1. YAZARLAR

  2. CENGİZ DUMAN

  3. Taha Hüseyin ve Mekke’ye Yerleşim Kıssası Vakiiliği İddiaları
CENGİZ DUMAN

CENGİZ DUMAN

Yazarın Tüm Yazıları >

Taha Hüseyin ve Mekke’ye Yerleşim Kıssası Vakiiliği İddiaları

17 Ağustos 2011 Çarşamba 07:01A+A-

Giriş:

Kur’an kıssalarının vakiiliği/gerçekliği konusu üzerine Türkiye’deki İslam camiasında en iyi bilinen şahsiyet Muhammed Ahmed Halefullah’tır. “Kur’an’da Anlatım Sanatı” isimli kitabının, yayınlanması ile birlikte, Kur’an kıssalarının vakiliği üzerine geniş tartışmalar yaşanmaya başlanmış ve halen devam etmektedir.

Halefullah’ın “Kur’an’da Anlatım Sanatı” isimli kitabının ana teması; Kur’an kıssalarının, Cenabı Hakk tarafından, Arap kültür yapısında mevcut ve bilinen efsanevî nitelikli olaylardan, tevhidi istikamette modifiye edilerek, ders verme amaçlı sunulduğu iddiası üzerinedir.

Buna göre Kur’an kıssalarının bir kısmı tarihsellik (vakiilik/gerçeklik) taşımayan kıssalardır. Arap arka planı olarak nitelenen kültürel ortamdan alınmıştır ve o ortamın kabul ettiği yanlışları da içerisinde barındırmaktadır. Dolayısıyla Cenabı Hakk, böyle bir yapıya sahip, içinde yanlışlar ve efsaneler barındıran hikâyeleri, tevhidi amaçla çeşitli edebî/sanatsal müdahalelerle istediği formata sokarak hidayet bazlı olarak Kur’an’da vazetmiştir.

M. Halefullah’ın, Kur’an kıssalarının niteliği hakkındaki bu iddiaları aslında kendi öz malı! iddialar değildir. Bu iddialarının asıl kaynağı, Kahire üniversitesinde iken hocası olan Taha Hüseyin’dir.1

Taha Hüseyin’in, Kahire Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde hocalık yaptığı sırada Halefullah onun öğrencisi idi.2 Yine aynı Fakülte öğrencilerinden Emin Huli3 ile de arkadaş olan Halefullah; Kur’an kıssaları üzerine geliştirdiği “edebi/sanatsal” eksenli görüşlerini bu iki kişi ile olan tanışıklıkları ve etkileşimleri sayesinde edinmiş ve geliştirmiştir.

Halefullah’ın asıl esin kaynağı olan hocası Taha Hüseyin’in iddiaları, Halefullah’a göre daha sert ve keskindir.4 Fi’ş-Şi’ril-Cahili, isimli Türkçeye “Cahiliye Şiiri Üzerine” başlığıyla çevrilip yayınlanan kitabında, Cahiliye şiirini baz alan Taha Hüseyin; Kur’an kıssalarına kadar uzanarak kıssalar hakkında olumsuz iddialarda bulunmuştur.

“Cahiliye Şiiri Üzerine” kitabının ana teması; cahiliye şiiri diye adlandırılan şiirlerin pek çoğunun (neredeyse tamamının), cahiliye dönemiyle ilgisinin bulunmadığını, bu şiirlerin, siyasi, dini ve sosyal vb. nedenlerle İslam sonrası uydurularak, cahiliye dönemine nisbet edildiğini ifade etmekte, buradan da, bu malzemelerin hiçbir biçimde, Kur’an veya hadis metinlerini anlamada ölçü olamayacağı”5 iddiasını kapsamaktadır.

T. Hüseyin’in bu kitabının Mısır’da yayınlandığı sırada büyük infial meydana gelmiş, bunun üzerine Taha Hüseyin, iddialarının yer aldığı bölümü kitabından çıkarmak zorunda kalmıştır.6

Taha Hüseyin, cahiliye şiiri üzerine tezini geliştirirken, Arapça’nın kaynağı bağlamında, İbrahim ve İsmail’in Mekke’ye yerleşmeleri kıssasına işi getirip, bu kıssanın vakii/yaşanmış olmadığı, bilakis Arap arka planından alınan kurgu bir kıssa olduğu iddiasını ortaya atmaktadır. Şöyle diyor Taha Hüseyin; “Genel olarak tarihsel araştırmalar yapan ve özel olarak da ustureleri (efsaneler) ve kıssaları araştırmada derinlik kazananlar açıkça şu hususu görmektedirler: Bu (Kahtan-Adnanoğulları) dil teorisi, dini, iktisadi ve siyasi ihtiyaçların etkisiyle daha sonraki asırlarda oluşturulmuştur. Hem Tevrat ve hem de Kur’an, İbrahim ve İsmail’le ilgili çeşitli haberleri anlatmaktadır. Ancak bu iki ismin Tevrat ve Kur’an’da geçmesi, ilgili kıssaların İbrahim oğlu İsmail’in Mekke’ye hicret ettiğini ve müsta’ribe (Araplaşan) Arapların burada neşet ettiklerini ispatlaması bir yana onların tarihsel varlıklarını ispatlamaya yeterli değildir. Biz bu kıssada, bir yandan Yahudiler ve Araplar arasında; diğer yandan İslam ile Yahudilik ve Kur’an arasında ilişki bulunduğunu ispatlamak hususunda bir tür çözüm bulunduğunu görmek zorundayız.”7

Taha Hüseyin’in Mekke’ye yerleşim ve Kâbe’nin kuruluşu kıssasının vakiliği üzerine iddiaları:

Taha Hüseyin’in, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in, Mekke’ye hicreti ve Kâbe’nin kuruluşu kıssasının vakiliği üzerine yaptığı bu iddiada; Yemen Arapları(Kahtaniler) ile Mekke Arapları’nın (Adnaniler) bir kökenden gelmediğini, eğer gelmiş olsalardı, her iki dilde farklı lehçelerin oluşmaması gerektiği iddiası vardır. Dolayısıyla her iki dildeki farklılık Yemen Arapları ile Hicaz Araplarının bir soydan olmadıklarını; her iki Arap boyunun menşeini bir gösteren Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in Kâbe’nin kuruluşu ile ilgili kıssanın da vakii değil, bilakis kurgu olduğu iddiası bulunmaktadır.

Tarihçilere göre Yemen bölgesine, Kuzey Arabistan’dan göçen Sami kökenliler ile Hz. İsmail’in Mekke’ye yerleşmesiyle Mekke ve çevresinde oluşan yine Sami kökenli Arap toplumu, Arab-ı Müsta’ribe8 “sonradan Araplaşanlar” olarak tasvir veya tarif edilmektedir.

