1. YAZARLAR

  2. MUSTAFA YILMAZ

  3. Bugün Puthanede İbrahimiz! Yarın Ne Olacağız?
MUSTAFA YILMAZ

MUSTAFA YILMAZ

Yazarın Tüm Yazıları >

Bugün Puthanede İbrahimiz! Yarın Ne Olacağız?

28 Aralık 2015 Pazartesi 14:04A+A-

Mü’min hayret makamında yaşayan insandır. Çünkü yaratılışın ayetleri bizleri hayrete düşürecek kadar büyük ve muhteşemdir. Kur’an bir kelimeler mucizesidir. Kelimeler Kur’an’da kelama dönüşmüş ve ruh kazanmıştır. Kur’an’a iman eden Resul de yaşayan bir Kur’an olmuştur. O halde her mü’min yaşayan bir Kur’an’dır yahut böyle olmalıdır.

Nebi(as)’ın terbiye edip yetiştirdiği mü’minler ordusu, yaşayan Kur’anlar ve yaşayan ayetler olarak yeryüzüne yürüdüler. Toprak bu ayetlerle bereketlendi. Gök bu ayetler üzerinde tulu etti. Hava bu ayetlerle doldu. Su bu ayetlerle coştu. Dağlar bu ayetlerin karşısında eğildi. Yağmur bu ayetlerin bereketiyle yağdı. Deryalar bu ayetlere omuz vermek için gemileri aldı götürdü. Kur’an ve onu yaşayan mü’minler yeryüzüne yayıldıkça dünya yeni bir nefesle soluklandı. Zulmün saltanatları sallandı. Merhamet zulme galip geldi. Karanlık korkusundan kayboldu.

Mü’min insan karanlığın ve putların üzerine yürüyen insandır. Nebi Muhammed(as)’a tabi olan mü’minler bütün bir insanlığın sevgi ve merhamet dolu birikimine tabi olmuş olurlar. Nasıl ki Muhammed AS, bütün Nebilerin birikim ve mesajlarının hülasası ve nihayeti ise, Nuh’un, Lut’un, Salih’in, Şuayb’ın, Musa’nın, İbrahim’in, Yusuf’un, Zekeriya’nın, İsa’nın ve diğer Nebilerin varisi ise, mü’min insan da bütün bu birikimin varisi ve tabisi olur. Bundan daha büyük bir mürüvvet ve şeref var mıdır?

Aziz İslam bir varoluş davasıdır. Bu dava, karanlığa karşı aydınlığın, zulmete karşı nurun, zulme karşı adaletin, küfre karşı imanın, şirke karşı tevhidin, hırsızlığa karşı paylaşımın, nefrete karşı merhametin, bene karşı bizin, batıla karşı hakkın, hurafeye karşı hakikatin, Batıniliğe karşı Nebevi Sünnetin, mezhepçiliğe karşı ümmetçiliğin, Pers Şiizmine ve Emevi Sultacılığına karşı Hz. Ömer’in gür sesidir.

Aziz İslam ve baki mesajı olan Kur’an bizlere bilgiyi, inancı ve ameli öğretmiştir. Allah’ı, varlığı, hayatı ve hadisatı anlamak, anlamlandırmak ve kuşatmak için bilgiye muhtacız. Bilgiyle akledeceğiz. Aklettikçe beşerlikten insanlığa, şeytanilikten rahmaniliğe, çamurluktan Ahsen-i takvime ulaşır insan. Bu bir kemalat veya evrim değildir. Bu büyük bir olma halidir. Akletmeyenlerin üzerine Allah maddi ve manevi pislikler, gerilikler, zilletler ve sömürüler indirir.

