1. HABERLER

  2. İSLAM DÜŞÜNCESİ

  3. Tasavvuf ve tefakkuh üzerine
Tasavvuf ve tefakkuh üzerine

Tasavvuf ve tefakkuh üzerine

‘Şeriatın naslarının zahirine muhalif hiçbir bilgi, hiçbir hal, hiçbir sezgi dinden sayılamaz. Bunun asla fakat’ı, ama’sı lakin’i de olmaz. Nasların zahirini de ancak ilimle bilebiliriz.

06 Aralık 2020 Pazar 11:17A+A-

Faruk Beşer’in Yeni Şafak gazetesinde “Tasavvuf ve tefakkuh” başlığı ile yayınlanan yazısı:

Tasavvufla ilgili yazılarımızın geri dönüşlerinden yazıların maksadına ulaştığı anlaşılıyor. Kısaca yapmak istediğimiz şey tasavvuf düşmanlığı değil. Çünkü kategorik olarak tasavvufa düşmanlık etmenin tasavvufu da İslam’ı da anlamamak olduğunu hep söylüyoruz. Karşı olduğumuz bazı tarikatların tasavvufun gücünü kullanarak insanları sömürmesi, akletmelerine engel olması, İslam’ın muhkem nasları dururken uydurma sözlere tutunarak batıni garabetlere ve bidatlere tutunmaları, takdis etmeleri ve edilmeleridir.

Tasavvuf bir yaşama biçimidir. Sahabe efendilerimizin de hepsi aynı mizaç ve karakterde değildi. Suheyb er-Rumi gibi abid ve zahidlerin yanında Ömer (ra) gibi ‘bir vadiye girdiğinde şeytanın kaçıp başka bir vadiye girdiği’ celalli insanlar da vardı. O halde insanların hep aynı şeyleri yapmalarını beklemek tabiatı anlamamak olur.

Farz ibadetlerden sonra amellerin en faziletlisi Allah için ilim tahsil etmektir ama bunu herkes yapamaz. Bunu yapamayan insanların boş işlerle uğraşma, aylak aylak dolaşma yerine bir bilge üstadın talimiyle evradü ezkârla meşgul olması, ‘kardeşlerle’ bir arada bulunup yalnızlığını ve ‘vahşetini’ gidermesi, sevgi ve ilgi halesine dahil olması kötü bir şey midir? Kaldı ki, bu kardeşliğe, ‘ünsiyete’ ve sohbete/birlikteliğe herkes muhtaçtır. ‘Ey iman edenler, Allah’a karşı takvalı olun ve sadık/dürüst insanlarla beraber bulunun’ (9/Tevbe, 119) ayeti herkesi muhatap almıyor mu? Ne var ki, ayetteki sıralama da önemli şeyler anlatıyor; önce iman, ardından takva ve sonra sadıklarla beraber olma. Takva, kulun Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmek suretiyle kendini korumaya almasıdır. Bu olmadıktan sonra beraberliğin anlamı kalmaz. Yani mesele ne yaptığını bilme melesidir. Mesele Kitabın ve Sünnetin zahirine aykırı batıni felsefeleri insanlara din diye anlatmama meselesidir.

Biraz bilgisi olan bir mümin şu kurala itiraz edebilir mi? ‘Şeriatın naslarının zahirine muhalif hiçbir bilgi, hiçbir hal, hiçbir sezgi dinden sayılamaz. Bunun asla fakat’ı, ama’sı lakin’i de olmaz. Nasların zahirini de ancak ilimle bilebiliriz. İlmin de usulü ve kaynağı bellidir. O halde bu dinin garantör mercii ulemadır, yani bir tek alim de değildir. Hep söylüyoruz, Resulüllah’tan sonra hiç kimse, ne kadar alim olursa olsun, dinin yegâne mercii görülemez. Gazali uzletin ölçüsünden söz ederken bu konuda sufinin kendi yaşadığı hale göre konuşabileceğini, oysa gerçek alimin kendi haline bakmadan hakikat ne ise onu söyleyeceğini anlatır (İhya, Daru’l-minhac IV, 321). Kısaca tasavvufun afetlerinden biri de salikin kendi hissettiği bir hali herkesi ilgilendiren din sanmasıdır. Oysa dinin mercii ve kaynakları bellidir.

Bu şuurla müminlerin farz ibadetlerinde bir eksiklik olmamak kaydıyla her gün belli nafile/gönüllü ibadetlerinin ve zikirlerinin olması ne kadar güzeldir. Yeter ki, bunlarda da Resulüllah’ın öğrettikleri dışına çıkılmış olmasın. Resulüllah (sa) ümmetine her gün tekrar edilen bazı zikirler öğretmemiş midir? Bunlar hadis kitaplarının ‘dua ve zikir’ bölümlerinde topluca verilmiştir. Ardından da bunları, gece ve gündüz yapılacak işler anlamında “amelü’l-yevm ve’l-leyle” adıyla toplayan pek çok kitap yazılmıştır. Sanırım sonradan bu zikirlere beşer sözü olan karıştırmalar da olunca bizzat Resulüllah’tan gelenlerine yani varid olanlarına ‘vird’ (ç:evrad) denmiştir.

Bugün çoğunlukla ehli ilmin eksikliklerinden birisi, yemeğin lezzet karışımları gibi olan bu evrada ihtiyaç duymamaları bu sebeple de işin lezzetini alamamalarıdır. Bunları bir üstadın öğretip devamını kontrol etmesi bir talim ve terbiye meselesi olarak gereksiz olabilir mi?

İmam Malik’e nispet edildiği halde onun olmayan, ama doğru anlaşılırsa anlamlı bir söz vardır: ‘Fıkıhsız tasavvuf zındıklığa, tasavvufsuz fıkıh fasıklığa götürür. İkisi birlikte hakikate ulaştırır’. Buradaki tasavvuf işin manevi yönüdür, zühd ve takvadır, İslam ahlakıyla ahlaklanmadır. Tasavvuf da budur. İmam Rabbani bu bütünlüge çoğu yerde ‘ilim, amel, ihlas’ formülüyle vurgu yapar.

Eski İran inançlarından geçen bir kelime olarak zındıklık, kâfir denilemese de küfre yaklaştıran akide bozuklukları için kullanılır. Gerçekten de bugün tarikatların yüzde doksan beşinde bunların var olduğunu hiçbir ehli ilim ve ehli insaf inkâr edemez. Fasıklık ise Allah’ın emir ve yasaklarını çiğnemedir. O halde günümüzde Kuranıkerim ve Resulüllah’ın sünneti konusunda çokça duyduğumuz cumhur-i ümmeti aşan ekstrem ifadeler ve ibadetsizlikler de işin işte bu yönünü anlatır.

 

HABERE YORUM KAT

1 Yorum