1. HABERLER

  2. ETKİNLİK

  3. Düşünsel krizden çıkış: Müslümanca düşünmeyi yeniden keşfetmek
Düşünsel krizden çıkış: Müslümanca düşünmeyi yeniden keşfetmek

Düşünsel krizden çıkış: Müslümanca düşünmeyi yeniden keşfetmek

Özgür-Der Diyarbakır Şubesi’nde “Düşünsel Krizden Çıkış: Müslümanca Düşünmeyi Yeniden Keşfetmek” konulu panel düzenlendi.

13 Şubat 2022 Pazar 19:30A+A-

Özgür-Der Genel Sekreteri Musa Üzer ve Araştırmacı-Yazar ve Müfessir Ali Bulaç’ın konuşmacıları olduğu panel Özgür-Der Diyarbakır Şubesi konferans salonunda gerçekleştirildi.

Suat Yıldız’ın sunumu ve Abdulhalim Eyüboğlu’nun Kur’an tilavetiyle başlayan programda Tuncay Yerlikaya yöneticilik yaptı.

Yerlikaya yaşanılan düşüncel krize dikkat çekerek Müslümanların bir düşünsel yenilenmeye ihtiyaç duyduğunu ifade etti. Panelde Müslümanların batılı paradigmaya karşı kendi paradigmalarını nasıl inşa etmeli sorusuna cevap aranacağını söyleyen Yerlikaya, programın iki oturumdan oluşacağını hatırlatıp sözü Ali Bulaç’a bıraktı.

diyarbakir-3-001.jpg

Konuşmasının ana başlıklarının içerisinde bulunduğumuz durumun sebepleri ve buna ilişkin çözümler olacağını ifade ederek sözlerine başlayan Ali Bulaç, ilk etapta mevcut küresel durumun fotoğrafını çekmek gerektiğine işaret etti.

Bulaç, 1990lı yıllarda Fukoyama’nın öne sürdüğü Tarihin Sonu tezini hatırlatarak bu teze göre; bütün sorunların çözüldüğü, felsefenin kapısının kapandığı ve bütün beşeriyetin-yeryüzünde yaşayan insanların içine dahil olacakları sistemin liberal demokrasi olduğunu ifade etti. İlgili kitabın sonunda ise ‘bütün sorunları çözdük, çözemediğimiz tek bir sorun kaldı: can sıkıntısı’ manalarına gelen cümlenin yer aldığına değinen Bulaç; birkaç sene sonrasında tarihin sonuna gelinmediğini anlaşıldığını vurguladı.

1994 yılında Huntington’ın ortaya attığı Medeniyetler Çatışması tezinin başta ABD ve Batı tarafından yeni bir dünya politikası haline getirildiğini böylece; küresel, bölgesel ve ulusal düzeyde yeni bir çatışma dönemine girildiğini ifaden eden Bulaç, bu çatışmanın niteliğinin değiştiğinin altını çizdi.

Yaşadığımız mevcut dünyaya ve bu dünyanın yol açtığı problemlere dair değerli izahatlarda bulunan Bulaç’ın öne çıkan konuşma başlıklarını derlediğimiz şekliyle istifadenize sunuyoruz:

Mevcut Küresel Durumun Fotoğrafı

Mevcut küresel duruma bakıldığında tüm dünyada ülkeler, bölgeler ve sınıflar arasında eşitsizlik giderek derinleşiyor. Mevcut dünyanın ikinci önemli özelliği ise nüfus artışı ve iktisadi büyümeye dayalı bütün modellerde çatışmanın; yeni unsurlar üzerinde sürmesine yol açtığıdır. Bu unsurlardan öne çıkanları enerji, gıda ve su kaynaklarıdır. Önümüzdeki dönemde çatışmaya sebep olacak temel faktörler işte bu üç unsurdur.

Kur’anda kenz adı verilen sınırsız sermaye ve güç biriktirme doktrini bu üç kaynak üzerindeki çatışmayı daha da yoğunlaştıracaktır. Kapitalizmin temel varsayımını sürdüren sistem, sınırsız sermaye biriktirme sürecinde; başlangıçta köylü ve işçi sınıfının enerjisini sonra tabiatın enerjisini ve daha sonrasında kadınların, çocukların ve hayvanların enerjisini seferber etmektedir.Sistem içi muhalefet ve alternatif bir paradigma olarak ortaya çıkan sosyalizm ve komünizmin de temel yönelimi iktisadi büyüme ve maddi refah arzusudur.

Bu Sürecin Öne Çıkan Sonuçları

Bu sürecin en önemli sonuçlarından biri anlam ve amaç kaybıdır. Neden iktisadi faaliyete katılıyoruz? Hayatın anlamına ve amaca dair varoluşsal soruları bu süreç önemsizleştirmekte ve gündemden çıkarmaktadır.

