1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. Tek taraflı beyan üzerine hüküm verme
Tek taraflı beyan üzerine hüküm verme

Tek taraflı beyan üzerine hüküm verme

Dedikodu ve gıybetlere, çekişme ve suçlamalara sebebiyet veren nice bilgi ve haberler var ki araştırmadan, suçlanan veya karalanan şahısları dinlemeden hüküm verir, böylelikle günaha girmiş oluruz.

26 Ağustos 2020 Çarşamba 15:13A+A-

Ali Bulaç, yazısında karşı tarafın savunmasına bakmadan tek taraflı beyanlar üzerine kesin hüküm vermek üzerine duruyor:

Önce bir haber:

HDP’den ihraç edilen Mardin Milletvekili Tuma Çelik hakkında D.K. isimli kadına cinsel saldırıda bulunduğu iddiasıyla kurulan Hazırlık Komisyonu, dokunulmazlığının kaldırılmasını istedi. Karar oy birliğiyle alındı. Komisyon üyeleri, “kadının beyanı esastır” dediler.” (Gazeteler.)

Son yıllarda sıkça bu türden haberleri okuyoruz. Onbinlerce erkek bir kadına tacizde bulundukları veşa şiddet uyguladıkları gerekçesiyle “kadının beyanı esas” alınarak ya evlerinden uzaklaştırılmış veya hapse atılmışlardır.

Biz tek yanlı beyan üzere karar vermenin Kur’an-ı Kerim’de nasıl ele alındığına Sad suresinin 21-26. Ayetlerinden hareketl bakmaya çalışalım:

“Sana o davacıların haberi geldi mi? Hani mihraba (Davud'un bulunduğu yere girmek için) yüksek duvardan tırmanmışlardı. Davud'a girdiklerinde, o, onlardan ürkmüştü; dediler ki: "Korkma, iki davacıyız, birimiz diğerimize haksızlıkta bulundu. Şimdi sen aramızda hak ile hükmet, kararında zulme sapma ve bizi doğru yolun ortasına yöneltip-ilet." “Bu benim kardeşimdir, doksan dokuz koyunu vardır, benimse tek koyunum var. Buna rağmen 'Onu da benim payıma (koyunlarıma) kat' dedi. Ve bana konuşmada üstün geldi. (Davud) dedi ki: "Andolsun senin koyununu, kendi koyunlarına (katmak) istemekle sana zulmetmiştir. Doğrusu, (emek ve mali güçlerini) birleştirip katan (ortak)lardan çoğu, birbirlerine  tecavüz ederler ancak imân edip salih amellerde bulunanlar başka. Onlar da ne kadar azdır." Davud, gerçekten bizim onu imtihan ettiğimizi sandı, böylece Rabbinden bağışlanma diledi ve rükû ederek yere kapandı ve (bize gönülden) yönelip-döndü. Böylece onu bağışladık. Şüphesiz onun bizim katımızda gerçekten bir yakınlığı ve varılacak güzel bir yeri vardır. "Ey Davud, gerçek şu ki, Biz seni yeryüzünde bir halife kıldık. Öyleyse insanlar arasında hak ile hükmet, istek ve tutkulara (hevaya) uyma; sonra seni Allah'ın yolundan saptırır. Şüphesiz Allah'ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarından dolayı şiddetli bir azap vardır." (38/Sad, 21-26)

Hz. Davud Yaruşalim yani Kudüs’ü ele geçirdikten sonra buranın en hâkim tepesine bir saray inşa ettirdi. Saray’ın yapımında servi/selvi ağaçları kullanılmıştı, İsrailoğullarını buradan yönetiyordu. Anlatıma göre halkın davalarına Saray’da değil, içinde Ahit Sandığı’nın bulunduğu Ohel Moed/Buluşma Çadırı önünde bakıyordu. (Çıkış, 33/7-11; II Samuel, 6/17.) Ayette geçen mihrap Razi’ye göre kaldığı yerde Hz. Davud’un Rabbine dua, zikir ve ibadet için çekildiği yerdir. (Mihrab için bkz. 3/Al-i İmran, 37.) Davacılar duvarı tırmanıp da Hz. Davud’a ulaştıkları yer işte aslında davaların görülmeyip Hz. Davud’un ibadet için çekildiği yerdir, oraya da usulüne uygun olmayan yollarla girmişlerdir. Hz. Davud’un hiç beklemediği bir mekân ve zamanda iki kişiyle karşılaşınca korkmuştur. Bu ziyaretlerine insan kılığında meleklerden Hz. İbrahim ve Hz. Lut’un korkmasına benzer (bkz. 11/Hud, 69-77). Hz. İbrahim ve Hz. Lut’a gelenler, "melek" olduklarını beyan etmişlerdir, Davud aleyhisselama gelenlerin "melek" olma ihtimalleri yoktur, zira hemen kendilerini aralarında ihtilaf olan "iki davacı" (38/22) tanıtmaktadırlar. Kaldı ki Davud’un huzuruna çıkmak isteyen meleklerin duvarı tırmanmalarına ihtiyaçları yoktur.

