1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. Self-Oryantalizm ve Yerli İslamofobia
Self-Oryantalizm ve Yerli İslamofobia

Self-Oryantalizm ve Yerli İslamofobia

Post-Kemalist dönemin varlığını siyasal anlamda geride bırakıyor olmak, zihinsel dönüşümün tam anlamıyla gerçekleştirdiğini göstermemektedir.

13 Haziran 2016 Pazartesi 15:18A+A-

Turgay Yerlikaya /Star Açık Görüş

Seküler elitlerin, Müslüman dünyada kolonizasyon sonrası süreçte uyguladıkları geleneksizleştirme ve İslamsızlaştırma politikaları, bu toplumlarda yerli bir ötekinin yaratılmasında doğrudan etkili olmuştur. Tarihsel süreç içerisinde şekillenen laiklik vurgusu, baskın modernleştirme projelerinin Müslüman toplumlarda yarattığı travmatik sonuçlar uzun süre etkisini sürdürdü. Bu açıdan bakıldığında Osmanlı-Türk modernleşmesi de özellikle radikal modernizasyon süreci ile birlikte kendi toplumlarında öteki (öz yurdunda garip öz vatanında parya) kategorisinin oluşturulduğu önemli bir örnek olmuştur. Frantz Fanon’un Cezayir örneğinde gösterdiği gibi, “kırık habituslar” içerisinde yaşanan modernleşme çabalarının, kendi dünyalarında yarattığı travma sadece beyaz adamla ilgili bir durum değildi. Beyaz adamın yerli tedarikçileri, modern olma adına kendi toplumsal dinamiklerini de bu modernliğe aykırı görmüş ve kendilerini var kılma adına yaşadıkları topraklarda ötekileri inşa etmiştir.

Osmanlı-Türk modernleşmesinde kıblenin değişimi olarak yorumlanan Tanzimat, bu tür bir sistematik modernleşme çabasının da miladı olarak kabul edilmektedir. Batılı düşünce ve sosyal yaşam tarzlarının nihai hedef olarak belirlenmesi, tarihsel blok içerisinde yer alan aktörlerin siyasi bir tercihi olarak yürürlüğe girmiş ve radikal olarak uygulanmaya konulmuştur. Bu yönüyle Türk modernleşmesi, çağdaşlarından ve öncü modellerinden önemli ölçüde ayrılmaktadır. Batı dünyası, farklı örnekleri olsa da geniş bir sosyolojinin katılımı sonucunda süreci yönlendirirken, buradaki tecrübe sınırlı bir seçkinler zümresiyle yürütülmüştür.

Nihai hedef

Batıcılık, Osmanlı İmparatorluğu’nda başlayıp Cumhuriyet Türkiye’sinde yeni boyutlar kazanan, Batı Avrupa’nın toplumsal ve fikirsel bireşimini erişilmesi gereken nihai hedef olarak gösteren bir yaklaşımdır. Kökten bir değişimi savunan Batıcılık anlayışı, geleneksel değerlerin ilerleme yolunda engel oluşturacağı düşüncesine sahiptir. Söz konusu düşüncenin en önemli temsilcisi kabul edilen Abdullah Cevdet, Le Bon’dan mülhem tezleri ile Osmanlı unsurlarının Batı ile eklemlenmesi görüşünü savunmaktadır. Batı medeniyetinin bütün kurum ve düşünceleri ile ithal edilmesi gerektiğine inanan Cevdet; ancak böyle bir yönelimin Osmanlı’yı kurtaracağı düşüncesindedir. Radikal bir profil olan Cevdet’in, Türk milletinin biyolojik veraseti dahil olmak üzere her şeyiyle değişmesi gerektiğini ifade etmesi, sonraki kuşaklar için de önemli bir kılavuz olmuştur. Bu açıdan Batıcılık akımının geleceğin siyasi kadrosunda bıraktığı etki, Türk modernleşmesindeki kırılma ve kopuşların (süreklilik içerisinde bir kopuş) motivasyon kaynağı olarak değerlendirilebilir. Cevdet’in “Bir ikinci medeniyet yoktur. Medeniyet, Avrupa medeniyetidir” siyasasının çoklu-modernlikler anlayışlarını da mahkûm ederek oluşturduğu ‘sistem dünyası’, ‘yaşam dünyaları’ için önemli bir tehdit olagelmiştir.

