
“Anne, bom! Duydum.”
Geçen yıl ekim ayı başında başlayan ve 100 günü aşan Cibaliye mülteci kampı kuşatması sırasında İsrail'in aralıksız bombardımanı ve yıkımı aileleri hayal bile edilemeyecek durumlara sürükledi.
Melek Hicazi’nin electronicintifada’da yayınlanan yazısını Barış Hoyraz, Haksöz Haber için tercüme etti.
30 yaşındaki kadın hastalıkları ve doğum uzmanı Dr. İsra Ebu Rukba iki paralel savaş verdi: biri El Avde Hastanesi'nde hayati önem taşıyan sağlık hizmetlerini sağlamak; diğeri ise Ekim 2023'te İsrail saldırıları başladığında dokuz aylık olan kızı Meryem'i savaşın dehşetinden korumak.
İsrail saldırılarından önce İsra, o zamanlar Gazze'nin en büyük sağlık tesisi olan El-Şifa Hastanesi'nde köklü bir kariyere sahipti. Ancak İsrail'in soykırımcı saldırganlığı tırmandığında, ailesine yakın olmak için işini Cibaliye kampındaki çok daha küçük olan El Avde Hastanesi'ne taşıdı.
İsra burada kalıp ihtiyacı olanlara tıbbi yardım sağlamaktan başka seçeneği olmadığını biliyordu. Kendisi gibi El-Avde'de doktor olan kocası İmad ve kızlarıyla birlikte, evlerine sadece beş dakikalık yürüme mesafesinde olan hastaneye sığındı.
Ancak geçici bir süre kalacaklarını düşündükleri bu yer, kendilerini kapana kısılmış ve hayatta kalma mücadelesi verirken buldukları zorlu bir çileye dönüştü.
İsra, patlayıcı yüklü uzaktan kumandalı robotların bölgede devriye gezmesi ve yakındaki konutların sürekli yıkılması nedeniyle hastanenin “boğucu bir hapishane” gibi hissettirdiğini söyledi.
Bom!
Bölgedeki yoğun bombardıman düzenli olarak hastane camlarının onun ve ailesinin üzerine kırılmasına neden oluyordu. Kapılar ağır patlamalar nedeniyle çerçevelerinden koptu ve sürekli onarım ihtiyacı doğurdu.
Elektrik günde iki saatle sınırlıydı çünkü İsrail ordusu jeneratörler için yakıt girişine izin vermiyordu. Yakındaki bombalamalardan kaynaklanan tozun keskin kokusu giysilerine ve saçlarına sinmişti.
İsra ve ailesinin anlattığına göre, normalde sadece 30 hasta için yatak kapasitesi olan hastanede, personel ve hasta yakınları da dâhil olmak üzere 150'den fazla kişi kalıyordu. İlave yataklar eklenmiş ve servislerde yer olmaması nedeniyle hastalar acil serviste kalmak zorunda kalmış.
İsra, her patlamada küçük Meryem'in kollarına koştuğunu söyledi. “Anne, bom! Duyuyorum,” diye ağlıyor ve teselli arıyordu.
Bir gece İsra, Meryem'i kucağına aldığı sırada, hastaneye bir füze isabet etti, binayı salladı ve havayı tozla doldurdu. İsra hemen kızını daha güvenli bir yere taşıdı ama Meryem ağlayarak uyandı, kafası karışmış ve korkmuştu.
“O zamandan beri,” diyor İsra, ”her zaman olduğu gibi uyuyamıyor. Geceleri huzursuz.”
Saklamak imkânsız
İsra'nın, Meryem'i etrafındaki dehşetten koruma çabalarına rağmen, gerçeği saklamak imkansızdı. Meryem ne zaman yaralı bir hasta görse, işaret edip “Anne, amca uf” ya da “Anne, teyze uf” diyordu.
The Electronic Intifada'ya konuşan İsra, İsrail askeri kuşatması uzadıkça hayatın neredeyse dayanılmaz hale geldiğini söyledi. Ekim ayının sıcaklığı yerini kış soğuğuna bıraktı ve hastanenin dondurucu iç mekânı yaşamı daha da zorlaştırdı.