Arab-ı Müsta’ribe ya da Mekke Araplarının(Adnaniler) kökeninin; Hz. İbrahim’in, hanımı Hacer ve oğlu İsmail’i Mekke’ye getirip bırakması ve sonrasında Cürhümiler denilen ve Yemen’den gelen Arab-ı Müsta’ribe’den sayılan Kahtani kökenli kabilenin de Mekke’ye gelip yerleşmesi, Hz. İsmail’in de büyüyünce onlardan bir kızla evlenerek karışması ile oluştuğu kabul edilmektedir.9

Taha Hüseyin’in, İslam tarihçilerinin İbn-i Abbas rivayetine dayanarak oluşturdukları bu teze asıl itirazı, aynı etnik kökten, yani Arab-ı Müsta’ribe’den türeyen Yemen Arapları Kahtaniler ile Mekke’deki Adnaniler arasındaki dil veya lehçe farkıdır. Şöyle diyor Taha Hüseyin; “Şayet Arap orijinli olmayan İsmail Arapça’yı Ari Araplardan öğrenmişse, bu Arapça’yla Müsta’rabe Araplarının Arapçası arasında niçin temel farklılık bulunmaktadır? O derece ki, Ebu Amr b. El-Ala bu iki dil, birbirinden farklı iki ayrı dildir, sonucuna varmıştır.”10

Şemseddin Günaltay da Taha Hüseyin’in dikkat çektiği bu farklılığı şu şekilde vurgulamaktadır: “Diğer Araplardan Himyerilerle ilgileri sebebiyle ayrılan güney Arabistan’da yaşayanların lehçesiyle Kuzey Arapları ve Hicaz lehçesi arasında; aynı kökenden gelmiş olmasına rağmen önemli farklar vardır. Bu farklar, gramer, zamirler, türeme ve fiil çekimleri konusundadır.”11

Taha Hüseyin, aynı etnik kökten gelen Yemen Arapları ile Mekke ve çevresi Araplarının kullandıkları Arapça arasındaki bu bariz farklılığı esas alarak, Hz. İbrahim ve onun oğlu Hz. İsmail ile ilgili onların Mekke’ye hicret etmelerini anlatan Kur’an kıssasının vakiliğini/gerçekliğini kabul etmemektedir.

Taha Hüseyin’e göre Hz. İbrahim ve İsmail Mekke’ye hiç gelmemişlerdir. Hatta Tevrat ve Kur’an anlatımlarına rağmen bu şahsiyetlerin tarihi gerçekliği de yoktur iddiasındadır. “Tevrat’ta İbrahim ve İsmail ile ilgili pasajlar bulunmaktadır. Kur’an’da da bu ikisi hakkında bazı bilgiler vardır. Fakat hem Tevrat ve hem de Kur’an’da bu ikisi hakkında geçen pasajlar onların tarihsel gerçekliklerini ispatlamaya yetmez.”12 demektedir.

Taha Hüseyin, Kur’an’da anlatılan bu kıssanın, Kur’an inmezden evvel Mekke Arap toplumunda bulunan bir mitoloji(usture/efsane) olduğu görüşündedir. Cenabı Hakk, bu mitolojiyi esas alarak, Yahudi ve Arapları ortak bir paydada birleştirmek, aynı etnik ve dini kökenden geldiklerini kabul ettirip, Yahudi ve Mekke Müşriklerinin, Kur’an ve Hz. Muhammed(s.a.v)’i daha rahat kabul etmeleri için tevhidi gayeyle kullanılmıştır, iddiasındadır. Şöyle demektedir Taha Hüseyin: “Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, Adnanoğullarının konuştukları fasih Arap dili ile diğer bilinen Sami diller arasındaki ilişki; Arap dili ile diğer Sami diller arasındaki ilişki gibidir. Saf Araplar ve Araplaşanlar (Aribe ve Müsta’ribe) kıssası, İsmail’in Arapça’yı Cürhüm’den öğrenmesi, bütün bunlar her hangi bir önemi ve değeri olmayan mitolojik sözlerdir.”13

Taha Hüseyin’in bu iddialarının genel teması olan ‘’Kur’an kıssalarının Arap kültüründen alınma mitolojik anlatımlardır, Cenabı Hakk bunları ortama göre revize etmiştir’’ iddiası; öğrencisi M. Halefullah’ın, Kur’an kıssaları hakkındaki stratejisinin tıpa tıp aynısıdır. “Kur’an, Arapların edebiyat hayatında yeni bir gelenek oluşturmuştur. Bu gelenek bazı mitolojiler üzerinde dini kıssa kurulmasından ibarettir. Bu şekilde Kur’an, mitolojik anlatımı, yüksek edebiyat türlerinden biri haline getirmiştir.”14 Biz, Taha Hüseyin ile Halefullah arasında Kur’an kıssaları hususunda gerçekleşen, olumsuz iddiaların ortak gelişimini şu atasözü ile sunalım. “Boynuz kulağı geçer.”

Taha Hüseyin’in kalkış ve asıl itiraz noktası, Müsta’ribe Arapları, Adnaniler ve Kahtaniler arasındaki dil/lehçe farklılığıdır. Bu iki etnik unsurun kullandığı dildeki lehçe farklılığından hareketle, Yemen bölgesinden Mekke’ye göç ettiğine inanılan Cürhümiler’in, Hz. İsmail ve annesinin Mekke’de ikameti sonrası, onların da Mekke’ye yerleşerek, İsmail’in evlilikleri sonucu Arab-ı Müsta’ribe’nin Adnaniler kolunun doğduğu tezini reddetmektedir. Eğer böyle olmuş olsa idi her iki etnik gurup –Kahtani ve Adnani- arasında dildeki çeşitli farlılıklar olmaması gerekirdi, iddiasındadır.

