1. YAZARLAR

  2. Ramazan Balcı

  3. Bediüzzaman Said Nursi'nin Ankara temasları
Ramazan Balcı

Ramazan Balcı

Yazarın Tüm Yazıları >

Bediüzzaman Said Nursi'nin Ankara temasları

09 Ocak 2011 Pazar 16:33A+A-

Milli Mücadele'nin başından beri İstanbul ile Ankara arasında bir kopukluk vardı. Kısaca hatırlamak gerekirse Sultan Vahdettin'in, olağanüstü yetkilerle Mustafa Kemal'i Samsun'a göndermesi ile Milli Mücadele fiilen başlamıştı. Ancak takip eden dönemde İstanbul ile Ankara arasındaki ilişkiler sağlıklı bir şekilde sürdürülemedi. Yunan zaferinden sonra da kopma noktasına geldi.

İstanbul için İngilizlerin farklı planlarından burada söz etme imkânına sahip değiliz. İstanbul halkının tarihî gelenekleri padişaha ve hilafet makamına bağlılıkları hâlâ devam etmekteydi. Damat Ferid Paşa'nın entrikaları ile alınan, Mustafa Kemal'in idamı, Millicilerin asi ilanı, padişaha ve halifeye isyan eden bir kısım maceracıların milleti tehlikeye sürükledikleri gibi kararlar halkı ve bürokrasiyi etkilemişti. İngilizlerin siyasi entrikalarına basının sorumsuz yayınları da eklenince İstanbul problemi, Türkiye için Yunan problemi kadar önem kazanmıştı.

İşgal günlerinde yayımladığı Hutuvat-ı Sitte isimli küçük bir risale ile "İngiliz'e dost olmanın, İslamiyet'e düşman olmak" anlamına geleceğini ikna edici bir şekilde ortaya koydu. Üst düzey bürokrasinin İngiliz Muhipleri Cemiyeti'ni kurduğu bir ortamda bu tavır önemliydi. Risalenin dağıtılmasında görev alan Eşref Edip'e göre "kefeni boynuna takmadan" böyle bir iş yapılamazdı.[1] . İngiliz siyasetine karşı kullandığı şiddetli dilin sebebi sorulduğunda verdiği cevap yine derin bir öfkenin izlerini taşıyordu:

"Sebep bir değil, bindir. Bana en ziyade şedid görünen mânen ahlâkımıza vurduğu darbedir. Edirne camiinde bir İslâm hocasının lisaniyle Venizelos gibi şeytan-ı zalime dua ettirdi. Merkez-i Hilâfette Müslümanlar lisaniyle hizbüşşeytan olan Yunan askerlerini kurtarıcı ilân ve karşısındaki güruh-u mücahidini cânî, zalim söylettirdi." [2]

Halifenin emirlerine itaat etmenin farz olduğu ya da Milli Mücadele'nin bir isyan olduğu hakkında verilen fetvaların ilmî bir değer taşımadığını izah ederken verdiği cevaplar önde gelen alimler ve halk üzerinde tesirli olmuştu. Bunlar bir fetva değil, bir hükümdü, hüküm vermek için ise her iki tarafın dinlenmesi gerekirdi. Vahdeddin'in konumu hakkında yaptığı değerlendirme ise bütün tartışmaları bitirecek ölçüdeydi: "Âlem-i İslam'ı Anadolu için, Anadolu'yu İstanbul için, İstanbul'u da saltanat için feda etmek gibi bir ihaneti, değil Vahdeddin gibi dindar bir zat, belki halife unvanını taşıyan en facir bir adam da isteyerek yapmaz. Demek, Vahdeddin tehdit altındadır. O halde ona itaat etmek, itaat etmemekle sağlanır." [3]

İstanbul'daki her türlü gelişmeyi yakından takip eden Ankara ve Mustafa Kemal, Darulhikmet'il-İslamiye'nin en şöhretli şahsiyeti olan Bediüzzaman'ın çalışmalarından haberdardı. Mustafa Kemal kendisini Mareşal Fevzi Çakmak, Van Valisi Mebus Tahsin Bey gibi önemli isimler aracılığı ile Ankara'ya çağırdı. [4]

Bu davet keyfiyetini Millî Müdafaa İmamı ve Alay Müftülerinden Osman Nuri Efendi ve diğer bazı dostları ile istişare eden Bediüzzaman önce talebelerinden Tevfik Demiroğlu, Molla Süleyman ve Binbaşı Bitlisli Refik Bey'i yollamış, daha sonra kendisi de gelmişti. [5]

Davetin resmî bir şekilde yapıldığı 9 Kasım 1922 tarihinde Büyük Millet Meclisi'nde yapılan hoşâmedi "Hoşgeldin merasimi"nden anlaşılmaktadır. Bitlis milletvekillerinin verdiği önerge özetle "Bediüzzaman Molla Said Efendi Hazretleri'ne hoşâmedi edilmesini teklif eyleriz." şeklindeydi. [6]