Böylece bilgi bizim ilk azığımızdır. Bilgi mi önce gelir yoksa düşünce mi ikilemini uzatmanın anlamı yoktur. Bilgi düşünceyi, düşünce de bilgiyi besler. Düşüncelerimizle bir inanç varederiz. İnancımız eğer bilgiye dayalı değilse köksüzdür. Her rüzgarda başka yöne eğilir. Yazın sıcağına da dayanamaz kışın boranına da! Bu nedenle Kur’an inancımızı bilginin sahih temelleri üzerine inşa eder. Dikkatlerimizi ayetler denizine yöneltir ve sorar: bak bakalım bir çatlaklık var mı? Bak bakalım bu kuşları havada kim tutuyor? Bak bakalım bu gemiler deryada nasıl yol alıyor? Bak bakalım bu dağları yeryüzüne bir denge unsuru olarak kim çaktı? Bak bakalım yağmurlardan sonra nasıl büyüyor başak? Bak bakalım, bak bakalım… ve daha nice sorularla bizim aklımızı faal hale getiriyor.

Sahibimiz Allah’tır. İnancımız ve bağlılığımız O’nadır. Rahmetli Aliya’dan mülhem diyebiliriz ki, bizler göklerin öğrencisi yeryüzünün öğretmenleriyiz. Kendimize güvenmeden, sahip olduğumuz imanı takdir edemeden bu işleri başaramayız. Müslüman yeryüzünde Allah’ın tutan eli, gören gözü, işiten kulağıdır.

İnsan bir muhacirdir. Ve her hicret bir inkılaptır. Durgun su kokar. Hareketsiz mafsallar kireçlenir. Su aktıkça coşkundur. Rüzgar estikçe hayat doludur. İnsan hareket ettikçe canlıdır. Hayat bütün unsurlarıyla bir hicret ve koşuşturma halindedir. Allah da her an yeni bir şa’n halindedir. Her an bir yaratma halinde. Müminler coşkun bir ırmak gibi dünyaya koşan insanlardır. Resul ve onunla birlikte Kur’an’ı gereği gibi tertilen okuyan mü’minler işte böyle bir miras bıraktılar bize.

Hikmet mü’minin şiarıdır. Hikmetle donanmadan ne Kur’an anlaşılır, ne hayat yaşanılır ne de İslam adına mücadele edilebilir. Allah hikmetini Resullerine ve onların yolunu sürdüren mü’minlere bağışlar. Bizler hikmete bilgiyle, çabayla, müşahede ile, müzakere ile, ayetler ve hadiseler üzerinde derinlemesine düşünerek ulaşırız. Ayetin ifadesi ile Allah kime hikmet vermişse ona büyük bir iyilikte bulunmuştur. Hikmet doğru, güzel ve iyi olanın yapabilme becerisidir.

Rabbimiz Hadid Suresinin 16. Ayetinde diyor ki: “İman edenlerin Allah'ı anma ve O'ndan inen Kur'an sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan bir çoğu yoldan çıkmış kimselerdir.”

Demek ki aradan zaman geçince, asırlar kara bir bulut gibi çökünce, dünya insanı yutmaya başlayınca, ayetler denizi adetler dünyasına inkılab edince insanın kalbi Allah’a karşı katılaşıyor. O halde ey insanlar artık Allah’a yönelerek kalplerinizi yumuşatınız, Allah’ı çokça anarak, O’nun size gönderdiği Kur’an’la yeniden kalplerinizi diriltiniz, sizden önce gelip geçen ehl-i kitap gibi olmayınız. Yoksa yoldan çıkmış kimseler olursunuz.

Aradan zaman geçince, tarih sayfalarını çoğaltınca, insan zamanın musahibi olmayı unutunca yeniden, yeniden ve yeniden imana çağırıyor Rabbimiz. İslam’ın kutlu mesajı dünya düşünceleri, dinleri ve ideolojileri karşısında birçok saldırıya uğradı. Fakat 14 asır sonra hala dipdiridir. Ne yazık ki aynı dirilik onun muhatabı olan Müslümanlarda kamilen görülmüyor.

Müslümanlar yüzlerce yıllık düşünsel ve siyasal saldırılar neticesinde dünya medeniyetler muvazenesinde geri kaldı. Bu gerilik hali Kur’an nimetini terk etmekle vücut buldu. İç çürümeler dış saldırılarla birleşinde inkıraz kaçınılmaz hale geldi. Aklı, içtihadı, direnişi, Kur’an’a ve Nebevi sünnete bağlılığı bırakınca, hurafeye, taklide, sömürüye ve batıl bilgi kaynaklarına yöneldi. Efsane ve risale İslam’ı Kur’an’a galebe çaldı.