Kur’an’da Mekke’ye yerleşim ve Kâbe’nin kuruluşu kıssası:

Taha Hüseyin’in Kur’an kıssası ile ilgili iddiasına yer verdik şimdi Kur’an-ı Kerim’deki kıssayı analiz edelim. Kur’an-ı Kerim, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in Mekke’ye gelişi ve Hz. İsmail ile annesinin oraya yerleşimini, detayları ile değil mücmel olarak beyan etmiştir. Dolayısıyla Hz. İsmail’in; Mekke’ye sonradan gelip, Hz. İsmail ve annesinden izin alarak yerleşen Cürhümiler üzerinden hem Arapçayı öğrendiği ve hem de onlardan evlenerek çoğaldığı bilgisi tamamen Hadis külliyatındaki İbn-i Abbas rivayetine dayanan muhtemelen “İsrailiyat” addedilebilecek bir rivayet sebebiyledir. Ünlü tarihçi İbnü’l Esir bunu şöyle aktarmaktadır: “Cürhüm kabilesi Mekke'ye yakın bir vadide yerleşmişti. Suyu gören kuşlar ise vadinin etrafını sarmışlardı. Kuşların vadiyi terk etmediğini gören Cürhüm kabilesinin insanları kendi aralarında : «Bu kuşlar vadiyi bırakmadıklarına göre, burada mutlaka su vardır» diyerek harekete geçip Hacer'in yanına geldiler ve ona : «Su senin olsun, eğer istersen biz seninle birlikte burada kalırız, dolayısıyla yalnızlığını gidermiş oluruz.» dediler. Hâcer onların bu teklifini kabul etti. Bundan sonra onlar İsmail büyüyüp annesi Hâcer ölünceye kadar hep birlikte burada kaldılar. Daha sonra Hz. İsmail Cürhüm kabilesinden bir hanımla evlendi. Hz. İsmail ve çocukları Arapçayı Cürhüm kabilesinden öğrendiler. Bu yüzden Hz. İsmail'in soyundan gelenlere, Araplaşmış Arap mânasında "el-Arabu'l-müte-arribe» denildi.”15 Bu rivayet kesinlik arz etmediği gibi reddedilmesi halinde bizce tevhidi açıdan bir sakınca doğmaz, kanaatindeyiz. Bunu açalım.

Kur’an’da açıkça, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in nereden Mekke’ye hicret ettiği belirtilmez. Bunun nedeni Tevrat’ta anlatılan İbrahim kıssasının tarihsel verilerinin kabulü yüzündendir. Çünkü Kur’an, Tevrat’ta yer alan bu bilgilere bir itiraz veya tashih getirmemektedir. Binaenaleyh Kur’an-ı Kerim’de yer alan Kâbe’ye yerleşim kıssasının mücmel olguları da Tevrat’taki bu tarihsel bilgiler üzerinden değerlendirilmekte veya değerlendirilmek zorundadır. Aksi halde ne Hacer diye bir şahsiyeti, ne İsmail hakkındaki biyografik bilgileri ve ne de Hacer ile İsmail’in Kenan’dan göçüne sebep olan Sara-Hacer çekişmesini ve bunlarla alakalı müteselsil diğer bir yığın tarihsel malumatı başka bir kaynaktan bulma imkânı bulunmamaktadır.

Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in, Mekke’ye hicret ettiği ve Hz. İsmail’in burada ikamet etmeye başlandığı Kur’an-ı Kerim’deki şu ayette belirtilmektedir. "Rabbenâ innî eskentu min zurriyyetî bi vâdin gayri zî zer’ın inde beytilkel muharremi rabbenâ li yukîmus salâte fec’al ef’ideten minen nâsi tehvî ileyhim verzukhum mines semerâti leallehum yeşkurûn / Ey Rabbimiz! Ey sahibimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, zürriyetimden bir kısmını senin Beyt-i Harem'inin yanında, ziraat yapılmayan bir vadiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara rızık ver, umulur ki bu nimetlere şükrederler."16

Hz. İbrahim ve ehlinin hicret ederek, İsmail ve annesinin iskân olunduğu bu yerin adı; Kur’an’ın başka bir ayetinde açıkça beyan edilir. İnne evvele beytin vudia lin nâsi lellezî bi bekkete mubâreken ve huden lil âlemîn / Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev, Bekke17/Mekke'dekidir.”18

Kur’an’da Hz. İbrahim’in ehlini yerleştirildiği coğrafyayı anlatan bu mücmel ayetler, Tevrat’ta buna dair bilgiler olmadığı için, müfessirler tarafından İbn-i Abbas rivayeti baz alınarak mufassallaştırılmıştır. Hz. peygamberden ziyade İbn-i Abbas’ın görüşleri olarak vasfedilen bu rivayet, hem Kur’an, hem de diğer tarihsel veriler açısından aykırılıklar ifade etmektedir. Şimdi bu hususlar üzerinde duralım.

İbn-i Abbas rivayeti ve tezatlar:

