1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. Tahkir ve Tezyif Korosu
Tahkir ve Tezyif Korosu

Tahkir ve Tezyif Korosu

Bir kısım aydınlar tarafından AK Parti’nin hemen her seçim başarısının ardından mutad olduğu üzere, 1 Kasım seçimlerinin ardından da, AK Parti’ye oy vermiş halkı aşağılama, kaba benzetmelerle hakaret etme seansları icra edildi.

16 Kasım 2015 Pazartesi 17:00A+A-

‘Aydın’ olmuşsun ama ‘adam’ olamamışsın

Murat Güzel / Star

Bu yazıyı yazarken sürekli zihnimi meşgul eden iki sima ve onlardan işittiğim iki cümle vardı. Yazıyı yazıp bitirdikten sonra o simaları ve cümleleri bir şekilde bu yazıya iliştirmem gerektiğini hissettim. O simalardan ilki benim Konya sokaklarından “Erzurumlu bir meczup” diye tanıdığım bir kişi. Bir Ramazan gecesi, teravih namazının ardından çay içmek üzere çöktüğüm bir çay ocağında karşılaştık bu simayla. Çay ısmarladım kendisine ve konuşmaya başladık. Laf döndü dolaştı, meczupluğuna geldi. Yüzü gergin bir şekilde sadece şunu söyledi: “Şükre değer bir şey delilik. Ben de deliliğimin şükründen hesaba çekileceğim.”

İkinci simayı ise Yılmaz Çayevi’nde, rahmetli Zemçi Çetinkaya sayesinde tanıdım. Halktan, esnaf ve galiba derviş bir kişi. Zemçi beyle Sıffin Savaşı’nı tartışmaya başladılar. Tartışmanın ateşlenmeye başlayacağını hissettiği bir noktada, geri çekilmenin yüce gönüllülüğünü yaşattı bize: “Kanımı bulaştırmadığım savaşa, dilimi de bulaştırmam!”

Bu iki sima ve cümle ayrıksı gelebilir ya da gündelik halk bilgeliğinin sıradışı bir biçimde kendini ortaya atışı şeklinde yorumlanabilir. Ama her iki sima ve cümlede de “haddi aşmama” kaygısının varlığını sezersiniz. Her iki sima ve cümle de muhatabın pervasızlığına karşı sakıngan, mahcup ve temkinli bir duruşu, bu konuşma adabını sezdirir size. Türkiye’de aydınlar ile halk arasındaki uyuşmazlığın sebebinin fikir düzeyinde kalmadığını göstermek bakımından da bu iki sima ve cümle önem taşıyor aslında. 1 Kasım sonrası medyaya yansıyan bazı yazı ve açıklamalarda bunu tekrar müşahede ettik.

Tahkir ve tezyif korosu

Bir kısım aydınlar tarafından AK Parti’nin hemen her seçim başarısının ardından mutad olduğu üzere, 1 Kasım seçimlerinin ardından da, AK Parti’ye oy vermiş halkı aşağılama, kaba benzetmelerle hakaret etme seansları icra edildi. “Evet Türk’üm ama bu benim suçum değil” diyeni mi ararsınız, “Başarı dediği, yüzde 49.5. Yüzde 50.5’un kendisinden bile sinirli olduğunun farkında değil. Bu tehlikeli bir provokasyon” diyerek

1 Kasım seçim sonuçlarına sevinen AK Partilileri ima yoluyla tahfif edip bir de üstüne “provokasyon”la suçlayanları mı ararsınız, seçim sonuçlarına dair başvurdukları eğri-büğrü psikanalizle sözümona “faşizm”in ayak izlerini görenleri mi; hepsi bu “tahkir ve tezyif” korosunun müdavimiydi.

Aralarında koskocaman profların, akademisyenlerin, sanatçıların, gazetecilerin yer aldığı, belki bu yüzden ilk anda hepimize “mümtaz” olmaları gerektiğini düşündüren, ama konuşmaya başladıklarında bu “imtiyaz”ın sadece sınıf ve statü boyutunda kalıp herhangi bir ahlaki tezyinat içermediğine kâni olduğumuz bir taifenin günlerdir üstümüze boca ettiği bu kaba benzetmeler, tahkir ve tezyifler, bir noktadan sonra, Ziya Paşa’nın Terkib-i Bend’indeki o efsanevi güzellikteki beyti hatırlatıyor: “Bed-asla necâbet mi verir hiç üniforma/Zer-dûz palan vursan eşek yine eşektir.” Her seferinde yenik düşmenin hıncıyla halkı aşağılamanın, onun tercihlerine saygı göstermemenin, sahip oldukları çer çöp bilgi ya da yeteneğin hatırına kendilerine gösterilen ihtiramı bile hak etmeyen bir tavrın mümessilleri olduklarını izhar ediyordu her biri.