Savaşlar nedeniyle ekolojik dengenin ve canlı hayatının tehlikeye girmesine neden olmakta; açlık ve yoluk tüm dünyada yaygınlaşmakta, mülteciler sorunu gündeme gelmektedir. Doğudan batıya; güneyden kuzeye doğru bir iltica akışı vardır.

Özgürlüklerden çok baskıya doğru bir gidiş vardır. ABD’de Trump’ın iktidara gelmesi bunun bir göstergesiydi.

Yine bu süreçte; ailenin dağılması, cinsel sapkınlıklar, alkolizm ve uyuşturucu bağımlılığı, tüketim-gösteri-teşhir kültürünün yaygınlaşması ve sahih olmayan dini inançlara kitlelerin itibar gösterdiğim istifikasyonlar ortaya çıkıyor.

Bu temel sorunlara karşı liberal demokrasi sofistike yöntemler geliştirse de çözüm sağlayamadı, eşitsizliği gideremedi. Bu sorunları kendi içinde tolere edip adeta anestezi yaparak sürdürmeye devam etti. Diğer önemli bir seçenek sosyalizm idi. Ancak pratikte sosyalizmin kapitalizm karşısında tutunamadığını görüyoruz.

Yeni Bir Küresel Sisteme Olan İhtiyaç

Tüm bunlar bizlere yeni bir küresel düzene olan ihtiyacı göstermektedir. Birincisi insana varoluşsal sorunlarını hatırlatacak hayatına anlam ve amaç katacak bir felsefeye ihtiyaç vardır. İkincisi herkes için iyi ve herkesin çıkarına olacak; ortak ahlaki değerler üzerinde mutabakata varmak gerektiğidir. Kur’an’a göre bu maruftur. Bunlar bütün din müntesipleri için ortak iyi ve ortak çıkara dayalı bir mutabakata varıldığı ahlaki normlardır. Her dinden, mezhepten, felsefi inançtan, kültürden insan topluluklarının barış içinde bir arada yaşayabilecekleri bir yaşama modeli ile tabii kaynakların meşru biçimde kullanılmasına dayalı eşitsizliği giderici bir bölüşüm modeli geliştirilmelidir. Aksi halde çatışma devam edip gidecektir.

İslam Dünyasının Durumu

İslam dünyasındaki siyasi rejimler dini monarşiler, diktatörlükler ve otokrat rejimler olmak üzere üç ana gruba ayrılır.  Otokrat rejimlerin ana özelliği temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanmış olmasıdır. Düşünce, ifade, din ve vicdan özgürlüğü kısıtlanmıştır. Bütün İslam dünyasında bu geçerlidir. Kuvvetler birliği vardır. Bağımlı ve güdümlü bir yapı vardır. Kaydı hayat bir şekilde yönetimde olan iktidarlar vardır. Batıda ise iktidarın belli periyotlarda şiddet kullanılmadan seçimle el değiştirmesi vardır, bu büyük bir kazanımdır.

Sosyal duruma bakıldığında toplum kutuplaşmış durumda, nepotizm yaygın, grup dayanışması ve asabiyet her şeyin önünde yer alıyor, ahlaki yozlaşma rüşvet ve yolsuzluk toplum tarafından yaygınlaşmış ve kabul görmüştür. Kaynaklar belli bir zümre tarafından kontrol ediliyor. Kitleler iktidara yakın değillerse istifade edemiyor bu kaynaklardan.

Ekonomi alanında ise üretime dayalı olmayan bir zenginlik var. Verimsiz ve önceliği olmayan yatırımlar söz konusudur. Gelir adaletsizliği muazzam boyutlara ulaşmıştır. İsraf ve savurganlık ise derinleşmiştir.

Dış politikaya baktığımızda hiçbir ülke tek başına ayakta kalacak durumda değildir. İİT üyesi 56 İslam ülkesi arasında ulusal rekabet, soğuk çatışma ve sıcak savaş vardır. Her ülke veya ülkeler grubu küresel bir grubun himayesi veya vesayeti altındadır.

İslam Dünyasında Çatışma

İslam dünyası tek bir kavram ile ifade edilecek olsa bu kavram çatışma olur. İslam dünyası çatışan bir dünyadır. Bunlar; din müntesipleri, mezhep mensupları, etkin gruplar, yöneten-yönetilen, yoksul-zengin arasında çatışma, ülkeler arasında çatışma, STK-cemaatler arasında çatışma, laik-anti laikler arasında çatışma, kadın-erkek çatışması ve mülteciler dolayısıyla ulusa mensubiyeti öne sürenler ile dışarıdan gelenler arasında çatışmadır.

Mağlubiyetten Kurtulmak İçin Ne Yapılmalı?

