1. HABERLER

  2. İSLAM DÜŞÜNCESİ

  3. Övme ve Övülme Zaafından Kaçınmak!
Övme ve Övülme Zaafından Kaçınmak!

Övme ve Övülme Zaafından Kaçınmak!

İnsanların nefislerini kabartacak, onları muttaki ve mütevazı olmaya değil, kibirlenmeye, böbürlenmeye sevk edebilecek davranışlardan kaçınmalı, bu tür zaafları, hastalıkları besleyebilecek yaklaşımları hiçbir gerekçeyle mazur ve meşru kılmamalıyız.

25 Nisan 2018 Çarşamba 01:38A+A-

Rıdvan Kaya / Haksöz Dergisi - Sayı: 311 - Şubat 17

“… İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir.” (Maide, 2)

Övme ve övülme eyleminin Müslümanlar arası ilişkilerde bir zaaf ve Müslüman ahlakı açısından bir çelişki oluşturduğu açıktır. Aynı minvalde bu zaaflı halden kaçınmanın ise elzem bir davranış biçimi olduğu bilinen bir husustur. Burada Müslüman kimliğiyle bağdaşmayan bu eylemin ortaya çıkmasına neden olan eksikliklere, zayıflıklara, övme ve övülme zaafını besleyen ölçüsüzlüklere kısaca temas etmeye çalışırken, açık bir hastalık olduğu hususunda hiçbir şüphe bulunmayan ‘övünme’ konusunu ise tümüyle bir kenara bıraktığımızı ifade edelim.

Fıtri Olan ile Nefsî Olanı Tefrik Etmek!

İnsanlar sevilmek, değerli addedilmek, itibar görmek isterler. Bu doğaldır. Yine başkalarıyla, çevreleriyle iyi ilişkiler, etkili diyaloglar kurmak isterler; sıcaklık, samimiyet, muhabbet ararlar ki bu da gayet anlaşılabilir bir şeydir, fıtrata da uygundur. Ve aynı şekilde sahip oldukları vasıflarla, imkânlar ve müktesebatla etkili olmayı da arzu edebilirler ki bu da mubahtır. Abartmadıkça, asli ölçüleri aşmadıkça bunda beis yoktur.

Peki, mubah olmayan nedir? Ölçünün aşıldığına işaret eden, cevaz verilmeyen nedir? Kişi eğer sahip olmadığı bir vasıfla bunu yapmaya kalkarsa ya da abartarak, olduğundan başka göstererek, kısacası doğruluğa, dürüstlüğe aykırı biçimde buna yönelirse, işte o kabul edilmez, sınır aşılmış olur.

Yusuf (as) örneğinde görüldüğü üzere sahip olunan bir vasfa, bir fazilete bağlı olarak bir yere gelmek, bir birikime dayalı olarak yeryüzünü ıslah doğrultusunda çaba sarf etmek üzere bir makam talep etmek meşru addedilmiştir. Yusuf Suresinin 55. ayetinde belirtildiği üzere o, melike şöyle demişti: “…Beni ülkenin hazinelerine bakmakla görevlendir. Çünkü ben iyi koruyucu ve bilgili bir kişiyim.”

Bu talep Nisa Suresinin 58. ayetinde belirtildiği üzere emanetin ehline verilmesi emrinin, yani liyakat ilkesinin bir gereği olarak görülmelidir. Buna karşın insanın soyu sopuyla, malıyla, ilmiyle, cesareti ya da bir başka vasfıyla kendisini başkalarından üstün görmesi, göstermeye kalkışması ve bu hususiyetleri nedeniyle ayrıcalık görme isteği ise elbette makbul değildir.

