
Acı ve tanıklığın gecesi
Gazze'nin yıkık hastanelerinden herhangi birine girin ve yaşanmakta olan sağlık felaketinin boyutlarını ilk elden görün.
Zina Nassar’ın WANN’da yayınlanan yazısını Barış Hoyraz, Haksöz Haber için tercüme etti.
Haziran ortasında, karnımda şiddetli, keskin bir ağrı hissetmeye başladım — o kadar şiddetliydi ki, sanki iç organlarım parçalanıyormuş gibi hissettim. Ateşim 39 °C'ye (102 °F'nin üzerinde) çıktı ve artık ayakta duramıyordum. Durumumu gören babam, annemden beni hastaneye götürmek için hazırlamasını istedi ve kendisi araba bulmak için dışarı çıktı.
Annem bana kıyafetlerimi getirdi. Kırık bir sesle ona, “Anne, ayağa kalkamıyorum” dedim ve ağlamaya başladım. Annem nazikçe bana yardım etti ve birlikte babamın yanına gittik. Babamın ödünç aldığı arabaya ulaşmak için 10 dakika yürümek zorunda kaldım.
Arabaya bindiğimizde annem, “El-Şifa Hastanesine mi yoksa başka bir yere mi gidelim?” diye sordu. Babam şöyle cevap verdi “El-Şifa yaralılar ve şehitlerle dolup taşacak ve bu manzara Zeina için çok ağır olabilir.”
Fısıldayarak, “Kan görmek istemiyorum. Buna dayanamam” dedim.
Annem, “Al-Kuwaiti Hastanesi'ne gidelim mi?” diye önerdi. Babam başını sallayarak, “Evet, muhtemelen El-Şifa'dan daha az yaralı vardır” dedi.
Çadır alanı
Hastanenin güvenli ve temiz bir yer olacağını düşünmüştüm. Ancak vardığımızda kendimi çadırlar alanının içinde buldum. Her çadır geçici bir koğuş, acil servis, ameliyathane veya laboratuvar olarak kullanılıyordu. Doktorlar, hemşireler ve yaralı hastalar her yeri doldurmuştu. İnsanlar uzun kuyruklar oluşturmuştu ve herkese yetecek kadar sandalye yoktu.
Karnımdaki ağrı şiddetini arttırırken, annem yakındaki bir doktora seslenerek bana bir sandalye getirebilir mi diye sordu. Doktor başını sallayarak, “Sandalye kalmadı” dedi.
Hasta kızının yanında oturan otuzlu yaşlarındaki bir kadın bizi gördü. Nazik bir sesle, “Gel canım, benim sandalyeme otur” dedi. Minnettarlıkla başımı salladım ve oturdum.
On beş dakika sonra, hastane Cibaliye'den getirilen yaralılar ve şehitlerle doldu. Yüzleri kan ve tozla kaplıydı, giysileri kir ve molozla lekelenmişti. Yüzü kanla kaplı, yüzünde korku ve ıstırap dolu bir ifade olan 50 yaşlarında bir adam gördüm. Başı ağır yaralanmıştı; titrek ellerle başını tutarak kanamayı durdurmaya çalışırken, “Çocuklarım! Çocuklarım nerede?” diye bağırıyordu.
Kısa süre sonra ambulans, adamın diğer aile üyelerini de getirdi. Onlar da yaralanmıştı. Aralarında, ağır yanıklar nedeniyle tanınmaz hale gelmiş ve bilinci kapalı olan 5 yaşındaki bir çocuk da vardı. Adam çocuğu görünce acı içinde haykırdı: “O benim torunum... en çok sevdiğim torunum.”
Kontrol edilemeyen bir şekilde ağlamaya başladı.
Bu ailenin acısı karşısında kendimi derin düşüncelere dalmış buldum. Kendi acımı unuttum. Gözümden bir damla yaş süzülerek sessizce yanağımdan düştü.
“Daha fazla su içmelisin”
Hemşire adımı seslendi. Bana semptomlarımı sordu ve ben de yaşadığım şiddetli mide ve böbrek ağrısını anlattım. Bana kan tahlili ve elektrolit değerlendirmesi yaptırmamı istedi.