İçerisinden bulunduğumuz mağlubiyetten nasıl kurtulacağız sorusuna dair 19.yyda İslamcıların tespit ettikleri hareket noktasının hala doğruluğunu koruduğunu düşünüyorum. Buna göre Kur’an ve sünnete dönüş, içtihad kapısının açılması, cihad ruhunun uyandırılması -tabii ki cihadın terörden ayrılması lazımdır-, geleneğin yeniden kritik edilmesi, Müslüman olmasa dahi beşeriyet tecrübesinden istifade edilmesi ve hikmet ve hikmet sevgisinin yeniden diriltilmesi önemlidir.

İslamcılığın bugün dört ayaklı bir kubbesi olmalıdır. Bunlar; özgürlük, ahlakı yeniden diriltmek, ahlaki temelde bir davet yapmak, hukuk ile adaleti öne çıkarmak ve ihtiramdır. Barışa ihtiyacımız vardır. Peki kimlerle barış yapılmalıdır? İnsan öncelikle öz benliği ile barışmalıdır. Ardından insan; canlı hayat ve tabiat ile, öteki ile ve Allah ile barışmalıdır.

Ali Bulaç’ın ilk oturuma ilişkin sunumunun ardından moderatör Yerlikaya sözü Musa Üzer’e verdi.

diyarbakir-4-001.jpg

Konuşmasına Müslümanca düşünme kavramını ele alarak başlayan Musa Üzer “Düşünme olayını salt zihinsel bir etkinlik olarak değerlendirmek hatalıdır. Müslümanın düşünme ameliyesi ahlak ve amelden kopuk olamaz. Oysa batılı paradigmanın rasyonel akıl ve entelektüele yüklediği anlamda onun ahlaki ve amel zorunluluğu yoktur. Bu durum daha başlangıçta önemli problemlere yol açmaktadır. Özellikle ilahiyat alanında, Müslümanaydın vb. kişi ve çevrelerde bu durumu görmek mümkün.” ifadelerini kullandı.

Yaradılış gayesine en uygun hayat süren varlığın Müslüman olması beklendiğini ve bu uygunluğa ilişkin dinin vaadinin insanın bedbaht olmayacağı olduğunu vurgulayan Üzer, günümüz Müslümanının içerisinde bulunduğu bunalım-kriz haline dikkat çekti. Zihinlerde yer alan ile ameller arasındaki derin kopuşda irdelendiğinde durumun beklenilen ile uyuşmadığını ortaya koydu. Bu inanılan ve amel edilen arasındaki kopuşun bir kültürel şizofreniye tekabül ettiğinin altını çizerek; neden Müslümanların beklenilenin ve olması gerekenin aksine yaradılış gayesine en uygun hayatı süremediği sorusuna yanıt aradı.

Üzer’in konuşmasının öne çıkan satır başlarını derleyerek aktarıyoruz:

Kadim Mirasımızla Kurduğumuz İlişki

Bizim düşünsel kriz ve benzeri konulara ilişkin bazı kabullerimiz, ezberlerimiz söz konusu. Buna göre modern dünyaya ilişkin yaşanılan problemler çok çetindir ve gelenek; hurafe, bidat ve çürümüşlük ile kuşatıldığından bunlara cevap veremiyor. Peki aynı zamanda modernizme de teslim olmak istemeyen bizler bu durumda ne yapacağız?

Bu kabullerimiz dün için kısmi doğrular içeriyor olsa dahi günümüzde sorgulanması gereken bir düzlemdedir. Özellikle modern ve post-modern kuşatılmışlık sürecinde tarih ve toplum değerlendirmemizin yeni baştan ele alınması elzemdir. Temeli vahiy ve sünnet-i seniyye olan tarihsel-kadim miras ile kurduğumuz ilişki yanlış bir temelde kurulmuştur. Bu durum Müslümanlar adına ortaya konan tüm düşünce birikimlerini, kültür alanlarını kapsamaktadır. Kadim mirasımızla kurulacak ilişkinin reddetme odaklı değil anlamaya dayalı olması gerekmektedir.

Nasıl Bir Dünyada Yaşıyoruz?

İçinde yaşadığımız hayatı, sorgulamaya pek tâbi tutmaksızın; olağan, normal, sıradan, doğal bir hayat olarak görüyoruz. Oysa içinde yaşadığımız hayat, insanlık tarihinde karşılaşılandan tamamen farklıdır. Bizim muhatap olduğumuz hayat; teorize edilmiş ve örgütlenmiş bir hayattır. Hayatın hiçbir ünitesi kendi başına bırakılmış değildir. Kutub’un bahsediyor olduğu cahiliye kavramıyla da ilişkilidir bu durum.