Yine bu bağlamda hayra teşvik, yönlendirme amaçlı olarak birilerini övme, cesaretlendirme çabası kerih görülemez ama bunun nasıl yapıldığı önemlidir, belirleyicidir. Yani her durumda ölçülü olmak zorunludur. Çünkü teşvik amaçlı, değer verildiğini gösterme amaçlı övgünün kolaylıkla muhatabı zaaflı bir tutuma, beklentiye sürüklemesi ihtimali mevcuttur. Bu yaklaşım netice itibariyle muhatabın gururunu, kibrini besleyebilir. Bu da şahsiyet bozukluğuna, egoist tutumun gelişimine yol açabilir. Kişiyi nefsine karşı yenik duruma düşürebilir. Ve her defasında daha fazla övülme beklentisi içerisine girmesine, itibar sevdasına kapılmasına neden olabilir.

Hiç kuşkusuz bu durum mümin için felakettir. Çünkü asli hedef olan Allahu Teâlâ’nın rızasını kazanma, yapıp edilenleri ahiret azığı olarak biriktirme gayesinin dışında bir gayenin öne çıkması, belirleyici olması hali söz konusudur ki bu durum açık bir sapma oluşturur. Bu yüzdendir ki müminler kardeşlerinin, başka Müslümanların zaaflarını besleyecek, nefsani duygularını kamçılayacak tutum ve davranışlardan ısrarla kaçınmalıdırlar. 

Gururu ve Kibri Besleyecek Davranışlardan Uzak Durmak!

Kur’an-ı Kerim’de geçtiği şekliyle müdahane fiili, yani birini yüzüne karşı övmek, dalkavukluk kötü bir ahlakın yansımasıdır. ‘Dahana’ fiil kökü Arapçada, aynen Türkçe karşılığında olduğu gibi yağlamak anlamına gelir. Kalem Suresinin 9. ayetinde “Onlar, senin kendilerine yaranmanı (uzlaşmanı) arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp uzlaşacaklardı.” hatırlatmasıyla, bunun kâfirlerin talebi olduğu vurgulanmış ve müminlerden ise bundan uzak durmaları istenmiştir.

Nitekim Resulullah (s) insanların yüzlerine karşı övülmelerini çok çirkin bulmuş ve ashabını şiddetle bundan kaçınmaya çağırmıştır. Biliyoruz ki usulen de insanları takdir, faziletlerini teslim yüzlerine karşı değil, gıyaplarında yapılır. Buna karşın yergi ise vicahen yapılmalıdır ki kişi yanlışıyla yüzleşip onu terk edebilsin.

Bu noktada hak etmiş bile olsa insanı yüzüne karşı övmemek daha güzeldir, hayırlıdır. Çünkü bu tür davranışlar kişiyi takvadan, tevazudan, halisane duygulardan uzaklaştırabilir. Bu da süreç içinde nefsine yenik düşmesine, felaketine kapı aralayabilir.

Buhari ve Müslim’de nakledilen bir hadiste Ebu Bekre’den rivayetle şöyle anlatılıyor: “Resulullah’ın (s) yanında bir adamdan bahsedildi. Bir kişi o adamı hayırlarla çokça övdü. Bunun üzerine Resulullah şöyle buyurdu: ‘Yazık sana arkadaşının boynunu kestin!’ Bu sözü birkaç defa tekrar etti sonra şöyle buyurdu: Sizden biri muhakkak arkadaşını övecekse ve şayet öyle olduğu görülüyorsa şöyle desin: ‘Falan kimseyi şöyle iyi zannediyorum. Allah ona kâfidir, hesabını görücüdür.’ Böylece kimseyi Allah’a karşı tezkiye etmemiş olur.”

Şüphesiz insan için gerekli, lüzumlu olan şey salih amellere yönelmek ve haramlardan, tuğyandan kaçınmaktır. Bu ise ancak tevazuuyla gerçekleşebilir ve mütevazı bir şahsiyet inşasına yönelik çabalarla gelişir. Buna karşın övgü ise kibri büyütür, kişinin hiç farkında olmaksızın nefsine yenik düşmesine sebebiyet verir.  