Ayrıca tören sırasında Meclis'te bulunan Siverek Mebusu Abdülgani Ensari ve Van Mebusu Tevfik Demiroğlu, Said Nursî'nin kürsüye gelerek Anadolu gazilerini tebrik ettiğini, zafer için dua ettiğini hatıralarında anlatmışlardı.[7]

Bediüzzaman'ın Ankara'daki faaliyetleri

Bediüzzaman'ın Ankara günleri, önemli kararların alındığı bir döneme rastladı. Saltanat henüz kaldırılmış, Lozan görüşmeleri yeni başlamıştı. Meclis'te iktidar mücadelesi kızışmaktaydı. Ali Şükrü Bey cinayeti bu süreçte işlenecekti. Daha da önemlisi, lider kadronun söyleminde keskin bir değişme gözlenmekteydi.

Bu yazının sınırları içerisinde etraflı bir şekilde değinemesek de bu dönem için hâlâ çözüm bekleyen soru, bu tarihe kadar Milli Mücadele beyannamelerinde dile getirilen, Büyük Millet Meclisi'nin "ruh-ı mazlum-ı İslam"ı temsil ettiği, Milli Mücadele'nin esir olan hilafet merkezini ve saltanat makamını kurtarmak için yapıldığı" ifadelerinin keskin bir şekilde niçin terk edildiğidir. Esasen bu sorunun cevabı, bu yazıda ele almaya çalıştığımız Bediüzzaman ile Mustafa Kemal arasındaki ilişkilerin ya da ihtilafın sebeplerini de izah edecektir. Bu konular genelde sakıncalı görüldüğü için resmî kaynaklar tatmin edici bir cevap verememiş, muhalif kesim ise çok sayıda -bir kısmı zandan ibaret olan- iddia ileri sürmüştür. Bunların en başında Lozan'da İsmet Paşa tarafından milli iradenin aksine, tarihî ve dinî kurumları tasfiye edecek şekilde tavizler verildiği ya da İngilizlerin bunları gizli maddeler olarak dikte ettiği iddiaları gelir. Ancak yaşanan süreç bu iddiaları güçlendirecektir.

Bu günlerde gündeme gelen Bediüzzaman'ın Mustafa Kemal'e yazdığı mektup ya da on maddelik beyanname yukarıda işaret etmeye çalıştığım soruya aranan cevapla yakından ilgilidir.

Bediüzzaman, Mustafa Kemal'in zaferden önce çizdiği portreye uygun olarak mektubunda "İslâm âleminin kahramanı Paşa Hazretleri'ne, Ey şanlı Gazi, yüce şahsiyetiniz hem başarılı ordunun hem de yüce Meclis'in manevi kişiliğini temsil ediyor" ifadelerini kullanmıştır.[8]

Ne var ki sonraki günlerde her iki taraf bu söylemi terk edecektir. Yani Mustafa Kemal dinî söylemi tamamen bırakacak, Bediüzzaman da mektubunun başından bu ifadeleri kaldıracaktır.

Bediüzzaman'ın Mustafa Kemal'in şahsında milletvekillerine yayımladığı bu beyanname bir kısım tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Beyannameyi zikreden Tarihçe yazarları, buna bağlı olarak "M. Kemal'in Divan ı Riyaset'te hiddetle "Biz seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikirler beyan edesin. Sen geldin namaza dair şeyler yazdın, içimize ihtilâf verdin." dediğini, Bediüzzaman'ın da "İmandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan hâindir. Hâinin hûkmü merduttur." cevabını verdiğini yazarlar. [9]

Bu olayı Bediüzzaman kendisi birçok eserinde ve mahkeme müdafaalarında zikretmiştir. Ayrıca olaya şahit olan bazı milletvekillerinin hatıralarında yer almıştır. Bunlar arasında, Erzurum'un eski meb'uslarından Yeşil oğlu Mehmed Salih, [10] Erzincan Milletvekili. Hüseyin Aksu, [11] Van Mebusu Tevfik Demiroğlu ve Siverek Mebusu Abdulgani Ensari vardır. [12]

Bütün bu anlatılanların gerçek olmadığını ileri sürmek bilimsel bir tutum değildir. Bu konuda insanları yanıltan, olaya bugünden bakmaları, Mustafa Kemal'in yarı mitolojik karizmasına göre olayı değerlendirmeleridir. Oysa bu imaj bu tarihten sonra ortaya çıkmıştır.

