağlarında dünyanın en büyük gerilla savaşını başlatır, Rus konvoylarını vurur, asker öldürür, kaleleri (günümüzün karakolları) ele geçirir, Kafkas mülkünde geniş bir “İmamet” kurar, Çar’ın gönderdiği, “Gelin, adaletin şefkatli kollarına teslim olun” diyen bütün mektuplarını yırtıp atar, bazen de mektuplara cevap verir, her cevabi mektubunda “Dağlılar özgür doğar, özgür yaşar. Biz Allah’ın dinini ve işgal edilmiş toprağımızı savunuyoruz” der de başka bir şey söylemez. Bu yüzden Şamil, o zamana kadar Rusya’nın başına bela kesilmiş, günümüzün moda deyimiyle en büyük “terörist”tir. (“Terörist” kelimesi henüz dolaşıma girmediğinden Rusların Şamil için o zamanlar uygun gördüğü sıfat, “imparatorluğun en büyük düşmanı”ydı.)

*

1839 yılında Rus Çarı Birinci Nikolay’ın 10 bin askerden oluşan ordusu, Ahulgo Kalesi’ne çekilmiş olan Şamil’i ve aralarında kadınların, çocukların da bulunduğu üç bin taraftarını kuşatır. Kuşatma yamandır. Ne Şamil’in teslim olmaya ne de Rusların kuşatmayı hafifletmeye niyetleri vardır. Üç aylık bir direnişin sonunda Rus General Grabe, Şamil’e bir elçi yollar; elçi Şeyh’in şu mesajıyla geri döner:

“Ölümü sevgili gibi kucaklayan ve şehitliğe susayan insanlara esaret teklif etmek boş şeydir. Generale git ve de ki, eğer insanlıktan nasibi varsa, aylardan beri toplarına hedef aldığı yüzlerce müdafaasız kadın ve aciz çocukların hemen kaleden çıkarılması ve açıkta kalan binlerce şehidin gömülmesi için hiç olmazsa on beş günlük bir mütareke yapalım.”

Bunun üzerine General’in aklına şeytani bir fikir gelir. Elçiyi tekrar yollar. Elçi Şeyh Şamil’e şu mesajı götürür:

Şamil, yedi yaşındaki oğlu Cemaleddin’i rehin verirse eğer, kalede mahsur kalan kadınların ve çocukların tahliyesine izin verilecektir!

Şamil bir süre düşünür ve teklifi kabul eder. Bağrına taş basarak, gözyaşlarını içine akıtarak canından çok sevdiği küçük oğlu Cemaleddin’i Ruslara teslim eder.

*

Ruslar Cemaleddin’i alıp Petersburg’a götürürler. Çar onu himayesine alır. Çocuk sarayda büyümeye başlar. Çarın amacı, çocuğu kullanarak babanın direncini kırmaktır. O günden itibaren tam 20 sene boyunca Şamil, oğlunu bir daha göremez.

Cemaleddin, Petersburg sarayında bir şehzade gibi muamele görür. O bir “rehineden” çok,“terbiye edildikten sonra Rusya’nın hizmetine girecek bir aristokrat” adayıdır artık. Askeri mühendislik mektebinde okumaya başlar. Fransızca, Rusça öğrenir, matematik, mühendislik ve askeri eğitimden geçer. Yakışıklı, zeki bir delikanlıdır. Kısa süre zarfında Rus aristokratları arasında namı yürür, popüler bir figür haline gelir, sivrilir, sevilir. Birçok kaynak ondan, “Zarif, kibar, disiplinli ve olağanüstü bir delikanlı” olarak bahseder.