Sahih-i Buhari’de yer alan ve çok uzun bir rivayet olan İbn-i Abbas rivayeti şöyledir: Hz. İbrahim beraberinde Hz. İsmail aleyhimasselam ve onu henüz emzirmekte olan annesi olduğu halde ilerledi. Kadının yanında bir de su tulumu vardı. Hz. İbrahim, kadını Beyt'in yanında Devha denen büyük bir ağacın dibine bıraktı. Burası Mescid'in yukarı tarafında ve zemzemin tam üstünde bir nokta idi. O gün Mekke'de kimse yaşamıyordu, orada hiç su da yoktu. İşte Hz. İbrahim anne ve çocuğunu buraya koydu, yanlarına, içerisinde hurma bulunan eski bir azık dağarcığı ile su bulunan bir tuluk bıraktı. Hz. İbrahim aleyhisselam bundan sonra (emr-i İlahi ile) arkasını dönüp (Şam'a gitmek üzere) oradan uzaklaştı. İsmail'in annesi, İbrahim'in peşine düştü (ve ona Keda'da yetişti). "Ey İbrahim, bizi burada, hiçbir insanın hiçbir yoldaşın bulunmadığı bir yerde bırakıp nereye gidiyorsun?" diye seslendi. Bu sözünü birkaç kere tekrarladı. Hz. İbrahim, (emir gereği) ona dönüp bakmadı bile. Anne, tekrar (üçüncü kere) seslendi. "Böyle yapmanı sana Allah mı emretti?" dedi. Hz. İbrahim bunun üzerine "Evet!" buyurdu. Kadın: "Öyleyse (Rabbimiz hafızımızdır), bizi burada perişan etmez!" dedi, sonra geri döndü. Hz. İbrahim de yoluna devam etti. Kendisini göremeyecekleri Seniyye (tepesine) gelince Beyt'e yöneldi, ellerini kaldırdı ve şu duaları yaptı: "Ey Rabbimiz! Ailemden bir kısmını, senin hürmetli Beyt'inin yanında, ekinsiz bir vadide yerleştirdim -namazlarını Beyt'inin huzurunda dosdoğru kılsınlar diye-. Ey Rabbimiz! Sen de insanlardan mü’min olanların gönüllerini onlara meylettir ve onları meyvelerle rızıklandır ki, onlar da nimetlerinin kadrini bilip şükretsinler" (İbrahim 37). İsmail'in annesi, çocuğu emziriyor, yanlarındaki sudan içiyordu. Kaptaki su bitince susadı, (sütü de kesildi), çocuğu da susadı (İsmail bu esnada iki yaşında idi). Kadıncağız (susuzluktan) kıvranıp ızdırap çeken çocuğa bakıyordu. Onu bu halde seyretmenin acısına dayanamayarak oradan kalkıp, kendisine en yakın bulduğu Safa tepesine gitti. Üzerine çıktı, birilerini görebilir miyim diye (o gün derin olan) vadiye yönelip etrafa baktı, ama kimseyi göremedi. Safa'dan indi, vadiye ulaştı, entarisinin eteğini topladı. Ciddi bir işi olan bir insanın koşusuyla koşmaya başladı. Vadiyi geçti. Merve tepesine geldi, üzerine çıktı, oradan etrafa baktı, bir kimse görmeye çalıştı. Ama kimseyi göremedi. Bu gidip-gelişi yedi kere yaptı. İşte (hacc esnasında) iki tepe arasında hacıların koşması buradan gelir. Anne, (bu sefer) Merve'ye yaklaşınca bir ses işitti. Kendi kendine: "Sus" dedi ve sese kulağını verdi. O sesi yine işitti. Bunun üzerine: "(Ey ses sahibi!) Sen sesini işittirdin, bir yardımın varsa (gecikme)!" dedi. Derken zemzemin yanında bir melek (tecelli etti). Bu Cebrail’di. Cebrail kadına seslendi: "Sen kimsin?" Kadın: "Ben Hacer'im, İbrahim'in oğlunun annesi..." "İbrahim sizi kime tevkil etti?" "Allah Teâlâ'ya." "Her ihtiyacınızı görecek Zat'a tevkil etmiş." Ayağının ökçesi -veya kanadıyla- yeri eşeliyordu. Nihayet su çıkmaya başladı. Kadın (boşa akmaması için) suyu eliyle havuzluyordu. Bir taraftan da sudan kabına doldurdu. Su ise, kadın aldıkça dipten kaynıyordu. İbnu Abbas (ra) dedi ki: "Allah İsmail'in annesine rahmetini bol kılsın, keşke zemzemi olduğu gibi akar bıraksaydı da avuçlamasaydı. Bu takdirde (zemzem, kuyu değil) akarsu olacaktı." "Kadın sudan içti, çocuğunu da emzirdi. Melek, kadına: "Zayi ve helak oluruz diye korkmayın! Zira, Allah Teala hazretleri’nin burada bir Beyt'i olacak ve bunu da şu çocuk ve babası bina edecek. Allah Teâlâ hazretleri o işin sahiplerini zayi etmez!" dedi. Beyt yerden yüksekti, tıpkı bir tepe gibi. Gelen seller sağını solunu aşındırmıştı. Kadın bu şekilde yaşayıp giderken, oraya Cürhüm'den bir kafile uğradı. Oraya Keda yolundan gelmişlerdi. Mekke'nin aşağısına konakladılar. Derken orada bir kuşun gelip gittiğini gördüler. "Bu kuş su üzerine dönüyor olmalı, (burada su var). Hâlbuki biz bu vadide su olmadığını biliyoruz!" dediler. Durumu tahkik için, yine de bir veya iki atik adam gönderdiler. Onlar suyu görünce geri dönüp haber verdiler. Cürhümlüler oraya gelip, suyun başında İsmail'in annesini buldular. "Senin yanında konaklamamıza izin verir misin?" dediler. Kadın: "Evet! Ama suda hakkınız olmadığını bilin!" dedi. Onlar da: "Pekâlâ!" dediler. Aleyhissalatu vesselam der ki: "Ünsiyet istediği bir zamanda bu teklif İsmail'in annesine uygun geldi. Onlar da oraya indiler. Sonra geride kalan adamlarına haber saldılar. Onlar da gelip burada konakladılar. Zamanla orada çoğaldılar. Çocuk da büyüdü. Onlardan Arapça'yı öğrendi. Büyüdüğü zaman onlar tarafından en çok sevilen, hoşlanılan bir genç oldu. Buluğa erince, kendilerinden bir kadınla evlendirdiler. Bu sırada İsmail'in annesi vefat etti.“19

Bu hadis rivayeti, Kur’ani perspektiften bakıldığında birçok olumsuzluğu birden taşımaktadır. Cenab-ı Hakk’ın, Kur’an’da bildirmediği bu uzun uzadıya gaybi tafsilatı, neden Hz. peygambere bildirdiğini anlamak mümkün değildir. Bu rivayette anlatılanlar, Hz. peygamber kadar tüm Müslümanlara lazım olan detaylar olduğu halde, sadece Hz. peygambere bildirilmesi ve çok uzun olan bu hadisin de Haber-i Vahid20 niteliğinde, yani tek kişi olarak sadece İbn-i Abbas’tan gelen bir haber/rivayet olması, hiç de normal gözükmemektedir.

Sahih-i Buhari’de yer alan bu İbn-i Abbas rivayetinde; “Hz. İbrahim beraberinde Hz. İsmail aleyhimasselam ve onu henüz emzirmekte olan annesi olduğu halde ilerledi.”21 diyerek, Hz. İsmail’i kundakta bebek olarak tanımlarken;  Meşhur siyer ve tefsirci Taberî ise bu görüşün tam aksine; Hz. İsmail’in Kâbe yapımında çalışacak kadar büyük bir çağda Mekke’ye geldiğine dair bir rivayet nakletmektedir. “İbrahim’e, Kâbe’yi bina etmesi emredildikten sonra, o, yanında oğlu İsmail’le eşi Hacer olduğu halde, yola çıktı. Mekke’ye geldiğinde, başı üzerinde adam başı biçiminde bir bulut parçası gördü. Bu bulut ona hitap edip: Ey İbrahim! Kabe’yi benim gölgemin aksettiği yer biçiminde veya benim büyüklüğümde kur, (…) İbrahim Kâbe’nin yapısını tamamladıktan sonra yola çıkarak, İsmail ve Hacer’i orada bırakacak oldu...” bir başka rivayet ise şöyledir: “Yüce Tanrı İbrahim ile İsmail’e: ziyarete gelenler için evimi(Kâbe’yi) temizleyiniz, diye emrettikten sonra, İbrahim Mekke’ye geldi ve İsmail’le birlikte işe başladı. Ellerine taşkıran alet aldılar.”22