Kulaklar sağırlaştı. Kalpler köreldi. Al İslam’a karşı Kara İslam, nebevi önderliğe karşı saltanat, Ebuzer’e karşı Kab’ul Ahbar zafer kazandı, Hüseyin’e karşı Yezid iktidara koştu. Kur’an mehcur, nebevi sünnet kayıp, batıni, tasavvufi risale ve efsane İslam’ı el üstünde tutulur oldu. Ve hala kabirlerden medet umuluyor, mesaj kabirlere kurban ediliyor. Ali’nin Şiası olduğunu söyleyenler çağdaş Yezitlerin sancağı altında toplanıyor. Zeyneb’in mezarında ağlayanlar etnik oligarşiye özenerek ümmetin çocuklarını katlediyorlar. Zeyneb’in mesajını taşımak değil, onun türbesinde putperestçe yerlere yatıp toprağa bulanmak, duvarlarına yüz sürmek kutsanıyor. Mefatihu’l Cenan ve Mükaşefetü’l Kulub Kur’an’a galebe çalıyor. Şehitlerimizin uğruna can verdiği idealler yasaklı ve baskı altındadır.

Müslümanlar geçmiş yüzyıllarda üç kopukluk yaşadılar. Bilgiden, hayattan ve tarihten koptuk. İlk düğme yanlış iliklenince diğerlerinin yanlış iliklenmesi mukadderdir. Bilgiden kopuş hayattan kopuşu, hayattan kopuş da tarihten kopuşu getirdi. Çünkü vahiy ilk olarak bilgiyle bir tasavvur inşa eder. Tasavvur yoksa hayat anlamını yitirir.

Allah ona merhamet etsin, Doktor Şeriati ‘Anne Baba Biz Suçluyuz’ kitabında şöyle diyordu: “Kur’ân Allah’ın adıyla başlayıp ‘nas’[halk]ın adıyla sona eren bir kitap! ‘Âsûmanî’ bir kitaptır ama, bugünkü müminlerin inandığının, imansızların kıyas edişinin ak­sine daha çok tabiata -yeryüzüne- yönelik bir kitaptır. Daha çok hayata, bilgiye, izzet, kemal ve cihada yönelik! Yaklaşık yetmiş suresinin adını insanı ilgilendiren konu­lardan alan bu kitap; yaklaşık otuz suresinin adını maddi fenomenlerden alırken, yalnızca iki suresinin adını iba­detlerden alan bir kitap!” “Bu kitap, ‘dostunun cehaleti’ ve ‘düşmanının hile­siyle’ yaprakları açıldığı günden beri, yaprakları masraflı olmaya başladı. ‘Metni’ terk edilip ‘cildi’ revaç buldu­ğundan beri adı ‘okumak’ anlamına gelen bu kitap, okunmaz oldu. Kutsama, teberrük ve mal kazanma işleri gördü. Toplumsal, ruhsal ve düşünsel mesele ve dertlerin cevabı bu kitapta aranmadığından beri, onda soğuk al­gınlığı, romatizma türünden bedensel hastalıkların şifası aranır oldu. Uyanıkken terk edip, yatarken başlarının üstüne asarak uyuduklarından beri, görüyorsun ki ölüle­rin hizmetine sunulmakta, ölüp gitmişlerin ruhlarına it­haf edilmekte ve sesi yalnızca mezarlıklardan duyul­maktadır.”

“Okumanın, düşünmenin, aydınlanmanın, kavra­manın, bilinçlenmenin, yol bulmanın [hidayet], ayağa kalkmanın [kıyam], amel etmenin kitabı olan Kur'ân; iz­leyicilerinin, yükümlülük, seçebilirlik [furkan] ve insani sorumluluğu adına önerdiği tek çözüm; ‘istihare’ olan, teberrük edilen bir kitap biçimine dönüştürüldü. İzleyi­cilerinin ona karşı görevi: kupkuru bir yüceltme, takdîs, ta’zim, teberrük ve öpmek… Abdestsiz el sürmemek, bir kılıfa geçirerek aynanın kenarına veya duvarın yüksek yerine asmak... Kundağın yanına, yeni evin kapısına, mi­safirin başucuna... Bazı sûreleri/ayetleri de cadıca işlevler, özel törenler, tılsım ve büyüler, cin ve romatizma, kovup-gidermeler, büyük büyülerin düğümlerini atmalar... için kullanılır oldu. Veya lohusa bir kadın ile ineğin sütünü çoğaltmak için.”