Davud aleyhisselâmla ilgili önbilgiler, başka bir deyişle onun siyasi ve ahlaki profili bizde kanaat oluşturacak bir perspektif verildikten sonra 21-25 aarıs ayetlerde ilginç bir olayın anlatımına geçilir. Tefsirciler Kitab-ı Mukaddes’in, daha doğrusu İsrailiyyat’ın derin etkisinde bir peygambere uygun düşmeyecek yakıştırmalarda bulunurlar. Önce İsrail’i kaynaklarda yer alan ve hakikatte aslı esası olmayan rivayet ve bilgileri sanki vahyin nassı imiş gibi ela alırlar, sonra da bunları tevil etmek üzere bin dereden su getirmeye çalışırlar.

Son dini tebliğin peygamber telakkisine göre bu hikâyenin tamamıyla uydurma olduğu açıktır. Diyelim ki Yahudi kaynaklarında Davud bir peygamber değil, kraldır. Ancak Kur’an-ı Kerim kendisine dört büyük kitaptan biri olan Zebur’un gönderildiği peygamber olduğunu belirtir, İsraili kaynakları Davud aleyhisselâmın ya peygamberlik misyonunu yok saymakta veya bir peygambere yakışmayacak şen’i fiilleri ona isnat etmektedirler, bu yönüyle söz konusu rivayet ve bilgiler üzerinde fikir yürütmeye değer nitelikte değildirler. Nübüvvetin asli misyonu itibariyle ve değişmez ilke olarak, bir peygamberin asla bu türden iki büyük suç işleyebileceğini düşünemeyiz. Bu anlatıma göre Hz. Davud, On Emir’in en belirgin iki emrini çiğnemiş bulunmaktadır. Değil bir peygambere sıradan şerefli bir insana bu fiiller yakışmaz. Peygamberler günah işlemez, onların ismet sıfatı buna manidir. Durum bu ise, bu uydurma rivayetler üzerine bir tefsir veya tevil kurmanın tamamı hükümsüzdür. Bu yüzden haklı olarak Hz. Ali (r.a.), kıssayı bu şekilde anlatanlara bir peygambere iftira atmanın cezası olarak 160 sopa vurma tehdidinde bulunmuştur. Sıradan insanların iftira cezası 80 sopadır (bkz. 24/Nur, 4).

24. ayette Davud aleyhisselâmın yüce Allah tarafından "imtihan edildiği"ni sanmış –bazı tefsircilere göre ayette geçen "zan" anlamaktır, dolayısıyla imtihandan geçtiğini anlamıştır- bunun üzerine yüce Allah’tan bağışlanma dileyerek secdeye kapanmıştır. Bunun bir anlamı olması gerekir.

Maalesef  Tefhimu’l Kur’an adlı değerli eserinde arkeolojik malzeme ve mukayeseli dinler tarihini başarıyla kullanan Ebu’l A’la Mevdudi de çok sayıda klasik müfessiri takip ederek Urya isminde bir askerin güzel karısına tutulan Hz. Davud’un kocasından boşayıp kendisiyle nikahlanmak istediğinden ibaret olduğunu yazar (Tefhimu’l Kur’an, V, 63-68). Kitab-ı Mukaddes’teki anlatımlara göre, Hz. Davud, kadının kocasını ön saflarda savaşmak üzere gönderip ölümünü sağlamış, böylelikle kadına sahip olmuştur. Kitab-ı Mukaddes daha ileri gider, kadının kocasının ölümünden önce Hz. Süleyman’a hamile kaldığını iddia ile bir peygambere yakışmayacak çirkin isnatlarda ve iftiralarda bulunur. (Bkz. Kitab-ı Mukaddes'in II. Samuel 11. ve 12.)