İbnü’l Esir ise İsmail’in büyük bir çocuk olduğunu nakleder; “Hz. İsmail dünyaya geldiği zaman Sare çok üzülmüştü. Onun bu üzüntüsüne bir teselli olsun diye, yetmiş yaşında bulunmasına rağmen Allah tarafından kendisine Hz. İshak bağışlandı. Hz. İbrahim ise bu sırada yüz yirmi yaşında bulunuyordu. İsmail ile İshak büyüdükleri zaman birbirlerine hasım kesilip düşman olmuşlardı. Bu yüzden Sare, Hacer'e kızıp onu evinden kovmuştu. Sonra Hacer'i tekrar evine almış, fakat onu kıskandığından yine evinden sürüp çıkarmıştı. (…) Bir rivayette ifade edildiğine göre, İsmail çocuk yaştaydı, dolayısıyla Sâre'nin Hâceri evinden uzaklaştırması İsmail ile İshak'ın yüzünden değil, Sare 'nin onu kıskanmasından ileri gelmişti. Doğru olan görüş de budur. Bundan sonra Sare, Hacer'e : “Benimle aynı beldede kalmayacaksın.” dedi. Bunun üzerine Allah (C.c.) Hz. İbrahim'e "Mekke'ye gitmesini vahyet-ti; o zaman Mekke'de hiç bir bitki mevcut değildi. Hz. İbrahim, Hacer ile oğlu İsmail'i Mekke'ye götürüp onları Mekke'de Zemzem'in bulunduğu yere bırakıp geri döndü.”23

İbn-i Abbas rivayeti ile Taberi ve İbnü’l Esir rivayetlerini kıyasladığımızda şu soruları sormamız gerekmektedir. Kur’an’da belirtilmediği halde İsmail’in yaşı –emzikte bebek veya yürüyecek yaşta bir çocuk- nasıl tespit edilmektedir? Yine Kur’an’da beyan edilmediği halde Hz. İsmail’in annesinin Hacer olduğu nasıl bilinmektedir? İbn-i Abbas rivayeti kesinlik arz ediyorsa neden tarihçi ve müfessirler İsmail’in yaşında çelişkili beyanlarda bulunmaktadırlar.

Sorduğumuz bu üç sorunun tek kaynağı sadece Tevrat’tır. İsmail’in yaşı da, annesi Hacer’in biyografisi de Tevrat kıssasında bildirilmektedir. Hatta Hz. İbrahim, İsmail ve Hacer’in Mekke’ye hicretlerinin sebebi de Tevrat’ta bildirilen; İbrahim’in karısı Sara ile Hacer arasındaki çekişmeye dayanmaktadır.

Bütün bu Tevrat kökenli aktarımlara karşılık, İbni Abbas kaynaklı, Hz. İsmail’in emzikte bir bebek olarak Mekke’ye göç ettiği rivayeti bulunmaktadır. Hz. Sara ile Hacer çekişmesi sonucu gerçekleşen göç kabulü Mekke’ye gelindiğinde tezada dönmektedir. “İbrahim Aleyhi’s-selam’ın zevcesi Sare’nin hiss-i rekabeti neticesinde Hazret-i Hacer ile henüz meme emmekte olan oğlu İsmail’i Filistin’den alıp Mekke’nin bulunduğu mahal-i mübareke geldi.”24 Şimdi tekrar soralım ve düşünelim! Sare ismi, Hacer adı, her iki kadının rekabeti, hangi kaynaktan öğrenilmiş olabilir? Denilebilir ki, Tevrat’tan. O halde İslami kaynaklarımız, kıssa ile ilgili tüm diğer bilgileri Tevrat’tan alırken ve Tevrat’ta, iki kadının rekabeti neticesi gerçekleşen göç olayında İsmail on dört yaşında bir çocuk olduğu ifade edilmişken, neden Hz. İsmail konusuna gelindiğinde, Tevrat bilgisi görmezden gelinerek, Hz. İsmail’in memede bir bebek olduğu rivayet edilmektedir. Bu bir çelişki değil midir?

Binaenaleyh tüm bu tarihsel verileri Tevat’tan alıp, Kur’an’da anlatılan kıssadaki mücmel kısımlara açıklama getiren müfessir ve tarihçiler, İbn-i Abbas rivayetinde kronolojiyi altüst etmektedirler.

Hz. Sara ile Hz. Hacer çekişmesi vesilesi ile “Kenan” diyarından göç edenler hakkında Tevrat’ta yer alan bilgiler, Hz. İsmail’in on dört yaşlarında olduğu sırada Kenan’dan ayrıldığı şeklindedir. Tevrat anlatımına göre Hz. İbrahim ve İsmail(a.s)’in beraber sünnet olmalarından “İbrahim sünnet olduğunda doksan dokuz yaşındaydı. Oğlu İsmail on üç yaşında sünnet oldu. İbrahim oğlu İsmail'le aynı gün sünnet edildi.”25 bir sene sonra Hz. İshak dünyaya gelmiş ve Sara’nın kıskançlık krizi bundan sonra tutmuş ve Hz. İsmail ile annesi Hacer’in uzaklaştırılma isteği bu aşamadan sonra gerçekleşmiştir.

Dolayısı ile Tevrat’ta, sünnet olduğunda İsmail’in yaşının on üç olarak belirtildiğine göre; Tevrat’ın Tekvin kitabında anlatılan Hz. İsmail ve annesi Hacer’in hicret olayı esnasında, Hz. İsmail’in on dört yaşlarında bir çocuk olduğu hesap edilmelidir.” Kurtubi’de yer alan bir İbn-i Abbas rivayetini sizlere sunarak çelişkiyi görmenizi sağlayalım: “İbn Abbas dedi ki: Hz. İbrahim doksan dokuz yaşında iken oğlu Hz. İsmail, kendisi yüz on iki yaşında iken de oğlu Hz. İshak dünyaya geldi. Said b, Cübeyr de der ki: Hz. İbrahim'e, Hz. İshak'ın doğuş müjdesi yüz on yıl sonra verilmişti.”26 Bu rivayette İbn-i Abbas; İshak ile İsmail arasındaki yaş farkını on üç olarak sunarken, İshak’ın doğumu sonrası ortaya çıkan kıskançlığa istinaden Hacer ve oğlu İsmail’in Mekke’ye göçünde; “…Hz. İbrahim beraberinde Hz. İsmail aleyhimasselam ve onu henüz emzirmekte olan annesi olduğu halde ilerledi…” Emzikli bebek olarak bildirmektedir. Tam bir çelişki!..

İbn-i Abbas’ın Mekke’ye yerleşme rivayetinde, İsmail henüz yeni doğmuş veya emzikte bir bebektir. Dolayısıyla İbn-i Abbas rivayeti doğru kabul edilirse Tevrat’tan alınan İbrahim-İsmail kıssası kronolojisi nasıl oturtturulacaktır? Çünkü İsmail doğduğunda henüz İshak doğmamış ve de Sara ile Hacer arasında çekişme yaşanmaya başlamamıştır. Bu çekişme olmadığına göre İsmail ve annesi Hacer’in; Hz. İbrahim liderliğinde Kenan’dan Mekke’ye hicreti de henüz gerçekleşmemiş, demektir.