Çok az eşyası ve yetersiz giysileri olan İsra giderek çaresizleşti. 30 Aralık'ta, Meryem'i hastanenin güvenli bir bölümü olduğunu umduğu bir yerde bırakarak tehlikeli olabilecek eve dönüş yolculuğunu tek başına yaptı. Devam eden bombardıman ve insansız hava araçlarının takibi nedeniyle sokaklar tehlikeliydi, ancak İsra kızı için gerekli kışlık giysileri almayı başardı.
Gıda ve içme suyu gibi temel ihtiyaç maddelerinin de kıt olması sefaleti artırdı. Kızılhaç/Kızılay zaman zaman Gazze'nin kuzeyinden hasta taşıyor, sağlık personeli ve yaralılar için yiyecek ulaştırmaya çalışıyordu. Ancak İsra, İsrail askerlerinin sık sık kontrol noktasında yiyeceklere el koyduğunu ve ihtiyaç sahiplerine ulaşmasını engellediğini söyledi. Ayrıca su sistemlerinin kasıtlı olarak tahrip edildiğini söyledi. Hasarlı filtreler ve depolar temiz içme suyunu nadir ve değerli bir kaynak haline getirmiş.
İsra ve ailesi, diğer sağlık personeli ve hastalar gibi, kuşatma öncesi depolanan yardımların bir parçası olan makarna, mercimek, fasulye ve fıstık ezmesi de dâhil olmak üzere sınırlı gıda malzemelerine bağlıydı.
İsra, “Meryem'in içeceklerini güvenli hale getirmek için küçük bir kazan kullanarak suyu defalarca kaynatmak zorunda kaldım” dedi.
Tahliye emri verildi
İsra, İsrail ordusunun 3 Ocak'ta Filistinli bir tutukluyu kullanarak hastanenin saat 3'e kadar boşaltılmasını emreden el yazısıyla yazılmış bir mesaj ilettiğini söyledi. Bu durum personel ve hastalar arasında yaygın bir paniğe neden oldu.
Hastane yönetimi Kızıl Haç ile temasa geçerek notun resmi bir askeri emir olmadığını, daha ziyade bireysel bir askerin talebi olduğunu söyledi. Kuşatma altındaki hastanede bu tür bir karışıklık yaşandı. Nihayetinde hastane boşaltılmadı ama saldırı tehdidi sürekli devam etti.
Ateşkes 19 Ocak'ta yürürlüğe girdiğinde, bunun rahatlama getirdiğini ama sevinç getirmediğini de sözlerine ekledi.
“Tüm bombardıman ve bitmek bilmeyen patlamalardan sonra, dışarı çıktığımda hiçbir yaşam izi bulamayacağımı hayal ediyordum.”
Meryem sık sık “Anne, hoşça kal?” diyordu. Hastaneden çıkmak ve dış dünyayı görmek için yanıp tutuşan İsra, kendisini bekleyen şeyden, yani harabeye dönmüş bir dünyadan korktuğunu söylüyor.
Sonunda hastaneden çıkmayı başardıklarında, Cibaliye kampındaki evlerinin gittiğini gördüler - diğerleri gibi moloz yığınına dönmüştü. İsra, yıkımın tam, kaybın ise çok büyük olduğunu söyledi.
O, İmad ve Meryem şimdi İmad'ın kız kardeşinin yanında kalıyorlar ve bir yandan da daha sağlam bir yer arıyorlar.
Hem bir doktor hem de bir anne olarak İsra, yaptığı seçimlerin peşini bırakmadığını söylüyor.
“Çocuğuma haksızlık edip etmediğimi kendime soruyorum,”
“Ama başka seçeneğim yoktu. Onu terk edemezdim ve ayrıca hastalarımı da yalnız başlarına acı çekmeye bırakamazdım.” diyor.
*Melek Hijazi, Gazze'de yaşayan bir yazar.








HABERE YORUM KAT