Cemaleddin büyüdükçe arasında kaldığı iki kimlik onu sıkıştırmaya başlar. Bir yanı geniş kanatlı kartalların uçtuğu haşin Kafkas dağlarında, oranın muhteşem doğasında, babasının haklı mücadelesinde, yavaş yavaş hayatından çıkmakta olan dininde; bir yanı da her gece muhteşem baloların düzenlendiği, herkesin Fransızca konuştuğu, havyar yiyip şampanya içtiği saray eğlencelerinde, Rus aristokratları arasında bir eli yağda bir eli balda süren günlerinde, Çarın sağladığı geniş imkanlarda, gördüğü modern eğitimde ve önünde uzanan sürprizlerle dolu yeni hayatındaydı. Artık Rusça konuşuyor, günlük hayatını bir Rus gibi idame ettiriyor, aristokrat arkadaşlarıyla oturup kalkıyor, hatta zaman zaman bir Rus subayı gibi davranıyor. Ama ne zaman bir başına kalsa, babası, anavatanı, orada özgürlük uğruna canını veren soydaşları gelir aklına, parçalanmış benliğine bakıp kederlenir. Bir süre sonra Petersburglu aristokrat bir ailenin kızı olan Prenses Elizabeth Oruzbayeva adında narin bir kıza aşık olur ve kısa süre zarfında onunla evlenmek için hazırlıklara koyulur.

Babası onu Ruslardan kurtarmak için olmadık çareler arar, eylemler yapar ama hiçbir girişimden sonuç alamaz. Tam bu sırada Çara, Şamil’den yeni bir teklif gelir. Şeyh, esir aldığı iki Rus generale karşılık oğlunu istemektedir!

Çar Nikolay gitmiş, yerine İkinci Aleksandr tahta çıkmıştır. Şamil’in teklifi yeni çara iyi bir teklif olarak gelir, iki generale karşılık bir genç adam… Teklifi kabul eder ancak bir sorun var, bu sefer de Cemaleddin gitmek istemez! Buradaki hayattan, aşık olduğu kadından vazgeçmek ona zor gelir, ayrıca düşündükçe, babasına dair çok az hatıra gözünde canlanır. Ama Ruslar kararlıdır, onu gönderecekler! Limanda nişanlısından ayrıldığında ikisi de gözyaşlarını içindedir.

Kafkasya’ya, anayurduna bir yabancı olarak ağlaya ağlaya gider Cemaleddin. O artık her şeyiyle bir Rus’tur çünkü. Kılık kıyafeti yabancı, tavırları bir Rus subayı tavırları, dili aksansız Rusçadır. Herkes bu duruma şaşırır. Şeyh Şamil, 20 sene sonra oğluyla karşılaştığında hem azıcık gururlanır hem de onda gördüğü değişime şaşırarak hüzünlenir. Cemaleddin ise babasını gördüğünde daha çok şaşırır. Kafkasya artık onun yurdu değil, karşısında durduğu bu yorgun ama mağrur adam da onun babası değildir. Bulunduğu yeri yadırgar, Petersburg’u, oradaki hayatını, arkadaşlarını ve en çok da nişanlısını özler. Bu özlem bir süre sonra onda ince hastalık olarak nükseder. Yataklara düşer, hiçbir derman kâr etmez, henüz 26 yaşındayken veremden ölür. Oğlunun ölümü üzerine Şeyh Şamil, “Ruslar oğlumu benden aldıkları gün onu çoktan öldürmüşlerdi, bana geri verdikleri cesediydi,” der. (Şeyh Şamil, aralıksız olarak yürüttüğü 35 yıllık savaşın sonunda Ruslar tarafından yakalanır. Çar, karanlık bir zindana atmak yerine ona sarayının sınırları içinde bir konak tahsis eder, ömrünün son demlerinde bir esir olarak hacca gitmek ister, Çar ona da izin verir, zahmetli bir yolculukla Hicaza gider, hac vazifesini yerine getirdikten sonra orada vefat eder.)

*

Stalin’in büyük oğlu Yakov, onu doğurduktan kısa bir süre sonra 1907’de tifüsten ölen ilk karısından olmadır. Stalin, onu Gürcistan’daki akrabalarına bırakır, Moskova’ya götürmez. Yakov, büyük bir duygusal boşluk içinde annesiz babasız büyür. Babası hemen hemen hiç arayıp sormaz. Son derece mesafeli ve soğuk bir ilişkidir baba-oğulun ilişkisi. Zalim babaya göre oğlu “zayıf”, “kararsız” ve “kırılgan”dır, bir süre sonra mecburi onu Moskova’ya getirir ama ona karşı hep “duygusal olarak reddedici” bir tavır takınır. Travmalarla yetişen çocuk gençliğinde tabancayla intihara teşebbüs eder, ama beceremez, bu girişim üzerine babası Stalin, “Mermiyi israf etti pis herif” der. 1932 yılında, Ekim Devrimi on beş yaşına girdiğinde, dünyanın en geniş yüzölçümüne sahip ülkenin toprakları üzerinde yaşayan 170 milyon insanı katı yönetimi altında inim inim inleten diktatörün ikinci eşi Nadezhda Alliluyeva, bu güce erişmiş adeta bir korku abidesi haline gelmiş dünyanın en güçlü adamına yapılabilecek en büyük kötülüğü yapar; Kremlin’in loş, herkesten uzak, adeta izole bir odasında kafasına tabancayı dayayarak intihar eder. Kadının intiharı çok uzun bir süre halktan gizlenir. Bu sır intihar asla Kremlin’den dışarı çıkmaz.