Görüldüğü gibi Kur’an kıssalarının anlaşılmasında sahih bir metodolojinin geliştirilememiş olması, kıssaların anlaşılmasında olumsuzluklar meydana getirmektedir. Bunun yanı sıra Tevrat verilerini kaale almanın gizli bir Arap-Yahudi çekişmesi ortaya çıkardığını da görmek lazımdır. Kur’an kıssaları, Tevrat üzerinden mufassallaştırıldığında sanki Kur’an-ı bırakıp da Tevrat’ı öne alıyormuş intibaı veya kabulü vardır. İşte bu olgudur ki, anlatılmak veya boşlukları doldurulmak istenen şeyler, İbn-i Abbas rivayeti şeklinde İslam teolojisine sokulmuş veya adapte edilmiştir kanaatindeyiz.

Taberi’nin rivayetlerinde yer alan bir varyantta, Mekke’ye geliş amacı, Kâbe’nin yapımı olarak belirtilmekte ve Hz. İsmail’de bu yapımda çalışacak yaşta olduğu ihsas edilmektedir. Dolayısıyla Teberi’nin rivayetindeki Hz. İsmail’in yaşı, Tevrat’ta anlatılan yaş ile uyumludur. Dolayısıyla İbn-i Abbas rivayetindeki kundakta İsmail anlatımı en azından Tevrat’taki tarihsellikle uyuşmamaktadır. İsmail doğduğunda Hz. Sara ile Hz. Hacer arasında bir çekişme yoktur. Binaenaleyh Hz. Hacer’in de Hz. İbrahim’in Kenan’daki ikametinden yollanması gibi bir durumun da gerçekleşmemiş olması gerekmektedir.

Tüm bunlar bir kenara Hz. İbrahim’in, ehlini getirdiği Mekke’nin boş, ıssız bir yer olmadığı yorumları da bulunmaktadır. “Umdetül-Kari’de Ata İbn-i Sâib’den: Hz. İbrahim Hacer’le İsmail’i getirdiğinde Cürhümilerin Mekke’ye yakın bir vadide bulundukları rivayeti naklediliyor ki, bu rivayet Hz. İbrahim’in kadınını ve çocuğunu bütün bütün insandan arî bir çölde bırakmadığını ifade etmekle daha makuldür.27 Böyle bir iddia için Cürhümilerin, yakında veya Mekke’de olduğunun gaybi bilgisinin kaynağı nedir?

Yine bu hususta Mekke’nin, Hz. İbrahim, Hz. İsmail ve Hz. Hacer’in geldiği zaman bom boş olmadığı kanaatini, Prof. Dr. Şinasi Gündüz’de dile getirmektedir.  “Hz. İbrahim’in Mekke’ye ilişkin “….halkından Allah’a ve ahret gününe inananları çeşitli ürünlerle besle” (Bakara 126) şeklindeki duasından hareketle, o zamanda yörede yaşayanlar arasında putperest kültüre mensup olanların varlığı anlaşılabilir.”28 “Burada, Hz. İbrahim ve İsmail öncesi dönemde Hicaz bölgesinin bomboş olduğu ve sonraki Hicaz bölgesi halkının tamamen İsmail soyundan türediği tarzındaki bazı geleneksel görüşleri şüpheyle karşılamak gerektiğini belirtmeliyim.”29

Kâbe ören halinde ve etrafında insan yerleşimi var ise, o takdirde İslam kaynaklarındaki ve bugün de bize kadar ulaşmış olan Hacer’in, oğlu İsmail’e su bulmak için koşuşturması, dolayısıyla bunun anısına dayalı olarak yapıldığı anlatılan Hac menasikindeki Safa ve Merve arası yürüyüş ritüelinin tarihsel kaynağı açıklamaları; bu koşu arkası Kâbe içerisindeki Cebrail aracılığıyla Zemzem’in bulunuşu inancı anlatımları boşa ya da efsane/mitolojiye çıkmaktadır.

İbn-i Abbas rivayetinde yer alan; “Çocuk da büyüdü. Onlardan Arapça'yı öğrendi. Büyüdüğü zaman onlar tarafından en çok sevilen, hoşlanılan bir genç oldu. Buluğa erince, kendilerinden bir kadınla evlendirdiler. Bu sırada İsmail'in annesi vefat etti...” ifadesinde ve devamında; ne İbrahim’in İsmail’i kurban etme ve ne de Şeytan’la karşılaşıp onu taşlama vakıası gibi çok önemli olan detaylar, her nedense aktarılmamaktadır. Bunu fark eden İbrahim Canan, konuya şöyle bir rivayet aktararak dikkat çekmektedir: “İbnu’t-Tin derki: “Bu hadiste Hz. İbrahim, İsmail’i süt emerken bırakmakta ve evlendiği zaman yanına gelmektedir. Hz. İbrahim onu boğazlamakla emredilseydi, süt devresi ile evlenmesi arasında Mekke’ye uğradığı, hadis’te zikrederdi.”30

Ayrıca, bu hadisin genel yorumunda ise İbrahim Canan şu önemli tespiti yapmaktadır: “Önce şunu belirtelim: Rivayet pek çok kısımlarıyla İbnu Abbas radıyallahu anh’ın sözü gibidir. Ancak şarihler, rivayette yer alan bazı karinelerden hareketle tamamının Resûlullah aleyhisselatu vesselâm’a ait olduğuna hükmederler.”31

Cenabı Hakk, resulü Hz. Muhammed için; “Bunlar, bizim sana vahiy yoluyla bildirmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. İçlerinden hangisi Meryem'i himayesine alacak diye kur'a çekmek üzere kalemlerini atarlarken, sen onların yanında değildin; onlar (bu yüzden) çekişirken de yanlarında değildin.”32 diye kıssalardaki gaybi konularla alakalı konumunu belirtirken, İbrahim ve İsmail kıssasının gerçekleştiği sırada Hz. peygamberi buna şahit! kılmamış olması gerekmektedir.

Mekke’ye yerleşim ve Kâbe’nin kuruluşu kıssası üzerine örülen İsrailiyat:

İşte bu olgular yüzünden Taha Hüseyin, Kur’an’ın, Mekke’ye yerleşim ve Kâbe’nin kuruluşu kıssasının tarihte gerçekten yaşanmış bir olay değil, mitoloji-kurgu olduğu, iddiasında bulunmuştur.