Bu noktada iltifat ile övgünün de tefrik edilmesi gerekir. İltifat etmek abartıdan, riyadan kaçınmak şartıyla ve ölçülü olmak kaydıyla güzel bir davranıştır, insan ilişkilerinde sıcaklık doğurur. Genel manada ilgilenmek, saygı göstermek, birinin hatırını sormak, nazik ve yumuşak davranmak, teveccüh göstermek, gönlünü hoş tutmak gibi anlamlara gelir. Övmek ise kişinin nefsinin kabarmasına yol açacak bir eylemdir.

Sadece Övülmesi Gerekeni Övmek!

Her daim hatırımızda tutmamız gereken husus şudur ki gerçekten kendisiyle övünmemiz, sahip olduğumuz için sevinç duymamız, heyecanlanmamız gereken bir şey varsa, bu imanımız olmalıdır. Kaldı ki onda dahi çok dikkatli ve ölçülü olmak, Rabbul Âlemin’den ümit kesmemekle beraber asla kendimizi garantide hissetmemek elzemdir. Yani çokça vurgulandığı şekliyle ümit ile korku arasında olunmalıdır. Bu zaviyeden bakıldığında nimetlerle övünmek değil, hamd etmek yakışan ve geliştiren tavır olacaktır. 

Ve yine unutmayalım ki övme, yüceltme manasına gelen hamd kavramını her gün defalarca namazlarımızda tekrarlıyor ve “Hamd âlemlerin rabbine mahsustur.” diyoruz! Arapça fiil kökü itibariyle ‘hamada’ övdü, yüceltti manasına gelir. Yani müminlerin övgü ve tazimlerini yöneltmeleri gereken adres bellidir.  

Müslim’in naklettiği bir hadiste şöyle anlatılır: “Abdullah İbn-i Ömer’in yanında bir adam, bir kişiyi övüyordu. Bunun üzerine İbn-i Ömer o adama doğru toprak saçmaya başladı ve dedi ki: Resulullah (s) şöyle buyurdu ki övücüleri (meddahları) gördüğünüz zaman, yüzlerine toprak saçınız.”

Bununla birlikte bu konuyla ilgili olarak şu hatırlatmayı da yapmakta fayda var: Ebu Davud’un naklettiği bir hadiste Mikdad b. Esved’in, Resulullah’ın (s) “İnsanları yüzlerine karşı öven dalkavuklarla karşılaştığınız zaman yüzlerine toprak saçın.” buyruğundan hareketle Hz. Osman’ı yüzüne karşı öven birinin üzerine toprak attığı rivayet edilmiştir. Oysa hadisteki toprak atma tabiri ‘mahrum etme’den kinayedir. Yani “Sizi yüzünüze karşı öven birinin istediğini ona vermeyin.” anlamındadır. 

Yaşadığımız ortama, şahitlik ettiğimiz ilişki biçimlerine ve içinden geçtiğimiz süreçlere baktığımızda maalesef övücü tutumun aşağıdan yukarıya doğru bir hastalık olarak yaygınlığını her yerde görmek mümkündür. Bilhassa siyaset zemini bu açıdan tam bir bataklık görüntüsü vermekte, insan ilişkilerinde müthiş bir dejenerasyon göze çarpmakta. Bununla birlikte sorun siyaset zeminiyle sınırlı değil maalesef! Bu noktada çok daha sağlam durması, ölçülü hareket etmesi gereken Müslümanların da bu illetle fena halde boğuştuğunu görüyoruz. İslami iddialı yapıların mensupları arasında dahi bu hastalığın yaygınlığı, derinliği dikkat çekmekte. Sanki herkes abisini, hocasını, şeyhini, yapısını göklere çıkartmakla meşgul. Eleştirmek, uyarmak ise zinhar yasak!

Bu hastalıklı tutumun kimleri nerelere sürüklediğini işte yakın bir zamanda hep birlikte en acı şekliyle müşahede ettik. Dine hizmet saikiyle başladıkları yolculuklarını ölçüsüzlük eseri olarak liderlerini aşırı yüceltme, adeta ‘layüsel’ konuma oturtma tavrının sonucunda koca bir cemaatin, yapının nasıl felakete sürüklendiğine şahitlik ettik. Buradan ve daha buna benzer pek çok hadiseden mutlaka dersler çıkartmak lazım!