Seçkinlerin din anlayışı

Osmanlı-Türk modernleşmesinin özellikle Cumhuriyet sonrası yaşanan dönüşümünde, din/gelenek, en netameli alanı oluşturmuştur. Din bir yandan modernliğe uygun olmayan arkaik bir olgu olarak kabul edilmiş diğer yandan da çeşitli gerekçelerle tanımlanma nesnesi olmuştur. Materyalist ve pozitivist fikirlerin etkisinde yetişen tarihsel blok içerisindeki seçkinci kadronun sevk ve idare ettiği radikal modernlik projesiyle, gelenek/din “kurucu-dışarı” olarak kabul edilmiş ve geleneğe ait olan unsurların modernliğin önünde bir engel teşkil ettiği savunulmuştur. Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul romanındaki Doktor Haldun adlı karakterin bir sohbet esnasında uyuyan Tevfik hocaya söylediği “Molla! 14 asır uyudun, artık yeter; uyan” cümlesi Renan’dan tevarüs edilen “din terakkiye manidir” anlayışının dönemin münevverlerindeki yansımalarını göstermesi açısından önemlidir. Abdullah Cevdet ve Gustave Le Bon’un düşüncelerinden kaynaklanan söz konusu etki, ideolojik bir nitelik arz ederek günümüze kadar süregelmiştir. Kemalist milliyetçilerin ve dahi aydınlanmacı vizyonu benimseyen toplum kesimlerinin, İslam ve geleneğe yaklaşımı bugün bile bu izleğin bir devamı niteliğindedir.

İslam’ın medyatik temsili

Medya, Türk modernleşmesi sürecinde tarihsel blok içerisinde yer almasa da bu bloğun önemli bir bileşeni olmuş ve modernleşme sürecinde aktif bir rol oynamıştır. Seçkinci bir yaklaşımı benimseyen medya ve elitler, toplumun ancak sınırlı bir zümrenin yönetiminde kurtuluşa ereceği düşüncesine sahiptirler. Kitlelerin bilinçsiz oldukları gerekçesiyle yönetilmeye mecbur oldukları anlayışı, modernist Türk elitlerinin baskın bir özelliği olmuştur. Münevvere göre halkın cahil, hurafeci, kıt ve dar görüşlü bir kitle olması onların yönetilmeye muhtaç olduklarını da gerekçelendiren bir teorik zemini mümkün kılmıştır. Pozitivist bir laiklik anlayışından hareketle toplumsal mühendislik faaliyetlerini sürdüren kadro ve laisist seçkinler, dinin sosyal hayattaki tezahürlerini sınırlandırmak istemişlerdir. Türkiye’nin son yıllarında dine görece olumlu yaklaşan ve birçok yasağın kalkmasına aracı olan bir siyasi ortam bile İslam’a yönelik tutum ve karşıtlıkları ortadan kaldıramamıştır. İslam’ın özellikle medyatik temsili meselesi ele alındığında, oryantalizmin içselleştirilmesi olarak adlandırılabilecek bir yönelimin varlığı kendisini açık biçimde hissettirmektedir. İslami yaşam stillerinin kamusal görünümlerinin medyatik algılanışına dair amprik veriler, Türkiye gibi bir ülkede İslamofobyanın varlığına işaret eder niteliktedir. Nitekim Türkiye’de özellikle dış habercilik ve karikatür gazeteciliği göz önünde bulundurulduğunda, “yerli İslamofobya” olarak adlandırılabilecek bir yönelim kendisini açık bir biçimde göstermektedir. Yeşilçam sinemasının hurafe ile eşitlediği din anlayışı, Turhan Selçuk’un Cumhuriyet gazetesinde uzun yıllar sergilediği İslam karşıtı performans, Gırgır ve Penguen türü mizah dergilerinin arkaik bir unsur olarak gördükleri İslam dinini görselleştirme pratikleri, ana akım basının Türkiye’nin DAEŞ ile mücadelesinde Batı basınında ortaya çıkan manipülatif söylemleri kullanması ve Ortadoğu’ya ilişkin haberlerin şiddet ve egzotizmle iç içe sunulması, içselleştirilmiş bir oryantalizmin yanı sıra yoğun bir İslamofobik tutumu da ortaya koymaktadır.