Lord Curzon'un Lozan'da Kürtlerin azınlık sayılmasına karşı çıkan Kürt delegeler için 'Bunlar vekil değil, Mustafa Kemal'in seçtiği adamlardır.' sözüne cevap veren Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya Bey Meclis'te şu konuşmayı yapmıştı "(...) Hâlâ Mustafa Kemal Paşalara kudretler, kuvvetler, birçok salâhiyetler isnad ederek burada bir Meclis değil, bir paşa olduğunu farz ediyorlarsa çok hata ediyorlar. Burada ancak ve ancak bir milletin kanaatinde hür, reyinde hür mebusları, vekilleri vardır. (Bravo sesleri) Paşa Hazretleri, buradaki arkadaşlarından mütekabil olmak şartiyle fazlaca hürmete mazhardırlar. (Hay hay sesleri) Bundan başka Paşa Hazretleri'nin, ne fazla bir salâhiyeti, ne fazla bir kuvveti ve ne de bir kudreti ve ne de dedikleri gibi mebusları, milletvekillerini tâyin edecek bir salâhiyeti vardır. (O da Ankara mebusudur, bir mebusdur sesleri.)[13]

Bir parça uzun olan bu alıntı o dönemde Mustafa Kemal Paşa'nın diğer milletvekillerinden pek farklı görülmediğini göstermesi açısından dikkate değer. Sonuçta kendi dönemi içerisinde böyle bir tartışmayı abartmamak gerekir.

Bediüzzaman'ın Atatürk ile tartıştığını I. ve II. dönem milletvekillerinden Ali Sürûrî Tönük şöyle anlatır:

"Takrîben akşam namâzı sıralarında Meclis dağılırken bakdım, Dîvân-ı Riyâset odasında Kemâl Paşa ile Bedîüzzaman Molla Saîd-i Kürdî arasında bir mübâhase var. Ben de dinledim. Bir sâat kadar imtidâd etti.

Mübâhasenin ibtidâsı; Bedîüzzamân'ın Kemâl Paşa'ya ve dahâ ba'z[ı] arkadaşlara yazdığı mektubda, namaz kılmalarını tavsiye etmesinden ve Mezheb-i Şâfi'î'de, târikü's-salâtın şehâdeti kabûl edilmeyeceğine nazaran Meclis'in ekseriyeti târikü's-salât ise, Meclis'in hükümleri ... ... ve gayr-i nâfiz olması lâzım geleceğini beyân etmesinden dolayı imiş.

Kemâl Paşa, meâl-i mektûbun siyâsete derkâr olan mahâzîrinden ve hiç olmazsa yalnız kendisine yazılsa idi bu mahzûrun o kadar vârid olmayacağından bahisle Bedîüzzamân'a darıldı. Bedîüzzaman da bu mahzûru düşünemediğini i'tirâf etdi. Bedîüzzamân da, evvelce biraz haşînce söylüyor idiyse de sonra te'vil ve tehaffüf etdi. Ve aralarındaki kırgınlık zâhiren zâil oldu gibi ise de herhâlde iki taraf da birbirine muğber kaldılar zan ederim."[14]

Heykel tartışması

Gündemin canlı konularından bir diğeri de Yenigün Gazetesi'nin başlattığı Atatürk heykeli yaptırma kampanyasıdır. Gazete haberine göre bu iş için bir komite teşkil edilmiş, bağış toplanmaya başlanmıştır. "Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa'yı asabiyetten şaha kalkmış bir at üzerinde gösteren tunç bir heykel" yaptırılacaktır..[15]

Tartışmalara katılan Fevzi Çakmak, Ankara ve İzmir'e birer "Zafer Abidesi" diğer cepheler için de birer "Kahramanlar Abidesi" inşa edilmesini önerdi.. "Bu zaferleri bize temin eden Büyük Millet Meclisimizdir" ifadesini kullanan Mareşal Çakmak,, zaferin şahıslardan çok millete mal edilmesi yönünde bir irade ortaya koymuştu. [16]

Bediüzzaman, Mektubat'ında üstü kapalı olarak bu konuya değinir. Ülkeyi Ayasofya Camii'ne benzetir ve ecdadın yoluna uymayan davranışların cami içinde şarkı söylemek kadar ayıp kaçacağını ileri sürer. Bediüzzaman adı geçen risalede isim vermez. Ancak hatıra sahipleri bu tartışmanın heykel etrafında döndüğünü aktarırlar. Bunlardan biri Afyon Mahkemesi avukatlarından Hulusi Bitlisi Aktürk'tür. "Müvekkilim Said Nursi, Ankara'da Atatürk'ün bir sorusuna karşı: 'Büyük Kur'ân'ımızın bütün hücumu heykellerle putlaradır... Müslümanların heykelleri ise hastahaneler, mektepler, yetimleri koruyacak yurtlar, ma'bedler, doğru yollar gibi âbideler olmalıdır...' cevabını vermiştir." ifadelerini kullanır. [17] Van Milletvekili Tevfik Demiroğlu da hatıralarında benzer ifadeler aktarır. [18]