“...Fakat Kur’ân, kutsal rafından eğitim, öğretim ve düşünme sâikiyle inince, onlara; âhiretteki kurtuluşun bu dünyadaki kurtuluşa bağlı olduğunu, Cennetin yolunun, özgürlük, izzet, uyanıklık, bilgi ve bilinçten geçtiğini, bu dünyada zillet üzere ölenin orada zillet üzere kalkacağını, burada kör olanın orada kör olacağınıöğretti.”

Kur'ân, İslam’ın mesajını ve bu mesajı nasıl yaşaya­cağımızı ve hayatı nasıl inşa edeceğimizin bilgisini bizlere sunmaktadır. Kur'an ‘Ancak kendinden önceki kitapların doğrulayıcısı, her şeyin detaylı bir açıklaması ve iman edecek bir toplum için hidayet ve rahmettir.’ Hayat dina­miktir. Her an yeni bir varoluştur. Her an bir derinlik oluşturur. Bu derinliği kavramak ve onun fıkhını yaşa­mak için geçmişin tecrübesini taşımak her zaman yeterli olmaz. Geçmiş de her zaman sahih bir bilgi kaynağı ola­rak kullanılamaz. Dinamik hayata dinamik bir fıkıh gere­kir. Sabitelerin ışığında değişken olanı sürekli üreterek hayatı inanç ve ilke ekseninde şekillendirmek Müslü­man’ın sorumluluğudur. Hidayet rehberi olan kitap bu sorumlulukta insanın kılavuzudur.

Varlık Allah eksenlidir. Kur’ân’ın dili Allah ve in­san arasında bir iletişimdir. Kur’ân’ın göndermeleri in­sana olduğu kadar dönüşün, işlerin sonunun, hesap gü­nünün sahibinin de Allah’a olduğu sürekli hatırlatılır. Hayat insan merkezlidir. Hayatı inşa etmek, ona müda­hale etmek, insan topluluklarının yaşamını tevhidi bir zeminde adalet ve özgürlükle inşa etmek demektir.

Hayatın inşası için Allah ile sürekli bir irtibat gerekir. Bu irtibat yönelişle, ibadetle, çabayla, iyiliği yaygınlaş­tırmakla, kötülüğe engel olmakla, yardımla, cihatla sağ­lanır. Hayatın akışı Allah ile insan arasında sürekli bir ilişkiyi gerekli kılar. Bu ilişkide Allah ile ilişkinin kopa­rılması hayattan da kopuş demektir. Hayattan kopuş başka bir hayata teslimiyeti getirir. Din hayattır, dinden kopuş hayattan kopuştur.

Unutmayınız ki, düşünce dilin, dil hayatın, hayat da tarihin yatağı­dır. Hayat zaman içerisinde sürekli bir harekettir. Bu ha­reketin niteliği ve mahiyeti tarihin yönelişini ve karakte­rini oluşturur. Müslümanların tarih içerisinde ortaya koydukları tecrübe; tarihe yani onun hikâyesi olan ya­şanmış hayata sürekli ve toplu bir hareket olarak vazge­çilmez bir gelişim ve değişim şeklinde bakmaları ile te­cessüm etmiştir. Hayat ve varlık sürekli bir devinim içeri­sindedir.

Vahiy ve nübüvvet tarihe doğru istikameti vermek için yapılmış adalet ve merhamet müdahaleleri­dir. Adem’in yaratılışı ve dünya sahnesinde rol almaya başlaması tarihsel insani durumun mebdeini oluşturur. Bu süreç epistemik yarılmasını Habil ve Kabil kardeşlerin karşı kutuplarda rol almalarıyla yaşamıştır ve tarihi bir diyalektiğe dönüştürmüştür. Bu tarihi akış hak-batıl, tevhid-şirk, iman-küfür, güzel-çirkin, iyi-kötü, doğru-yanlış, adalet-zulüm, ıslah-ifsad, itaat-isyan şeklindeki karşılıklı bir mücadele olarak devam etmektedir.

