1. HABERLER

  2. HABER

  3. GÜNDEM

  4. Takvim değil kimlik ve kişilik meselesi
Takvim değil kimlik ve kişilik meselesi

Takvim değil kimlik ve kişilik meselesi

"Taklit; önce giyim, kuşam, yeme, içme gibi basit şeylerle başlayıp, daha sonra hal ve hareketlere yansır. Kişi ya da toplum, taklit ettiği kişi ya da toplumların tabiatını almaya başlar. Onlar gibi davranmaya, onlar gibi düşünmeye yol açar"

31 Aralık 2021 Cuma 11:31A+A-

Yaşar Değirmenci köşesinde bugün yılbaşı adı altında değişim yaşayan topluma farklı açılardan bakmasının yararına olacağını hatırlatıyor.

Her yılbaşı öncesinde aynı tedirginliği duyuyorum. Acaba yine ayakta duramayan insanları, evinin yolunu şaşırıp yardım isteyenleri, gece patlayan silah seslerini, kulakları sağır edercesine açılan müzik âletlerini, bağrışmaları-çığrışmaları, sağa-sola sataşmaları yine görecek miyiz? Yine tam bir “cinnet toplumu” manzarasına katlanacak mıyız? Vahşetin-dehşetin-tehlikenin adı yine “uygarlık-çağdaşlık-modernlik” olarak mı konacak?

Bütün bu yapılanlara da ‘yılbaşı eğlencesi’ mi denecek? Yılın sonlarına doğru hep bir ürküntü yerleşir yüreğime. ‘Şu bir bitse de, kurtulsak’ demişimdir hep. Alışverişler, medya pompaları, hazırlıklar; ne oluyor, ne olacak? Bu iş iyice çığırından çıktı. Düşünmeden yaşamanın güzel bir tarafı olamaz. Düşünmeden yaşamak, sürüklenmekten farksızdır. Yılbaşı kutlamaları, bu ‘düşünmeden yaşama’nın en çarpıcı tezahürlerinden biridir. 

Buradaki meselemiz, tarih-takvim konularıyla doğrudan ilgili değil. Hayatımızın bütünüyle ilgili. Bir yılın tamamlanması, insanı düşünceye sevk etmeli. 

Nasıl geçti bu bir yıl? Gelecek yıla nasıl başlıyoruz? İnsan fıtratı, zamanın akışına böyle bakacak bir yapıdadır. Normali budur. Güneş batarken birinin ‘yaşasın, güneş battı’ diyerek, oynamaya, zıplamaya, kahkaha atmaya başladığını görseniz nasıl karşılarsınız? Yıl biterken aynı şeyleri yapanların hali bundan farklı mıdır? Otur, düşün ömründen bir yıl daha gitti. Ne yaptın bu yılda, neler başına geldi, nereye gidiyorsun? Kimler kaldı geride? Sen bundan sonra ne yapacaksın? Bu hayatın mânâsı ne? Sen o mânâya uygun mu yaşıyorsun? Yanındakiler, etrafındakiler, nasıl yaşıyor? Sorumluluğun, mutluluğun icapları nedir? Hele son iki yılda yaşadıklarımız; şimdiye kadar hiç yaşamadığımız, tarihte bile en nâdir görülen olaylarla dolu. Ders, ibret, dehşet, kâbus! 

Hayatımızın  imtihan dünyası olduğumuzun tecellisi. İster adına ‘pandemi’ ister ‘salgın’ ister ‘mahrumiyet eğitimi’ ister ‘elimizdeki bütün imkanların emanet’ olduğunu düşünme, ister ‘en zor sıkıntılı günler’ deyin. Bütün bunları yaşadığımız ve bitmeyen yeni gelişmeler yaşayacağımız küresel bir başka emperyalizm.

Müslümanların gayrı Müslimlerle birlikte yaşadıkları bir toplumda, ‘kimlik bilinci’ geliştirmek isteyen, ‘aidiyet şuuru’ olan, öz güvene sahip, ‘Ümmet Şuuru’nu yerleştirmeye çalışan bir Peygamberin ümmetiyiz. Allah Resulü, Medine’de daha önce Mekke’de bulunmayan farklı bir dini cemaatle Yahudilerle karşılaştı. Müslümanların Yahudileri taklidinin önüne geçmek ve onlarda bir kimlik oluşturabilmek için bir takım tedbirler aldı. Müslümanların taklit batağına saplanmalarına da kesinlikle karşı çıktı. Yahudilerin Medine toplumuna kabul ettirdikleri adetleri bir bir söküp attı. Hatta bu hususta en basit gibi görünen şeklî konularda dahi Müslüman farkının vurgulanmasına gayret ediyordu. Bu konuda aldığı ilk tedbir Müslümanların onlarla düşüp-kalkmasının, dostluk kurmasının önüne geçmekti. Bu sebeple Resulullah, İslâm toplumunu oluştururken, önce müstakil bir Müslüman kimliği oluşturdu. Yılbaşı vesilesiyle bireysel ve sosyal yaşadıklarımızı Peygamberimizin bizlere kazandırdığı bu “Mümin Kimliği” ile değerlendirmeliyiz. 

