1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. Tüketim çılgınlığı Müslüman hassasiyetini uyuşturuyor
Tüketim çılgınlığı Müslüman hassasiyetini uyuşturuyor

Tüketim çılgınlığı Müslüman hassasiyetini uyuşturuyor

Yaşar Değirmenci, yılbaşı tüketim kültürünün Müslüman toplumu kimliksizleştirdiğini belirterek, ümmet bilincinin kırmadan-incitmeden korunması gerektiğini aktarıyor.

10 Aralık 2025 Çarşamba 17:34A+A-

Yaşar Değirmenci/Yeni Akit

Kırmadan-incinmeden ve incitmeden uyarı görevimizi yapalım!

Aralık ayının ilk haftasında olmamıza rağmen şimdiden gösterilen aşırı hazırlıklara çok üzülüyorum. Peygamber Efendimizin “Ümmetin/milletin derdiyle dert edinmeyen bizden değildir” hadisi şerifini de ikaz/uyarı olarak görürüm.

Alışverişler, medya pompalamaları, hazırlıklar, kapitalizmin tüketim ve israfın, reklamların insanımızı getirdiği bu duruma “ne oluyor ne olacak?” sorularını sorduruyor. Bu iş iyice çığırından çıktı. Uyuşturucu ve alkolün çocuk yaştakilere kadar yaygınlaşması bile bizi sarsmıyor. Anormal durumlar alıştırıla alıştırıla normalleşiyor. Düşünmeden yaşamanın güzel bir tarafı olamaz. Düşünmeden yaşamak, sürüklenmekten farksızdır. Yılbaşı hazırlıkları, bu ‘düşünmeden yaşama’nın en çarpıcı tezahürlerinden biridir. 


Buradaki meselemiz, tarih-takvim konularıyla doğrudan ilgili değil. Hayatımızın bütünüyle ilgili. Bir yılın tamamlanması, insanı düşünceye sevk etmeli. 

Nasıl geçti bu bir yıl? Gelecek yıla nasıl başlıyoruz? İnsan fıtratı, zamanın akışına böyle bakacak bir yapıdadır. Normali budur.

Kimlik değiştirmek gömlek değiştirmeye benzemiyor. Daha doğrusu kimlik değiştirilemiyor, sadece “kimliksiz” kalınabiliyor. Sadece “kimliksiz” mi? Hayır, aynı zamanda “kişiliksiz”, omurgasız, yelkensiz, pusulasız, haritasız, şahsiyetsiz. Bir milletin tufanı, kimliksiz kaldığında; bir bireyin tufanı ise, kişiliksiz kaldığında kopar. Bu sebeple her yılbaşında Müslümanların gayrimüslimlerle birlikte yaşadıkları bir toplumda, “kimlik bilinci” geliştirmek isteyen, ‘aidiyet şuuru’ olan, öz güvene sahip, ‘Ümmet Bilinci’ni yerleştirmeye çalışan bir Peygamberin ümmetiyiz. Yeni oluşturduğu Müslüman toplumun üyelerinin birbirini tanıyacağı “kültür kodları”nı tesbit etmeyi önemseyen bir Peygamberimiz var. Peki biz neredeyiz, nerede duruyoruz, izini sürüyor muyuz?



Peygamberimizin bu hassasiyetinden, Müslüman toplumun “taklitçi” bir toplum olmaması gerektiği sonucunu çıkarırız. Hâkim unsuru Müslümanlar olan fakat güvenilmez unsurların da bulunduğu bir ortamda İslâm cemaatini oluşturan bireylerin birbirini uzaktan görünce tanıyacakları birtakım alâmetlerin lüzumu neticesini çıkarabiliriz. 

“Ey hayat süren leşler sizi kim diriltecek?” diye soran şaire cevap vermek zorunda da değilsiniz. Ancak; Kitabımızın “Ey insanoğlu! Sana böylesine cömert olan Rabbine karşı seni böylesine küstah ve mağrur kılan ne?” sualine, bu günah ve isyanları aleniyete dökerek meydan okurcasına ‘yaşadığın bu hayat neyin nesi?’ sorularına cevap vereceğin, herkesin kendi derdine düştüğü Mahşeri unutma!


Verdiğimiz şehitleri, aç-susuz ayakta kalmak için boğuşanları, yetimleri/öksüzleri, “huzurevleri”ne terk edilmiş yaşlıları, kapısını vuracak bir “himmet eli” bekleyen kimsesizleri bu vesileyle düşünemez miyiz? Şu dakikada binlerce insan ölüyor, binlerce insan doğuyor. Nice hastalar var, her soluk alıp verişte acısını çaresizliğini hisseden. Nice yoksullar, kimsesizler, yalnızlar var. Ayrıca Filistin’de Gazze’de Mısır’da, Irak’ta, Afganistan’da, Pakistan’da, Sudan da yaşananlar… Ayılmamız için, yüreğimizin parçalanması, gözlerimizin yaşarması için gördüklerimiz bildiklerimiz niçin yeterli olmuyor? Gaflet uykusundan uyanalım artık. 

Çok dramatik bir hal içindeyiz. Çünkü hassasiyet varsa; umut her durumda vardır, her mesele bir gün çözülebilir. Ama hassasiyet kaybolmuşsa, hangi meseleyi kim çözecek? Vahşetin-dehşetin-tehlikenin adı yine “uygarlık-çağdaşlık-modernlik” olarak mı konacak? İkaz uyarı görevimizi yapalım! Kırmadan-incinmeden ve incitmeden!



Milletin bünyesine uymayan inkılaplar, dini hayatı-şifahi kültürü hiç kaale almayan masa başı insan mühendislikleri, jakoben uygulamalar, zulümler, işkenceler, idamlar... Kılık-kıyafetten, oturup kalkmaya, yiyip-içmeden ev döşemesine varıncaya kadar taklit edilen, dayatılan batıcı hayat tarzı. Bunlara aydınlarımızın halktan kopuk, fildişi kulede yaşayışını da ekleyebilirsiniz. Sakin düşünemiyoruz, normalleşemiyoruz. Peşin hükümlerden, ideolojik bakışlardan, “ne derler?” baskılarından kurtulamıyoruz? Makul, mutedil, ölçülü ve dengeli bir bakışla meseleleri izaha yanaşmıyoruz.


Bazen içine kapanıp sessiz, sakin ağlayışı, bazen de bireysel-toplumsal ve devlet saldırılarına karşı “sosyal birliktelik” arayışları... Cemaat, vakıf, dernek marifetiyle mukavemet göstermeye çalışıp kaygan zeminde ayakta durmaya çalışmalar... İmanlarından kaynaklanan hassasiyetlerini, temkin, tedbir ve ihtiyat içinde hareket etmelerini de yeterli göremeyiz. Küreselleşme bahanesiyle, yozlaşmayla, dünyevîleşmeyle herkesi aynı yapmaya çalışan dünyada farklı olma, özüne-kendine dönme mücadelesi verelim. 


Bir ayrıcalık bir güzellik sergilemeye çalışalım. Şahsiyetli olmayı sürü olmaya tercih edelim. “Mü’min Kimliği”mizi kaybetmeyelim. Sabit değerlerimizle değişim ve dönüşümü karıştırmayalım. Sabit ucu olmayan pergelin daireyi, çemberi çizemediğini de unutmayalım.

Kendi değerlerimizden uzaklaşma davetlerine koşarsak, ikaz sarsıntılarını beşik sallantısı gibi kabullenirsek, uyanmama inadını her şeye rağmen sürdürmekten vazgeçmezsek; daha çok ‘yılbaşı faciaları’ yaşarız.

HABERE YORUM KAT