Böylece konusu insan olan tarihin başlangıcını in­sanın yaratılışıyla kayıtlamak gerekir. Zaman tarih ırma­ğının yatağıdır. Tarih ise bir çevrimdir. Her şey Allah’tan gelmiştir ve Allah’a dönecektir. İlk yaratılış ameliyesin­den son ana kadar bu serüven devam eder. Son anda çev­rim tamamlanır ve insanlık ailesinin dünyevi tarihi za­man yatağında başlangıç noktasına geri döner.

O halde bilgiye, hayata ve tarihe dönüş gerekir. Tabii fıtrat dini olan İslam coşkun bir ırmaktır. İman eden insan bu ırmağın damlası ve ümmetler de dalgalarıdır. Durgun bir suya düşen damlanın dalga etki­sini görebiliriz. Fa­kat sular kabarınca damlalar dalgaya dönüşür ve tekil etkiler birleşerek kaybolurlar. O zaman ümmetlerin hayatlarından, toplulukların serüvenlerin­den, halkların yazgısından bahsede­riz.

Bütün bir varoluş Allah’ın ilmi, görmesi ve gözet­mesinde gerçekleşip durur. O halde bu varlık okyanu­sunda zamanın ru­hunun bize yüklediği görev nedir? Tevhîdi gerçeklik, varoluş tanıklığı bize nasıl bir görev yüklüyor? Varlık okyanusunda so­rumluluk bilinciyle, imanla duyumsayış nasıl gerçekleşir? İmanlarımızı bir hüsn-ü zan olma keyfiyetinden eylemle gür­büzleştirilmiş şahitliklere nasıl taşıyabiliriz? İmanlarımızın şa­hitliğini nasıl ve hangi ölçeklerde gerçekleştirebiliriz? Sorum­lulu­ğumuz özgürlük bilincimizden mi kaynaklanıyor? Öz­gür­lüğümüz sorumluluk bilincimizden mi besleniyor? Tarihin, toplumun ve kâinatın şahitleri olan insanlar ola­rak ne yapmalı­yız? Nasıl yapmalıyız? Niçin yapmalıyız? İnsanın, toplumun ve Allah’ın bizden beklentisi nedir? Bugün sorular bunlardır.

Bütün bu sorulara cevap vermek için kim olduğu­muzu, tarihi­mizi, bugünümüzü ve geleceğimizi tartışmak ve anlamak zo­rundayız. Kendini bilme, kendi olma, tari­hini ve toplumunu ta­nıma varlığımızı anlamlandıracak çabalardır. Tanıma ve so­rumluluk bilincini bir uyanış ve yönelişe dönüştürme nihaye­tinde düşünsel ve pratik bir inşa çabasını ifade eder.

Derinlikli olmayan her düşüncenin eninde sonunda yok olmaya mahkûm olduğunu unutmamalıyız. Bilgiye ve inanca dayanmayan her türlü sathilik oyalanmadan başka bir şey de­ğildir. Kur’ân bir kelimeler mucizesidir demiştik başta. Kelimelerin, kavramla­rın derinlikli dünyaları ve mucizevî göndermeleri sonsuz ve azametli bir bilgi kaynağını işa­ret eder. Kur’ân Allah’ın sonsuz ilim kaynağından bize sunulmuş bir çeşme gibidir. İnsan ise çölde susuz bir yol­cudur. Onun derin susamışlığı ancak böyle bir kaynaktan içmekle sükûnet bulur. İnsan bir muhacirdir. Bu dünya bir hicret yurdu­dur. Dö­nüş Allah’adır. İnancımızın temeli aşkın bir tevhîd anlayışıdır.