Türkiye’de öteki

Bugün yerel kültürel kodlarını muhafaza etme iddiasını saklı tutarak merkezdeki ekonomik ve sosyal iktidarın parçası olan muhafazakârların hem bir öteki olarak etiketlenmeleri hem de kültürel sermayeleri nedeniyle yetersiz görülerek tahkir edilmeleri, tarihsel süreç içerisinde tevarüs edilen seçkinci anlayışın kültürel iktidar biçiminde karşımıza çıkmasının bir sonucudur. Bu perspektiften bakıldığında Avrupa’da teolojik ve politik gerekçelerle ortaya çıkan İslamofobya ve en temelde İslam karşıtlığının, Türkiye gibi bir ülkede de kendisine farklı gerekçelerle de olsa söylem alanı bulabildiği görülmektedir.

Pozitivizmin gelişimine paralel olarak din ve gelenekle ilgili simge ve değerlerin ortadan kalkacağına dair öngörünün reelde bir karşılık üretmemesi, sembolik karşılık anlamında hakaret içerikli görselliklerin ortaya çıkartılmasına neden olmuştur. Bu açıdan İslam karşıtı karikatür ve yayınlarda hedef olarak seçilen cami ve başörtüsü gibi İslami simgelerin, değer yüklü ve oldukça normatif bir kavram olan çağdaşlığa aykırı resmedilmesi, modern Türkiye’de hâkim olan kültürel iktidarın, din ve dinin yansımalarına yönelik katı ve biçimsel tepkileri olarak görülmelidir. Sorun Türkiye gibi nüfusunun önemli bir kısmının Müslüman olduğu bir toplumda bu tür karikatür ve pratiklerin nasıl ve ne gerekçelerle üretildiğidir? Avrupa’da var olan gerekçelerin bu topraklardaki pratikleri açıklaması pek de mümkün görünmemekle birlikte var olan bu tutumun Türkiye’de daha çok “kültür savaşları” şeklinde cereyan ettiğini gösterir niteliktedir.

Bahse konu bu sürecin İran, Mısır, Tunus ve Türkiye gibi Müslüman kimliğiyle ön plana çıkan ülkelerde tarihsel süreç içerisinde görülmüş olması ortak bir siyasal zihniyetin de varlığını göstermektedir. Nitekim Bobby Sayyid’in, Kemalizm’i salt Türkiye’ye özgü siyasi bir rejimin ismi olmaktan ziyade, Müslüman ülkelerin kolonizasyon sonrası/modernleşme dönemlerini ifade eden ortak bir eylem pratiği olarak tanımlaması, bu topraklardaki ötekilerin nasıl üretildiğine dair geniş ve açıklayıcı bir kavramsal çerçeve sunmaktadır. Söz konusu topraklarda var olan bu sorunlu politik inşa süreci, Batı-dışı toplumların da kendi içlerinde öteki olarak kategorize ettikleri bir topluluğu ortaya çıkartmıştır. En nihayetinde bu durum, yerli bir İslamofobya ve self-oryantalizm sorununu gündeme getirmiştir.

Bugün post-Kemalist dönemin varlığını siyasal anlamda geride bırakıyor olmak, zihinsel dönüşümün tam anlamıyla gerçekleştirdiğini göstermemektedir. Nitekim Gezi Parkı sürecinde özellikle muhafazakâr kesim üzerinde oluşturulan sembolik şiddetin varlığı, siyasal/sosyal açıdan kaybedilen pozisyonların yarattığı travma ile bağlantılı görülmelidir. Bu yazının konusu olan ötekileştirme pratiğinin belirli bir kimlik üzerinden yapılıyor oluşu, bu olgunun sadece Müslüman ve muhafazakârlara ilişkin bir durum olduğu anlamına gelmemektedir. Etnik, mezhebi ve siyasal açıdan ötekileştirilen insanların durumları bu pratiğin farklı veçhelerinin olduğunu ve biteviye süreceğini göstermesi açısından önemlidir.

 

HABERE YORUM KAT