Bizim kanaatimize göre Hz. Davud’un bağışlanma dilemesini gerektiren husus, evli bir kadınla zina etmesi, kocasını öldürtmesi veya Mevdudi’nin iddia ettiği gibi evli bir kadını bir askerden çok saraya yani kendisine layık görmesi değildir. Haşa bu suçları hiçbir peygamber irtikâp etmez, güzel bir kadın görse bile nefsine hâkim olur, olamıyorsa bu onu sıradan insanlar konumuna düşürür.

Açık olan şu ki Kur’an’da bağışlanma dileğine sebep olan olay anlatılmış değildir. Ne olduğunu bilemiyoruz. Tefsirciler aradaki boşluğu Kitab-ı Mukaddes’in kadın meselesinden hareket ederek kafalarında kurgulamaktadırlar. Bizim de illa da bir sebep aramamız gerekirse, bir tahminde bulunmamız gerekir, fakat bu bir tahminden öteye geçmez. Her ne kadar Mevdudi “Burada Hz. Davud'un, sadece bir tarafı dinleyerek karar verdiği zehabına kapılmak yanlıştır. Çünkü davacının konuşup davalının susmuş olmasından, onun suçunu kabullenmiş olduğu anlamı çıkar” diyorsa da, ayetlerin bağlamı (siyak ve sibakı) bu tahminden başka bir ihtimale izin vermez. Mesele, muhakeme usulünde içine düşülen bir hata, bir unutma olayına atıftır. Şöyle ki:

Davud aleyhisselâmın ibadete ve tefekküre çekildiği odasına gayrı nizami yollarla giren iki kişi kardeştirler. Muhtemelen ya işleri acildir veya kestirmeden Hz. Davud’a duvarı atlayarak ulaşmanın daha pratik olduğunu düşünüp randevusuz, destursuz odasına dalmışlardır. Bu da acaba bir suikasta mı uğradım diye Hz. Davud’un kaygılanmasına yol açmıştır. Ancak şahıslar Hz. Davud’un kaygısını gidermek üzere niçin huzuruna çıktıklarını anlatınca o da rahatlamıştır.

Gelenler kardeştirler, aralarında ortaklık kurmuşlardır. Ortada 100 koyunluk bir dava söz konusudur. Kardeşlerden birinin 99, diğerinin 1 koyunu olduğunu, fakat bir kardeşin tabir caizse laf cambazlığı, gerçeklik değeri olmayan argümanlar, etkileyici hitabet gücünü kullanarak, belki ağabey yaş faktöründen yararlanarak, olayları sağından solundan büküp kendi lehine çevirerek –her ne olursa olsun müvekkilini haklı çıkarmaya kendini ayarlamış avukatların veya illa da devleti savunacağım diye savcıların yapmaya çalıştığı gibi- kardeşinin tek koyununu da elinden alıp sürüsüne katmıştır. Olan olmuş ancak sonra koyununu kaptıran kardeş pişman olmuş, zayi olan hakkını geri almak istemiş, aralarında ciddi bir ihtilaf çıkınca ve belki mesele sevimsiz, tatsız boyutlara ulaşma istidadı gösterince en adil kararı vereceğinden şüphe etmedikleri Davud aleyhisselâmın huzuruna çıkmaya karar vermişlerdir. Dedikleri tam olarak şudur:

"İki davacıyız, birimiz diğerimize haksızlıkta bulundu. Şimdi sen aramızda hak ile hükmet, kararında zulme sapma ve bizi doğru yolun ortasına yöneltip-ilet. Bu benim kardeşimdir, doksan dokuz koyunu vardır, benimse tek koyunum var. Buna rağmen ’Onu da benim payıma (koyunlarıma) kat’ dedi. Ve bana konuşmada üstün geldi.“

Bu beyanda kadın meselesini çağrıştıran en ufak bir unsur veya ima yoktur.