Aydının alameti farikası

Türkiye’de aydın olmanın/sayılmanın, handiyse kendisi gibi düşünmeyen, tercihleriyle “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” olduğunu her defasında hatırlatan halka “düşman” olmaktan geçtiği, bu kurala riayet etmeyenlerin de “köylü”, “kasabalı” olarak görülüp dışlandığı bir fikri vasat her daim ağırlığını hissettirmiştir elbette; ancak, özellikle, kendileri gibi düşünmeyen, kendileri gibi yaşamayan, kendilerinin siyasi tercihlerine boyun eğmeyen geniş kitlelere karşı sergilenen bu nobran, kaba, görgüsüz, nadan tavırların salt statü ve sınıfsal itiyat ve inisiyaklardan neş’et etmediğini de görmek gerekiyor.

Hakir görmenin, aşağılamanın ve bunu alenen yapacak kadar küstahlaşmanın hemen her zaman yerildiği, “kibir” alameti sayıldığı; bu tür tutum ve davranışları sergileyenlerin “yontulmamış” sayıldığı bir kültürel iklimden geliyoruz. Fakat buna rağmen bütün bu beğenilmeyen, incelik ve nezaketten yoksun görülen hareketleri sergileyenlerin, bunu bir de “müsamaha yokluğuna tepki” kılıfıyla meşrulaştırmaya, kendilerini eleştirenleri “kasabalı” olarak göstermeye çalışmaları Türkiye’deki aydın sınıfın tarihsel bilinçdışını açığa vurması bakımından ilgi çekici. Ancak Lacancı psikanalizin önerdiğinin tersine “dil gibi bile yapılanmayan” bu bilinçdışının hezeyanlarına daha fazla kulak kabartmanın hatalı olacağını düşünüyoruz.

Genel olarak bilinçdışı -tamam- Lacancı teoride “dil gibi”dir, irrasyoneldir, akla mantığa sığmaz, ama nihayetinde bir “yapı”dır. Türk aydınlarının “tarihsel bilinçdışı”nın ise böyle bir yapı olduğundan bile kuşkuluyuz. Bir şeylere, bir tür rahatsızlığa işaret ettiği muhakkaktır bu bilinçdışının, ancak bu “işaret etme”yi ve işaretleri yorumlayabilecek bir kavramsal aygıttan şimdilik yoksunuz!

Tarihsel bilinçdışı

Vulgus’tan, yani halktan, yani sokaklardaki şu kalabalıklar içinden bir bireyin bile “kamusal” alana çıkarken taşıdığı ve insan olma haysiyetinin bir yansıması olarak görülebilecek mahcubiyet, adab-ı muaşeret, karşısındakini eleştirirken bile kırmamaya gösterilen rikkat, konuşurken takınılan nezaket ve nezahat uzunca bir süredir Türk aydınlarında rastlayamadığımız türden hasletler.

Peki neden? Bizim buna gösterebileceğimiz ilk sebep şu: Uzunca bir süredir, hatta Tanzimat’tan beri Türk aydını konuşamamaktadır. Türk aydınının suskunluğu onun dilsiz oluşundan değil (aksine, Türk aydını, maşallah, kendi dili haricinde bütün dillere vakıftır ve bilhassa batı dillerine vakıftır), konuşmalarının bütünüyle “adğas-u ahlam”, bütünüyle “gevezelik”, bütünüyle “kuru gürültü”, bütünüyle “konu dışı” olmasındandır. Türk aydınındaki dil bozukluğu, kendi ülkesi, kendi kültürü hakkında konuşurken bile hep bir “yabancı” oluşun sıkıntılarını yaşamasından kaynaklanır. Nedense bu ülkede doğduğuna pişman, nedense bu insanlarla aynı havayı soluduğuna pişman, nedense başka bir ülkede, başka bir kılıkta yaşamadığına pişman! Psikanalizde buna elbette “aşağılık kompleksi” deniyor- ama bu bile durumu nitelemeye yeterli değil. Aşağılık kompleksi, kişinin özgüven eksikliği, saplantı bozuklukları ve kültürel yozlaşma neticesinde, belli ölçülerde kendini ispat etme çabası, telafi, kendine eziyet vb. semptomlarla tezahür ederken Türk aydınında nedense kendisi haricinde içinde yaşadığı toplumdaki hemen her şeyi, davranışı, kişiyi aşağılamaya varan; neredeyse narsistik bir saldırganlığa evriliyor. Ancak yukarıda vurguladığımız üzere, Türk aydınının “tarihsel bilinçdışı” zaman zaman bu betimlemelerle bile tarif edilemeyecek türden fikri sapkınlıkları izhar edebiliyor pekala.