Hal böyle olunca tarihçilerin rivayetlerine dayanan Arapların soyu ile ilgili anlatımlar üzerinden geliştirilen Arap dil teorisine, Taha Hüseyin’in itirazı, kabul edilebilir bir itirazdır. “Hadis(İbn-i Abbas hadisi), Hz. İsmail’in annesi Hacer ve babası İbrahim’in dillerinin Arapça olmadığını ifade eder. Çünkü rivayette Arapça’yı Cürhümlülerden öğrendiği ifade edilmektedir. Böylece Arapçayı ilk konuşanın Hz. İsmail olduğuna dair bazı rivayetlerde gelen beyanın yanlışlığı ortaya çıkar. Keza bu rivayet, “Arapların tamamı İsmail evladından gelmektedir” diyenleri de yalanlar.”33

Binaenaleyh Kur’an’i perspektiften bakıldığında Taha Hüseyin’in dil teorisi üzerinden yaptığı dil ve etnik köken eksenli itirazı, ne Kur’an, ne de Kur’an dilinin(Arapça) kaynağı açısından bir sakınca teşkil etmez.

T. Hüseyin’in itiraz ettiği hususlar tamamen İbn-i Abbas rivayeti ve bu rivayet ekseninde indi mütalaalarla ortaya çıkmış olan “mitolojik” evsaflı kıssa anlatımlarınadır. Bu anlatımlar tamamen gaybi bilgi içermektedir ve doğrulanması da mümkün değildir.

Biz, Taha Hüseyin’in iddiasındaki; Aribe-Müsta’ribe olgusu üzerine gerçekleştirilen mitolojik rivayetlerin; İslam’ın egemen olmasından sonraki tefsir, hadis ve siyer ilimlerinin oluştuğu dönemde bilinçli! olarak gerçekleştirildiği kanaatindeyiz.

Çünkü Kur’an perspektifinden Arapların kökeni önem arz etmemektedir. Dolayısıyla Kur’an’ın, etnik köken arayışı ve bunun üzerine kurgulanan ırkçı! Arap şeceresi ile alakalı hiçbir kesin bilgi vermediği inancındayız. “Babanız İbrahim’in dinine uyun. Allah, sizi hem daha önce, hem de bu Kur’an’ da müslüman diye isimlendirdi…”34 ayetinde belirtilen; “…millete ebîkum ibrâhîm…” “Babanız İbrahim’in dinine” ifadesi; etnik kökene mi yoksa ümmet inancına mı atıf yapmaktadır. Hangi bakış açısı Kur’ani’dir?

Kendisi bir İbrani olan İbrahim’in, oğlu İsmail de İbrani değil midir? O halde Hz. İsmail nasıl olur da Arap ilan edilip, Arab-ı Müsta’rebe’nin, Adnani kolunu oluşturduğu iddia edilmektedir. Üstelik, evlendiği kabilenin diğer evlenenlerinin daha çok olması gerekip, İsmail soyunu sayısal olarak baskılaması gerekirken?

Bir başka açıdan düşünürsek; diyelim ki, İsmail’in evlenmesi ile Adnaniler kolu oluşmuşsa, bir Kahtani kabilesi olan ve sayıları bilinmeyen –ancak Hz. İsmail’den oldukça fazla olması muhtemel olan- Cürhümiler’in35, evlilik yoluyla çoğaldıkları nüfus da Adnaniler olarak mı kabul edilmelidir? 

Görüldüğü üzere, bütün bu etnik okumaların, Kur’an perspektifinden değersiz olduğu kadar atmasyon! veya Arap/peygamber soyunu yüceltme amaçlı yönlendirme usturi/efsanevi/mitoloji ya da sonradan oluşturulan Arapçı tarih rivayetleri olduğu da açıktır.

Olayları etnik veya dini ırkçılık olarak Yahudilik ve Arapçılık değerleri ile okuma anlayışı, Kur’an’ın nüzulünden sonra ortaya çıkan bir olgudur. Bu yüzden, Hz İsmail bile kullanılmıştır! Bu sebeple Tevrat verilerinde İshak, seçilen zebh/kurban iken; Arapçılık anlayışının egemen olması ile İsmail zebih/kurban olarak kabul edilmeye, ayetler ve rivayetler bu yönde yorumlanmaya başlanmıştır. Bu tamamen ırkçı bir yaklaşımdır. Bu yüzden tefsir, siyer ve hadis üzerinden yapılan yorum ve rivayetlerle bu etnik ırkçı anlayış egemen kılınmaya çalışılmıştır.

Taha Hüseyin, İslam külliyatında oluşmuş olan bu olumsuz olguyu tam manasıyla görememiş veya değerlendirememiş; dolayısıyla faturayı! Kur’an’ın, Kâbe’ye yerleşim ve kuruluş kıssasına keserek; İbrahim-İsmail kıssasının Mekke’ye yerleşim ve Kâbe’nin kuruluşu varyantının, Cenabı Hakk tarafından Arap arka planından alınıp, mitolojik-kurgu bir kıssa olarak, Yahudi ve Arapları yakınlaştırma çabası ile vazedildiğini iddia etmiştir. İşte T. Hüseyin’in iddiası; “Adnanoğulları Arapları ile Yahudiler arasında maddi yakınlık bulunduğunu ortaya koymak için böyle bir kıssanın kullanılmasına ne engel olabilir ki?”36

Oysa Taha Hüseyin, “Fi’ş-Şi’ri’l-Cahili” kitabında; “Arapların etkin, fonksiyonel ve üretken bir hayal dünyası vardır. Bu özelliklerin sonucu olarak, sadece cahiliye dönemine ait değil, aynı zamanda İslam’dan sonraki dönemlere ait esatir ve kıssalarda ortaya çıkmıştır.”37 diyerek, cahiliye şiirlerinin ve içeriklerinin sonradan yapılandırıldığı iddiasında bulunmaktadır. Bunun yanı sıra “Bize nakilde bulunulduğunda, eleştirip araştırmaksızın ve ince bir tahlilden geçirmeden bunu kabul etmiyoruz.”38 diyen Taha Hüseyin; İslam –hadis, siyer, tefsir- kültüründeki Müsta’ribe kıssasını “…araştırmaksızın ve ince bir tahlilden geçirmeden…” kabul edip, bunun üzerinden Kur’an kıssasının vakiliğine itiraz yükseltmektedir. 

Hâlbuki Taha Hüseyin, Müsta’ribe kıssasını, araştırıp, ince bir tahlilden(!) geçirmiş olsa, bu kıssanın oluşumunda; kendi iddiası olan “…İslam’dan sonraki dönemlere ait esatir ve kıssalar…” ortaya çıkarılması olgusunun etkili olduğunu görmüş veya kabul etmiş olsa; Kur’an’ın, Mekke’ye yerleşim ve Kâbe’nin kuruluşu kıssasına, vakii olmadığı iddiasında bulunmuş olmayacaktı. Çünkü şöyle diyordu Taha Hüseyin, Kur’an ve kıssası hakkında; “Tarihçinin, sahihliğine itimat edebileceği ve geldiği çağa somut veriler ortaya koyabilen yegâne klasik Arap metin Kur’an’dır.”39

Taha Hüseyin’in, edebiyatçılığının gereği olarak uğraştığı alandaki, Arapça dil tezinin haklılığını, Kur’an’ın anlattığı kıssanın vakiliğini inkâr üzerinden göstermesi, tevhidi açıdan kabul edilebilecek bir olgu olmadığı gibi, bu yaklaşım tamamen küfür niteliklidir.