Davaya objektif ve zahiren bakıldığında 99 koyunu olanın diğerinin tek koyununa göz dikip elinden alması haksızlıktır. Hz. Davud da bunun haksızlık olduğunu söyleyip davayı bitirmek istemektedir ve  öyle de yapmıştır. Zaten adamlar uygunsuz bir zamanda ve gayri tabii yollardan huzuruna çıkmışlardır, belki canı da sıkılmış, açık beyanlarına rağmen suikast korkusunu içinden atamamıştır. "Zelle" kabilinden –tıpkı Efendimiz’in kör bir sahabinin kendince zamansız gelip soru sorması üzerine yüzünü ekşitmesi olayında olduğu gibi (bkz. 80/Abese, 1-10)- Hz. Davud muhakeme gücünü tümüyle kullanmadan, daha doğrusu davanın tam özüne vukufiyet sağlamadan karar vermiştir. Burada Hz. Davud’a isnat edilecek zelle kabilinden hata muhakeme usulündeki eksik tutumudur. Oysa yapması gereken şey -görünürde/zahirde böylesine objektif bir haksızlık olsa bile- karşı tarafı da dinlemek olmalıydı. Çünkü Kızılderililerin dediği gibi "Her hikâyenin bir başka anlatımı vardır." Hâkim tarafları dinlemek zorundadır. Adil yargılama, usulüne uygun olan yargılamadır. Belki de karşı tarafı dinleseydi, aslında ortaklık dağılırken, o tek koyunun da 99 koyunun sahibinin hakkı olduğu ortaya çıkmış olacaktı. Belki mağdur konumunda görünen kardeş koyun değil de ortaklıktan başka mal mülk almış, ama bununla yetinmeyip kardeşinden davacı olduğunda daha fazlasını elde edeceğini düşünmüştür. Davanın tam vuzuha kavuşması iki tarafın da dinlenmesine bağlıdır. Muhtemelen Davud aleyhisselam tek tarafı dinleyerek karar verdiği için hata yapmış, hatasını hemen anlayıp yüce Allah’tan af ve bağışlanma dilemiş, Allah’ın kendisini bununla sınadığını düşünüp yine büyük bir ihlas ve safiyetle secdeye kapanmıştır. En Nahhas, hatanın muhakeme usulünden kaynaklandığına işaret ettikten sonra şöyle der: "Denildiğine göre bu Davud aleyhisselam’ın işlediği günah idi. Çünkü burada herhangi bir belge ve sağlam kanaat bildirmeye dayanak olacak birşey istemeden ve hasmın ikrarı da ortada bulunmaksızın durum gerçekten böyle mi olmuştur başka şekilde mi tespit etmeksizin "Sana zulmetmiştir" deyivermiştir. Kurtubi de, Hz. Davud, davalıya sormuş olsaydı belki şöyle bir cevap alabilirdi: "Benim 100 koyunum vardı, o tek koyunu da benden çaldı. Ona koyunumu bana geri ver dedim, yoksa sana ait koyunu benimkilere kat, benim olsun demedim." Kusur, haksız olduğu sabit olmamış birinin zulümle suçlanmasıdır. (Bkz. 4/Nisa, 105-106.)

Kısaca Davud aleyhisselam karar vermede acele etmiştir, olayın kadınla bir ilişkisi yoktur. 25. ayet, Davud aleyhisselâmın hatasının bağışlandığını belirttikten sonra"Bizim katımızda gerçekten bir yakınlığı ve varılacak güzel bir yeri vardır" buyrulmaktadır ki, bu vurgu seçkin bir peygambere iftira atan İsrailiyat’a ve Müslüman kıssacıların etkisinde kalanlara güzel bir cevap teşkil etmektedir. Davud aleyhisselâmın hataya düşmesine yol açan bu veya bilemediğimiz başka sebep de olabilir. En doğrusunu Allah bilir.

Olay anlattığımız gibi cereyan etmişse bize bir hakikati telkin eder:

Yeryüzünde en yüksek düzeyde adaleti peygamberler tesis eder, bunda en ufak bir tereddüt yoktur ancak dünya şartlarında mahza adalet yani her şeyin tam ve eksiksiz olarak yerli yerine oturması, her hak sahibinin hakkının tümünü alması mümkün değildir, illa az veya çok haklar birbirine geçer. İşte bu bize, ahiretin, Hesap Günü’nün niçin gerekli olduğunu göstermektedir. Tam ve eksiksiz adalet ahirette tahakkuk edecektir, çünkü Hâkimlerin Hâkimi (Ahkamu’l hâkimin) olan yüce Allah taraf tutmaz, unutmaz, yanılmaz, iltimas kabul etmez, muhakeme usulünde hata yapmaz (95/Tin, 8).