Şartlar çok ağır, ciddi bir geçim sıkıntısı yaşanıyor. Dekor değişti ve parlaklaştı. Ama o değişen dekor içindeki sıkıntılar daha da arttı. İç ve dışta yaşadığımız çeşitli bunalım sebepleri var. Düşünülecek çok sarp meselelerin içindeyiz. Ama ‘yılbaşı’ bazılarına bunların hepsini unutturuyor! Bizim mi bu hayat? Biz bu muyuz? Nerede bizim hayatımız, neredeyiz biz? ‘Kendimizi unuttuk’ itirafının işareti mi yoksa bu? Her kazandığımızı ruhumuzdan verdiklerimizle ödettiler. Sevgiyi-saygıyı, merhameti-şefkati reddeden hayat tarzlarının icbarıyla ruh dünyamızı kan-revan içinde bıraktılar. Birbirini tahribe çalışan insanlar, zulümden yakınma hakkına sahip olabilir mi? Mukaddes Kitabımızda, “Siz kendi kendinize zulmedersiniz” denmiyor mu? İşte ediyoruz. Kendi kendimizin hem zâlimi, hem mazlumuyuz. Bu meselenin kökünde de ‘iman ve ahlak buhranı’ var. İnsanımızı abluka altına alan TV-bilgisayar-internet-magazin ağına düşmüş, çırpınan insanımızın hüznü var. Her şeye rağmen kimliğimize yakışmayan hayat tarzımız; elektronik rüyalara dalmış ve dijital işgale uğramış bir zihin yapısıyla sarf edilen gayretler tek bir meselemizi bile çözemez. Vahşetin-dehşetin-tehlikenin adı yine ‘uygarlık-çağdaşlık-modernlik’ olarak kondu. Kültürden, inançtan, düşünceden kaçanlar, ‘yılbaşı şemsiyesi’ altında toplanıyor. Eğlence, içki, kumar, çılgınlık, her türlü rezalet ‘yılbaşı’ adına yapılıyor. 

Her hal ve şartta yaşanan bir dinimiz olduğunu unutmayalım. Azaba müstahak amel işlemeyelim. Harama bulaşmayalım. Müslüman olduğumuz yaşayışımıza yansımalı!

Mesele, etki/tepki basitliğinden değil! Mesele yılbaşı değil, kimlik kişilik meselesi.

Çok dramatik bir hal içindeyiz. Çünkü hassasiyet varsa; umut her durumda vardır, her mesele bir gün çözülebilir. Ama hassasiyet kaybolmuşsa, hangi meseleyi kim çözecek? İnsanımız bu kadar yozlaşmamalıydı. Bu kadar çabuk teslim olmamalıydı. Bu hale düşürülmemeliydi. Her ‘yılbaşı kutlamaları’nda ‘cinnet toplumu’ haline getirilmemeliydik. İnsanımızı abluka altına alan TV-bilgisayar-internet-magazin ağından kurtarabilmeliydik. Işıltılı-pırıltılı neonların, süslerin arkasında, temelinde fikri-zihni sıkıntı var. Milletin bünyesine uymayan inkılaplarla başlayan taklit; dini hayatı hiç kaale almayan masa başı insan mühendislikleri, jakoben uygulamalar, zulümler, işkenceler, idamlar, kılık-kıyafetten, oturup kalkmaya, yiyip-içmeden ev döşemesine varıncaya kadar taklit edilen, dayatılan batıcı hayat tarzı sonuçtur. Sebepsiz sonuç olmaz. Gömlek yanlış düğmelenmeye başlamış. 

Allah Rasulü’nün “Yahudilerin ve Hıristiyanların yolunu adım adım, karış karış izlemek’ olarak dile getirdiği tehlike, bizim Yahudileşme ve Hıristiyanlaşma dediğimiz tehlikenin ta kendisiydi ve bu tehlike taklitle başlıyordu. Bütün bu tedbirler, ikazlar iç-içe yaşayan iki toplumun, şeklen de olsa birbirinden ayrılması için alınıyordu. Taklit; önce giyim, kuşam, yeme, içme gibi basit şeylerle başlayıp, daha sonra hal ve hareketlere yansır. Kişi ya da toplum, taklit ettiği kişi ya da toplumların tabiatını almaya başlar. Onlar gibi davranmaya, onlar gibi düşünmeye yol açar. Eylemleri, düşünceleri, duyguları benzeşir. En sonunda da âyette zikredildiği gibi “artık kalpleri birbirine benzemiştir.” (Bakara sûresi 118)

Bütün bu âyet ve hadislerin ışığında Rabbimizin haber verdiği tehlikeli gidişata karşı dikkatli olmayı, Peygamberimizin hassaslık gösterdiği hususlarda hassasiyet göstermeyi, Mü’min olmamızın asgari şartı olarak değerlendiremez miyiz? Peygamber Efendimizin bu uygulamalarından, Müslüman toplumun “taklitçi” bir toplum olmaması gerektiği sonucunu çıkaramaz mıyız? Hâkim unsuru Müslümanlar olan fakat farklı yaşayışların da bulunduğu bir ortamda İslâm cemaatini oluşturan fertlerin kendi kimlik ve kişilikleri için gösterdikleri direnci, verilen mücadeleyi imanımızın bir başka boyutu olarak göremez miyiz? 

Toplum olarak, yılbaşı hazırlıklarına bir de bu açıdan bakamaz mıyız? 

HABERE YORUM KAT