İnancımızın düşünsel, ‘felsefi’, sosyolojik ve siyasal te­mellerini ve iz düşümlerini tespit etmek ve geçmişin sahih tec­rübesini geleceğe taşımak sorumluluğu omuzla­rımıza yüklen­miştir. Tevhîd ve şirkin sosyolojisi bunu zo­runlu kılar. Islah ve ifsat ikilemi insani çelişkinin yol ay­rımıdır. Sloganları aşan de­rinlikli bir düşünceye muhta­cız. Sünnetullâhı dikey ve yatay boyutlarıyla kavrayacak salim bir akla ihtiyacımız var. Mevzile­rimizi mevzuları­mıza yatak yapmalıyız. İnancımızın, düşün­cemizin ve eylemimizin sıhhat şartlarını sürekli gözden geçir­meliyiz. 

Nereden geldiğini, nerede durduğunu, kim oldu­ğunu ve nereye yöneldiğini, bugünkü durumunun ne ol­duğunu ve gelecekte ne olacağını anlamaya yönelmiş bir çaba göstermeliyiz. Bu satırların yazarı da bu cümlelerin ilk sorumlusudur. Kur’an bozulmuş aklı ıslah ve inşa etmek için gönderilmiştir. Yeni bir akıl varetmeliyiz. Aklımız olduğunu düşünüyor ve bir misyon yükleniyorsak geleceği kuracak bir vizyon üretmeliyiz. Gayba taş atmanın alemi yok. Kutsal tarih anlatıları sadece bir avuntudur. Gelecek bugündür. Tarih geçmişte değil gelecektedir. Tarih yazmak isteyenler, avcıların değil de aslanların tarihini çocuklarına miras bırakmak isteyenler yarına yönelmelidir. Çünkü gelecek her zaman geçmişten daha büyük mucizelerle doludur. İslam geçmişin rivayeti değil geleceğin vadidir.

Coğrafyamız kanlar içerisindedir. Bu kanları dindirecek bir fedakarlık gerekiyor. Komplocu, Batıni, mezhepçi hastalıklara karşı adil, somut ve ümmetçi bir bakış kuşanmamız gerekir. Kahrolsun emperyalizm sloganları yetersizdir. İslam coğrafyasının yerli emperyalistlerini görmezden gelemeyiz. Krallık, şahlık, diktatörlük, Baasçılık ve Ayetullahçılık rejimlerinin zulümlerine karşı tutan el, söyleyen dil ve işiten kulak olmalıyız. İslam dünyası bir kriz döneminden geçmektedir. Hem içeriden hem dışarıdan büyük bir tazyik altındayız. Yeniden iman etmenin, yeniden akletmenin, yeniden içtihat etmenin, yeni bir siyaset dili ve yöntemi geliştirmenin, sünnetullah yasalarını yeniden ve tekraren okumanın zamanı çoktan gelmiş ve geçmektedir.

Zamanın şahidi olmazsanız zaman sizin şahidiniz olur. Zamanın şahitliği adildir ancak acımasızdır. Sizi haliniz üzere bırakır. Halimiz iyi değil ancak uyanış ümidimiz ve çabamız dipdiridir. Bütün bunca sorunun altından kalkmak işte bizim zayıf omuzlarımızdadır. Her omzu bir dağ gibi büyütmek de bizim elimizdedir. Her ne kadar bu günler zor günler olsa da Müslümanlar dünyanın öznesi olmaya adaydır. Unutmayalım biz zamanın şahitler olursak Allah’ın sünneti olan günler bizim için de dönecektir. Allah vadinden dönmez. Mallardan, canlardan eksiltmelerle, açlık ve korkuyla imtihan edileceğiz. Sabredenlere müjdeler olsun.

Bu gün puthanede İbrahimiz! Yarın ne olacağız? Sorumluluk, herkesin en iyi bildiği yoldan kaçmaya ça­lıştığı, herkesin korkudan titrediği zamanlarda bütün insanlar gibi korkuyu duyumsarken yola devam etmeyi, bir adım daha ileri gitme azmini, her karanlık vadiye bir kandil asmayı ve bu­nun için fedakârlık yapmayı gerekti­rir. Cenk meydanlarında çeng çalınmaz. Bu meydan pazu kuvvetinin gösterileceği mü­cadele meydanıdır. İman et­mek nöbete durmaktır. Nöbet yerini terk eden de ölümü hak etmiş demektir.

Haydin nöbete!

YAZIYA YORUM KAT

9 Yorum