Bu arada Hz. Davud, insanın bencilliğini, her şeyi keser gibi kendine yonttuğundan ortaklıkların yürümediğini de belirtmekte (38/24); sağlıklı, verimli ortaklıkları ancak iman edip salih amellerde bulunanların kurup devam ettirdiklerini belirtmektedir. Maalesef bunların da sayısı pek azdır. Ayette ortaklığın "halt ve ihtilat" olarak gelmiş olması düzgün ve dürüst ortaklığı yanında hile ve zimmetin karıştığı ortaklığa da imada bulunmaktadır. Birden fazla parçanın birbirine karışması ihtilattır. Ortaklar mallarını veya sermayelerini birbirine katarak iş yapmaya çalışırlar. Ancak ayetin vurguladığı çerçevede yürüdüğünde bir diğerinin payından bir bölümünü kendi hesabına geçirir, belki ortağından mal ve kazanç kaçırır, böylelikle günah ve suç teşkil eden bir fiil işlemiş olur. Hz. Davud, iman eden ve salih amellerde bulunanların dışındaki ortaklıkların bu gayrı meşru işlemler ve fiillerle malul olduğunu söylemektedir.

Hukuk adaleti ve muhakemede takip edilecek usulle ilgili hususlar yanında sıradan insanların da bu kıssadan almaları gereken dersler vardır. Dedikodu ve gıybetlere, çekişme ve suçlamalara sebebiyet veren nice bilgi ve haberler var ki araştırmadan, suçlanan veya karalanan şahısları dinlemeden hüküm verir, böylelikle günaha girmiş oluruz. Kıssa bize, şahıslar veya gruplar hakkında kesin bir yargıya varmadan önce çok yönlü araştırma yapılması, hikâyenin birkaç anlatımına da başvurulması gerektiğini önemle vurgulamaktadır.

Davud aleyhisselam yeryüzünde halife idi. (Hilafet için bkz. 2/Bakara, 30). İlahi iradenin hangi yönde tecelli ettiğini, Allah’ın emir ve yasaklarına uyup ona göre iktidar kurmanın nasıl mümkün olduğunu, insanların, toplumların nasıl adalet üzere, hak ve hakkaniyete göre yönetilebileceklerini somut olarak gösteriyor, bu arada derin bir ihlas ve samimiyetle yüce Allah’a ibadet ediyor, canlı ve cansız varlıklarla iletişim kurabiliyordu. "Yeryüzünde halife" olmak demek insanlar arasında hak ve hakkaniyetin tesis edilmesi, insanların kendi istek ve tutkularına göre hareket etmemesi ve doğru yol üzere bir hayat tarzını takip etmesi demektir. Bu yol haritasını takip etmeyenler hilafet haklarını kaybettikleri gibi büyük bir azaba da çarptırılacaklardır. Halife olan, yeryüzünün nihai ve hakiki sahibi olmadığını bilir, bu hakikati unutmaz. Kim yeryüzünü sahipsiz, kendi babasının çiftliği zannedip keyfince kullanmaya kalkışırsa o hesap gününü unutmuş kimsedir, akıbeti feci olacaktır.

Yüce Allah Davud aleyhisselamı bağışladı. Çünkü bu olayda "kasıt" yoktu, "kusur" söz konusuydu. Niyeti taraf tutmak değil, adaleti tesis etmekti, ama muhakeme usulünden kaynaklanan bir hata işlemiş oldu. Bu aynı zamanda bütün hâkimler, mahkemeler ve hakemler için uyarıcı, öğretici bir özelliğe sahiptir. (Daha geniş bilgi için bkz. A. Bulaç, Kur’an Dersleri/Tefsir, VI, 15-25.)

Mevcut kanunlarda “tek taraflı beyan”ın esas alınarak hüküm ve ceza verilmesinde “kusur” değil, “kasıt” vardır.

 

HABERE YORUM KAT

2 Yorum