Sonuçlar, hemoglobin seviyemin tehlikeli derecede düşük olduğunu gösterdi — sadece 9. Kanımı güçlendirmek için beslenmemi iyileştirmemi tavsiye etti. Ona zayıf bir gülümseme verdim ve “Savaş başlamadan birkaç gün önce hemoglobinim 12 idi. Günler geçtikçe düştüğünü hissettim. Güneye tahliye olmadım, Gazze'nin kuzeyinde kaldım” diye açıkladım.
O anlayışla başını salladı, “Yalnız değilsin. Kuzeyde kalan herkes yetersiz beslenme ve kan eksikliğinden muzdarip.”
Ben de dedim ki, “İnşallah bu savaş bitecek, sınırlar açılacak ve sebze, et, balık gibi yiyecekler gelecek. O zaman sağlığımız düzelecek.”
Sonra, tarif ettiğim ağrı nedeniyle böbreklerimi kontrol etmemi istedi. Tıbbi çadırdan birkaç metre uzaklıktaki laboratuvara doğru yürüdüm.
Yolda, aynı adamı tekrar gördüm. Hâlâ oturuyordu, hâlâ yaralı başını tutuyordu, yüzü keder ve gözyaşlarıyla ıslanmıştı.
Test sonuçlarımla doktora döndüğümde, elektrolit seviyelerimin çok yüksek olduğunu söyledi. “Günde ne kadar su içiyorsun?” diye sordu. “Yarım litre” diye cevapladım. Şok oldu: “Bu yeterli değil. Daha fazla su içmelisin.”
Ona, "Elimizdeki su kirlenmiş. Düzgün filtrelenmiyor. İçtiğimde mide enfeksiyonu oluyorum ve ağrım şiddetleniyor. İki ay El-Şifa'da yaşadım, o bölgede hiç su yoktu. İki veya üç günde bir bardak su içebildiğimde, büyük bir başarı elde etmiş gibi hissediyordum. O zaman böbrek ağrılarım başladı. Sonunda bir gün boyunca resepsiyon alanında serumla geçirdim."
Doktor derin bir nefes aldı ve “Şu anda kullandığımız su zehirli. Kirlenmiş. Hastalıklara, hatta kansere neden oluyor ama ne yazık ki başka seçeneğimiz yok” dedi.
Ertesi gün tekrar gelip eczaneden ilacımı almamı söyledi.
Geri döndüğümde, sırtında konserve yiyeceklerle dolu büyük bir çanta taşıyan bir adam gördüm. Adam bağırıyordu: “Ailem için yiyecek almak için güneye gittim ve geri döndüğümde onları ölü ve yaralı buldum.”
Görünüşe göre çok yorgun ve korkmuştu, ama o yiyecek çantasını sanki bir hazineymiş gibi sıkıca tutuyordu. Çocuklarını ve karısını bulmuştu – hayattaydılar, ama yaralıydılar. Yere oturdu, çantayı yanına nazikçe koydu ve teneke kutulara en yakın arkadaşlarıymış gibi konuşmaya başladı: “İyileşecekler ve söz verdiğim gibi bunları birlikte yiyeceğiz.”
Hastaneden ayrılırken içimde tarif edilemez bir ağırlık vardı. Artık eskisi gibi değildim; acı ve ıstırap dolu sahneler ruhumda silinmeyecek derin izler bırakmıştı.
* Zina Nassar, hayatı ve fotoğrafçılığı seviyor ve gazeteci olmak istiyor.
Savaş sırasında yerinden edildi, evini kaybetti ve eğitim hakkından mahrum kaldı. Yine de güçlü ve cesur kalmayı başardı, devam eden savaşa rağmen 11. sınıfı tamamladı ve başarıyla geçti. Şimdi, karşılaştığı zorluklardan yılmadan lise bitirme sınavlarına (Tevcihi) hazırlanıyor. Hayalleri ve hedefleri, karşılaştığı tüm engellerden daha büyük.
Zina, sesini tüm dünyaya duyurmak, Gazze'nin, halkının ve gençlerinin hayallerinin hikâyesini anlatmak için çabalıyor. Dünyaya verdiği mesaj: “Gazze ve halkının çektiği acıları anlatmaya asla son vermeyin.”
HABERE YORUM KAT