Yakov büyüdükten sonra, babasının hiçbir zaman eksik olmayan öfke patlamalarına karşı koyma cesaretini gösteren tek Rus olur. Asker olmak ister, Kızılordu’ya topçu subayı olarak girer. Orduda Stalin’in oğlu olmasından dolayı özel bir muamele görmez, ayrıcalık yaşamaz. İkinci Cihan Savaşı başlayınca Yakov devasa havan toplarıyla cepheye gönderilir. Almanların Sovyetler Birliği topraklarında fırtına gibi estikleri dönemdir bu dönem. Geçtikleri her yeri yakıp yıkıyor, viraneye çeviriyorlar. Günlerden bir gün Teğmen Yakov’un mensubu olduğu tümen aniden kuşatılır. Bir topçu subayı topunu asla düşmana bırakamaz, okulda bunu öğretmişlerdi ona. Kaçmayacak, silahıyla birlikte ölecekti! Kaçan arkadaşlarına inat, o topun başında bekler, öldürülmez, esir alınır. Oğlunun esir düşmesini Stalin soğukkanlılıkla karşılar, “Benim oğlum esir düşmez. Eğer esir düştüyse artık benim oğlum değildir,” der.

Alıp esir kampına kapatırlar Yakov’u, esir kamplarında böyle böyle iki yıl geçirir. Naziler, propaganda amaçlı, bir sirk hayvanı gibi memleketlerinin her yerinde onu dolaştırarak teşhir ederler. Ellerindeki koca Stalin’in oğludur! 1943 yılının Ocak ayının sonunda bu kez Alman feldmareşal Paulus ve bir iki general daha Rus birlikleri tarafından esir alınır. Bu hadise, Stalingrad savunması sırasında vuku bulmuştur. Almanlar, esir değiş tokuşu teklifinde bulunurlar. Stalin’in oğluna karşılık birkaç Alman generali… Stalin teklifi gözünü kırpmadan ret eder.

*

Bir esir kampında Stalin’in oğlunun nasıl öldüğünün hikayesini Çek romancı Milan Kundera, meşhur romanı “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği”nde anlatır. Kundera’ya göre Yakov’un nasıl öldüğünü 1980 yılında Sunday Times gazetesinden öğrendi bütün dünya. Yakov, bir grup İngiliz subayıyla birlikte bir kamptalar. Aynı kenefi paylaşıyorlar. Stalin’in oğlu her defasında kenefi leş gibi bırakıp çıkıyor. İngiliz subaylar bu durumdan mustarip… Yakov’u uyarırlar. Yakov öfkelenir, tartışma çıkar, hadise kamp komutanına gider. Ama kibirli Alman komutan bu “boktan meseleyi” konuşmak istemez. Yakov, içine düştüğü yüz kızartıcı duruma çok içerlenir. En yakası açılmadık Rusça küfürleri ardı ardına sıralayarak, kampı çevreleyen elektrik verilmiş dikenli tellere kendini atar. Hedefi doksandan vurur, bedeni tele çakılır. İngilizlerin kenefini artık hiç kimse leş gibi bırakmayacak! Kundera devamında şunları yazar:

“Stalin'in oğlunun işi zordu. Eldeki bütün kanıtlar babasının oğlanı peydahladığı kadını öldürdüğünü gösteriyor. Oğul Stalin, hem Tanrı'nın Oğlu (babasına Tanrı gibi tapıldığı için) hem de O'nun dışladığı idi. İnsanlar ondan çift yanlı korkuyorlardı; onlara hem gazabı (ne de olsa Stalin'in oğluydu) hem de lütfu ile (babası, dışladığı oğlunu cezalandırmak için onun arkadaşlarını cezalandırabilirdi) zarar verebilirdi.