Karşımızda konuşan kim

Karşımızda konuşan Türk aydınları değilse kim peki? Cevabı Ahmet Hamdi Tanpınar versin: “Kim olursak olalım, nasıl yetişirsek yetişelim, hayat tecrübemizin mahiyeti ve genişliği ne olursa olsun, bizim ağzımızdan hâlâ frenk kitapları konuşmaktadır. Tıpkı bizden evvelkiler gibi...” Tanpınar’ın cümlesine sadece bir cümle ilave etmek günümüzdeki durumu resmetmeye yetecektir. Maalesef Tanpınar’ın ardından gelen yeni kuşak Türk aydınlarının da ağzından Frenk kitapları konuşuyor ve yine maalesef bu konuşmalarda tamamen neo-kolonyal Türk aydınlarının Frenk mukallitliğinden kaynaklı grotesk bir halk düşmanlığı kendini izhar etmekten geri kalmıyor.

Türk aydınlarının sınıfsal saiklerle halka karşı giriştikleri karalama kampanyasının düzeysizliğiyle sıradışı örneklerinden biri de Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın, seçim sonuçları açıklandıktan sonra, seçimden zaferle çıkmış iktidara açık mektup yazarak sözümona “uzlaşma” mesajı vermeye çalışan muhalif bir gazetede (Muhalif medyanın “amiral gemi”sinde) yayınlanan röportajı.  Röportajı okuyup bitirdikten sonra zihninizde “Bu röportaj bir kasaba kıraathanesinde mi gerçekleştirilmiş; sanırım o kıraathanenin müdavimlerinin kendi aralarındaki söyleşinin yazıya dökülmüş hali” düşüncesinin uyanmaması imkansız. Ancak, ilk anda doğru görünebilecek bu düşünce de bana kalırsa yanlış. Böyle bir konuşma ve analiz düzeyi sıradan bir kahve muhabbetinde bile yerilir. Seçim sonuçlarını partileri açısından “başarı” olarak değerlendirenleri “provokasyon” yapmakla, seçimden başarısızlıkla çıkanların “sinirli” halini görmemekle suçlayan bir bakış açısının iler tutar bir yanını aramak nereden bakarsanız bakın abestir; çünkü bu bakış açısının kendisi bizatihi “kötü niyetli”dir.

Kötü niyetli kişi, kendi kötü niyetini “iyi niyet”e hamletmenizi, onu öyle yorumlamanızı isterse şaşkınlık yaşamanız elbette pek tabiidir. O açıdan da şaşırtıcı röportaj. Tahammülfersa beyanlarına tahammül etmenizi isteyen bir kişi Prof. Dr. İlber Ortaylı. Bir kibir abidesi. Kibir abidesi, evet ama içinde yaşadığımız dönemin bir “arogans”, “kibir” dönemi olduğundan da yakınan bir kibir abidesi. Demek ki “Zaman sana uymuyorsa, sen zamana uy” türünden bir oportünizmi de bir şekilde benimsemiş. Eyvallah, allame-i cihan. Yunanistan’dan, Rusya’dan, İspanya’dan; bu ülkelerdeki iç savaşlardan haberdar. Ülkenin öyle olmamasını istiyor, çünkü öyle bir durum olursa “milyonlarca Türk’ü kimin ne yapacağı” gibi ilginç bir soruya sahip. Sözümona anlayışlı. Bu anlayışı da “sus payı” olarak sergileyen bir tutum. Neme lazım. Üstüme gelebilirler tarzı bir sus payı sözkonusu olan.

Bütün bilgiçliğiyle, bütün küstahlığıyla, sık sık tahkir ve tezyif içeren bütün konuşmalarıyla ve bu konuşmalara sirayet eden “adab-ı muaşeret” yokluğuyla Prof. Dr. İlber Ortaylı “mümtaz” bir Türk aydını değil, “tipik” bir Türk aydını!

Etiketler : , , , , , ,

HABERE YORUM KAT