Bu cahiliye kavramı genellikle siyasal alan çerçevesinde algılandı oysa bugün görüyoruz ki bu algılayış; çok dar, yanıltıcı ve eksik bir değerlendirmedir. Hayatın siyasal, sosyal, eğitimsel, sanatsal, sportif, askeri, ekonomik vb. tüm alanları teorize edilmiş ve örgütlendirilmiştir. Son iki-üç asırdır Kuzeybatı Avrupa’da ortaya çıkan ve sonrasında tüm bir insanlığa dayatılan bu modern-post-modern süreçle insanlık hiçbir zaman karşılaşmamıştı. Bugün doğuya da batıya da gitseniz; kuzeye de güneye de gitseniz; Yahudi, Budist yahut Marksist de olsanız o modern paradigmayı yaşamak ve onun içinde olmak zorundasınız.

Neden Kuşatıldık?

Müslümanların din telakkisinde iman etmek kazanılmış bir müktesebat gibi değerlendiriliyor. İman sonrasındaki düşünce ve eylemlerin zorunlu olarak dine ait olduğu gibi bir düşünce benimseniyor. Oysa imana dayalı düşünce ve eylem ilişkisinin her an canlı ve dinamik bir şekilde kurulması gerekir. Fakat bu ilişkinin yaşatılmadığı görülüyor.

Bu noktada neden kuşatıldık sorusu önem arz ediyor. Kuşatılmışlığın nedenlerinden biri muhatap olduğumuz paradigmayı hafife almak, tahfif etmektir. Oysa kabul edelim ki karşı karşıya olduğumuz paradigma; kendi kendini tahkim eden-üreten, kendisine karşı olanı dahi kendisine çok kolay benzetebilen, dönüştürebilen, eklektik hale getirebilen bir içeriğe sahip. Bu da modern ve post-modern paradigmanın ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor.

Bu bağlamda zamanın ruhunu yakalama söyleminin de problemli olduğu görülmelidir. Bu ifade ve anlayış bizleri mevut olana adapte olmaya, uymaya sevk etmektedir. Müslümanlardan da beklenen şey bu değişim ve dönüşüm süreçlerine adapte olmaktır Oysa resul-u ekremin örnekliğinde hayat değişkenlikler üzerine kurulan bir yaşayışa veya pratiğe sahip değildi.

Hangi Hayatı Yaşıyoruz?

Hangi hayatı veya kimin hayatını yaşıyoruz sorusunu yalnızca politik-siyasal düzlemde algılamamalıyız. Elbette siyasal düzlem önemli bir parametredir ancak hayatın tüm ünitelerine ilişkin düşünmeliyiz bu soruyu. Modern paradigmanın bizi kuşatışını geçiştirici ve derinlikten uzak şekilde yapmamalıyız. Bu kuşatış bizlerin gayb tasavvurundan ahiret, ahlak, adalet, insan anlayışımıza kadar nüfuz edecek pozisyondadır. Bu nedenle hangi hayatı yaşadığımıza ilişkin daha derin ve sık sorgulamalar yapılmalıdır.

Yeni ve Sofistike Kuşatılmışlık

Modern dünya kiliseden aldığı birikim ile hümanizmayı oluştururken tanrı yerine bir insanlık tanrısı üreterek akıl ve bilim ışığında bu dünyada bir cennet vaat etti. Ancak bunu başaramadı. İki dünya savaşına sebep olan, milyonlarca insanın ölmesiyle sonuçlanan, ekonomik bozukluklara yol açan Aydınlanma; başarısız bir projedir. Bu başarısızlığın arından Aydınlanma kendi içinde yeniden üretim yaparak post-modern paradigmayı üretti. Mutlak hakikat anlayışı dağılıp her bireyin adeta tanrı olduğu ve özgürlük söylemine dayalı yeni bir paradigma oluşturuldu. Bu özgürlük söylemi; Müslümanların dini kabullerine, sünnete, cemaatlere, emri bil maruf nehy anil münker sorumluluğuna karşı olarak geliştirilmekte. Bu yeni ve sofistike kuşatmaya karşı Müslümanların işinin kolay olmadığını kabul etmeliyiz.

İlk oturum sunumlarının ardından; dinleyicilerin yazılı soruları da dikkate alınarak devam eden ikinci oturum sürecine geçildi.

diyarbakir-5.jpg

İkinci oturumda Bulaç, İslam Dünyasının ihtiyaç duyduğu bir usul meselesine dair önemli açıklamalarda bulurken Üzer; sünneti seniyyenin kurucu, örnek, koruyucu, sınırları belirleyici yapısı üzerinde durulması gerektiğine dikkat çekti.

Katılımın oldukça yoğun olduğu program ikinci oturumun ardından nihayete erdi.

diyarbakir-2-002.jpg

diyarbakir-6.jpg

HABERE YORUM KAT

9 Yorum