Çeşitli siyasi-toplumsal hareketlerde olduğu gibi aynı hastalık pek çok dinî kimlikli harekette ve siyasi oluşumda da mevcut. Bu zaaftan öyle tek bir komutla arınmak falan da mümkün değil. İlkeli ve sebatkâr bir tavrı yaygınlaştırmak, gerektiğinde zülfüyâre dokunmayı göze almak şart.

Bunu yapabilmek içinse önce kendimizden başlamak kaydıyla bu yanlışa, bu zaafa her vesileyle tavır almaya mecburuz. Gerektiği yerde gereken üslupla eleştirmek, uyarmak ama asla yanlışı besleyecek, sürdürecek şekilde üzerini örtmemek durumundayız. Aynı şekilde insanların nefislerini kabartacak, onları daha muttaki, daha mütevazı olmaya değil, kibirlenmeye, böbürlenmeye sevk edebilecek davranışlardan kesinlikle kaçınmalı, bu tür zaafları, hastalıkları besleyebilecek yaklaşımları hiçbir gerekçeyle mazur ve meşru kılmamalıyız.

Biliyoruz ki bu hastalığın yine en net yansıdığı alanlardan biri de siyaset sahnesidir. Düşmanlarla, rakiplerle çevrili olduğundan sürekli biçimde “Aman zaaflı gözükmeyelim, kuvvetli olalım!” mantığıyla asla iç eleştiriye, sorgulamaya açık kapı bırakılmayan bu alan, bir de olağanüstü şartlar, içinden geçilen kritik süreçler, hassas konjonktür vb. gerekçelerle daha da dokunulmaz kılınabilmektedir.

Kulların Geçici Onayını Değil, Rabbin Kalıcı Rızasını Öncelemek!

Sonuç ise sürekli karşılaştığımız kötü, çirkin manzaralar olmaktadır. Ne acıdır ki İslami duyarlılık taşıdığı düşünülen çevreler, kurumlar da dâhil olmak üzere bilhassa medya ve benzeri alanlarda faaliyet yürütenlerin tutumlarına yansıyan kimi görüntüler bize elan iktidarı razı etme, gözetme kaygılarının, iktidardan çekinme halinin Allah korkusundan, Allah rızasından çok daha belirleyici bir konuma oturduğunu göstermektedir. Bu tutum kaçınılmaz olarak övücü-yüceltmeci yaklaşımları çoğaltmakta, yağcılığı, dalkavukluğu beslemektedir ki Allahu Teâlâ sadece bizleri, Müslümanları değil, bütün kullarını bu çirkinlikten muhafaza etsin! 

İşte tam da bu kritik noktada tavır almak, İslam ahlakına uygun örneklikler ortaya koymak ve geliştirmek, insanların, iktidar ve servet sahiplerinin değil, sadece Rabbin rızasını öncelemek durumundayız. Rabbimizin rızasına matuf amellerin bize ahlaklı, seviyeli insanlar nezdinde de saygın bir konum kazandıracağı kesindir. Buna karşın insanların Rabbini unutup, kullar nezdinde itibar arayışına girişenlerin ise çabaları kumdan kaleler inşa etmekten öteye gitmeyecektir.

Özetle her söz ve eylemlerinde adalet ve hakkaniyetle davranmak zorunda olan Müslümanların düşük ahlaki görüntülerden, seviyesizliklerden kaçınmalarının gerek şahsiyetlerinin gelişimi gerekse de topluma sunulması gereken örneklik boyutuyla gayet elzem ve hayati olduğu tartışmasızdır.   

Allahu Teâlâ bizleri şeytanın adımlarına uymaktan korusun, mütevazı olmayı bir ahlak haline getirmeyi ve yaşadığımız toplumda tevazu erdemini yaygınlaştırmayı nasip etsin!  

HABERE YORUM KAT

4 Yorum