İtilmişlik ve ayrıcalık, mutluluk ve ıstırap -kimse karşıtların nasıl kolaylıkla birbirlerine dönüştüklerini, insan varoluşunun bir kutbundan ötekine geçmek için kısacık bir adımın yeteceğini Yakov'dan daha somut anlayamamıştır.

Derken, tam savaşın başında Almanlara tutsak düştü ve ona zaten her zaman tiksinç gelmiş anlaşılmaz, burnu büyük bir ulusun üyeleri olan öteki tutsaklar, onu pis olmakla suçladılar. Omuzlarında en yüce bir dram taşıyan (düşmüş bir melek ve Tanrı'nın Oğlu olarak) kendisi, yüce bir şey için (Tanrı ve melekler katında bir şey) değil de bok yüzünden mi yargılanacaktı? Dramların en yücesi ile en alçağı bu denli baş döndürecek kadar birbirine yakın mıydı?

(…)

Eğer itilmişlik ve ayrıcalık aynı kapıya çıkıyorsa, eğer yüce ile değersiz arasında bir fark yoksa, eğer Tanrı'nın Oğlu bok yüzünden yargılanıyorsa, insan varoluş boyutlarını kaybeder ve dayanılmaz ölçüde hafifler. Stalin'in oğlu kendini elektrikli tele attığında, tel örgü acınası biçimde havaya dikilmiş, boşlukta sallanan bir terazi kefesi gibiydi; onu havaya kaldıran ise boyutlarını kaybeden bir dünyanın sonsuz hafifliği...

Stalin'in oğlu bok yoluna can vermişti. Ama bok yoluna ölmek saçma bir ölüm değildir. Ülkelerinin sınırlarını doğuya doğru genişletmek için canlarını gözden çıkaran Almanlar, ülkelerinin gücünü batıya doğru yaymak için ölen Ruslar -evet, onlar budalaca bir şey uğruna öldüler ve ölümlerinin ne bir anlamı ne de bir genel geçerliği var. Savaş denen şeyin genel budalalığı içinde, Stalin'in oğlunun ölümü tek metafizik ölüm olarak beliriyor. (Milan Kundera, “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği”, İletişim Yayınları, s.251-253)

*

İki ayrı çağda, aynı ülkenin iki farklı coğrafyasında, iki ayrı dine mensup iki baba ile iki oğlun trajik hikayesi, esaretin hatıra defterinden yükselen hazin bir çığlık olarak yankılanıyor şimdi tarih kitaplarının tozlu sayfalarında.

Stalin’in oğlu Yakov, babasının en muktedir olduğu bir zamanda Almanlara esir düştüğünde, onun sahip olduğu mutlak gücün ona hiçbir faydasının dokunmayacağını yaşayarak öğrendi kısa süre zarfında. Stalin, Hitler’in takas teklifini ret etti; “Bir general bir askere değiştirilemez” dedi. Bunu demekle aslında bir general ile bir evladı değil, bir ideolojiyle bir kalbi tartıya çıkarmıştı. Oğlunun canına kıymalarına cevaz verdi.

Kafkas dağlarında, oğlu Cemaleddin için yüreğinin sınırlarını tekrar çizen Şeyh Şamil ise takası kendisi önerip oğluna kavuştuğunda, esaretin her zaman prangayla gelmediğini, bazen günümüzde “asimilasyon” kavramıyla izah edilen şekil verilmemiş ucube bir kimlikle geldiğinin farkında değildi. Cemaleddin’in kimliği Rusya’da kaybolmuş, Yakov’un guru ise bir esir kampında ayaklar altına alınıp çiğnenmişti. Biri babasının gücünün kurbanı, diğeri babasının direnişinin bedeliydi. İkisinin de esaretle imtihanı, babalarının yüreğine paslı bir bıçakla kazınmış derin bir yara olarak kaldı.

Bazen bir liderin en hazin yenilgisi, bir babanın en sessiz acısında gizlidir.

 

 

 

HABERE YORUM KAT

2 Yorum