Ayrılışa doğru

Bediüzzaman Ankara'dan ayrılmadan önce yaşanan iki ayrı olaya da değinmek gerekir. Bunlardan ilki Bediüzzaman'ın meşrutiyet günlerinden itibaren peşinde olduğu Medresetü'z-Zehra projesidir. Bu proje Meclis genel kurulunda kabul edildikten sonra 12.9.339 tarihinde Şer'iye ve Maarif encümenlerine sevk edilmiştir.[19] Bediüzzaman, konu henüz tamamlanmadan Ankara'dan ayrılır ve kanun teklifi de rafa kaldırılır.

İkinci konu İslamiyet'i reddetme ve toplumu Hıristiyanlaştırma projesinin resmî himaye gördüğüne dair endişelerdir. Bu düşünceyi Bediüzzaman "1922'de Ankara'ya gittim. İslâm ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını gördüm." şeklinde dile getirir. [20] Kazım Karabekir Paşa da kendisinin bizzat Mustafa Kemal Paşa tarafından böyle bir teşekküle davet edildiğini yazmıştır. [21]

Ankara'da gelişmekte olan havayı Milli Mücade ruhuna aykırı gören Bediüzzaman, kendisine yapılan umum vaizlik ve milletvekili yapılma gibi teklifleri geri çevirerek üzüntü içerisinde Ankara'dan ayrılmıştır.

Sonuçta bu olayları karşılıklı bir meydan okuma gibi algılamak yanlıştır. Bu süreçte takip ettiğimiz olaylar Osmanlı'da klasik ulema geleneğinin bir yansıması şeklindedir. Devlet adamları alimlere karşı sert bir üslup kullanmazlar. Nitekim Mustafa Kemal Paşa, en azından Milli Mücadele döneminde her gittiği yerde hocalara ve alimlere saygıda kusur etmemiştir. Bediüzzaman'ın davranışları da idareciler karşısında ilmin izzetini koruma geleneğinin bir devamı niteliğindedir. Bu Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellemin) en önemli sünnetlerinden biridir. Her şeye rağmen Ankara tecrübesi ona İslamî mücadelede yeni bir yol tutması gerektiğini anlatmış olmalıdır.

 

Dipnotlar:

[1] Eşref Edip, Risale-i Nur Müellifi Bediüzzaman'ın Tarihçe-i Hayatı, 3. b. s. 42
[2] Bediüzzaman Said Nursi, Sünühat, Tulüat, İşarat, s.15-16.
[3] Bediüzzaman, Risale-i Nur Külliyatı, Yeni Nesil Yay., s. 2057
[4] Mehmet Süleyman Teymuroğlu. "Muhterem Said Nursî'nin Doldurduğu Boşluk", Hilâl Dergisi, s. 13, Şubat 1969
[5] Şahiner Necmeddin, Son Şahitler, c. I, s. 222-226
[6] TBBM Zabıt Ceridesi, c, 24, s. 457, 9 Teşrin-i Sani 1338/ 22 Kasım 1922
[7] Şahiner, Son Şahitler, c. I, s. 255
[8] "İslam âlemi kahramanı Paşa Hazretleri" 23 Kasım 1922 Meclis Riyaseti 5/3218 Evraka 2/12/338 Hıfz; Habertürk Gazetesi, 3 Ocak 2011
[9] Bediüzzaman, Şualar, s. 418
[10] Bediüzzaman, El yazma Emirdağ Lâhikası, s.79
[11]Şahiner, Son Şahitler, s. 488
[12]Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat, c I, s. 557
[13] TBMM Zabıt Ceridesi, C. 26, iç. 180, 25 . 1. 1339 Perşembe
[14] Ali Sürûrî TÖNÜK, Hâtıra Defteri; Ankara'da Millî Kütüphânede, 06 mil YZA 9487 (Bu belgeyi bana ulaştıran Risaletashihcom.'dan Bilal Tunç'a teşekkür ederim)
[15] Yeni Gün gazetesi 15 Kanun-ı Evvel 1922 Ankara, nr. 672-1049
[16] Yeni Gün gazetesi 26 Kanun-ı Evvel 1922
[17] Afyon Müdafaaları Dosyası, zkr. Badıllı, Mufassal, c.1 s. 574
[18]Şahiner, Son Şahitler, c I, s.226
[19] Bu konuda ayrıntılı bilgili için bkz. Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat, cI, s. 560-570
[20] Bediüzzaman, Lem'âlar, s.170,
[21] Sebilürreşad c.4, nr. 86, Eylül 1950, zkr, Badıllı, Mufassal, c1, s. 543

ZAMAN

YAZIYA YORUM KAT