İbrahim-İsmail’in, Mekke’ye hicreti kıssasının, Kur’an öncesi ve Kur’an’da yer alması hakkında dehşet! iddialarda bulunmaktadır, Taha Hüseyin.  Kuzey Arabistan’daki baskı ve zulümlerden kaçan ve Hicaz bölgesine sığınan Yahudilerin, yerleşik Araplarla yaptıkları savaşlar sonrası gerçekleştirdikleri barışın devamı için, her iki savaşan taraf arasında ünsiyet sağlaması amacıyla, İbrahim ve İsmail’in Mekke’ye hicret ettikleri mitolojisi ortaya atıldığını iddia etmektedir. “İşgalci Yahudi güçleri ile bölge insanları arasında gerçekleşen barışın, Araplarla Yahudileri amca çocukları yapan bu hikâyenin kaynağını teşkil etmesi hiçte uzak ihtimal değildir. Kaldı ki bu iki kesime mensup insanlar, iki gurup arasında hiçte az olmayan bir benzerlik oldukları görüşündedirler. Zire Yahudiler ve Araplar Sami idiler.”40

Taha Hüseyin’in bu olumsuzluk addeden konumunu Cerrahoğlu şöyle değerlendirmektedir: “Taha Hüseyin bir mümin ve müslim olarak Kur’an’daki İbrahim ve İsmail kıssasına inanır, fakat bir âlim ve edip olarak onları kabul edemediğini söyler. O bir vakitte iki akılla yaşar, biri mümin ve mütedeyyin; diğeri ise âlimlik hali ki, bu hal dini yaşayışına küfreder.”41

Sonuç:

Taha Hüseyin’in bir Edebiyatçı ve bu alanda uzman bir kişilik olarak geliştirdiği; Cahiliye dönemi şiirlerinin orijinal/otantik değil, sonradan oluşturulduğuna dair dil tezi içerisindeki Yemen ve Hicaz, ya da diğer bir deyişle Adnani-Kahtani Araplarının dillerinin tek kaynaktan gelmediği, ayrı ayrı yapılardan oluştuğu iddiasını temellendirmek amacıyla, Kur’an’ın bildirdiği İsmail’in Mekke’ye yerleşimi ve Kâbe’nin kuruluşu kıssasının vakiliğine olan itirazını, iyi niyetli bir yaklaşım olarak görmemekteyiz.

Kendisinin, Hz. İsmail’in, Mekke’ye yerleşimi ve Kâbe’nin kuruluşu kıssasının vakiliğine itirazı ile başlattığı Kur’an kıssalarının vakiliği aleyhine düşünce hareketi; Emin Huli ve Muhammed Halefullah ile daha da ileri götürülerek, Kur’an’a ve onun kıssalarına modernist iftiracıların baş tacı haline getirilmiştir.

Kadim tefsir ve siyer anlayışının İsrailiyat eksenli yorumlarına haklı olarak muhalefet edenlerin; Taha Hüseyin ve M. Halefullah menşeli, Kur’an kıssalarını edebi/sanatsal değerlendirmelere tabi tutan seküler yaklaşımlara can simidi gibi yapıştıkları görülmektedir.

Cenabı Hakk’ın, Kur’an kıssalarını, Arap cahiliye toplumunun yalan-yanlış efsanevi/mitolojik anlatımlarını modifiye ederek vazettiği iddiasında bulunanlar, Kur’an’a dış saldırıları önleme adına içeriden(!) çökerteme harekâtı yapmaktadırlar. Bunların önde giden teorisyenleri de Taha Hüseyin ve onun talebesi Halefullah’tır.

Bu içten çökertme hareketine karşı yapılacak savunma; Kur’an kıssalarının geçmiş İsrailiyat ve indi yorumlardan kurtarılarak; Tevrat, İncil, Zebur kitapları anlatımları ve arkeoloji, tarih, coğrafya, dinler tarihi, Jeoloji,  vd ilim ve disiplinler aracılığıyla, Kur’an perspektifinde mufassallaştırılmasıdır. Bunun için Kur’an kıssalarının doğru anlaşılmasına yönelik sahih bir metodoloji oluşturulmalıdır. Aksi halde İsrailiyat ve indi yorumlar gölgesinde yapılan cılız ve yetersiz savunmalar; modernist/ seküler/rasyonel saldırı ve iftiraları engelleyemeyecektir, kanaatindeyiz.

 

Dipnotlar:

1- “Taha Hüseyin ile aynı kaderi paylaşmasına neden olan eserinde Muhammed Ahmed Halefullah (ö.1998) ve kendisine bu yolu açan Emin el-Huli (ö.1966) üzerinde T. Hüseyin’in açık tesirini görmek mümkündür.” Taha Hüseyin, Cahiliye Şiiri Üzerine, s. 11; Muhammed Ahmed Halefullah, Kur’an’da Anlatım Sanatı, s. 17.

2- Muhammed Ahmed Halefullah, A.g.e, s. 16.

3- Emin Huli; “öğrenimi boyunca El Huli’nin Halefullah üzerinde çok büyük tesirleri olmuştur.” Muhammed Ahmed Halefullah, A.g.e, s. 17.

4- “Taha Hüseyin, kimi kıssaların vakiliği konusunda Halefullah’tan daha keskin bir dil kullanmakta …” Taha Hüseyin, A.g.e, s. 20.

5- Taha Hüseyin, A.g.e, s. 16.

6- Taha Hüseyin, A.g.e, s. 19; Taha Hüseyin, A.g.e, s. 46, 14 numaralı dipnot.

7- Taha Hüseyin, A.g.e, s. 46; Taha Hüseyin, A.g.e, s. 19

8- “Tarih, bu bölge sakinlerini incelerken Arapları Baide Arapları ve Bakiye Arapları olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Baide Arapları (Arab-ı Aribe) ilk çağlarda yaşayan ve sonra yok olan Araplardır. Bakiye (Arab-ı Müsta’ribe) Arapları ise İslam’ın zuhuruna kadar varlıklarını koruyan Araplardır.” Şemsettin Günaltay, İslam öncesi Araplar ve Dinleri, s. 35.

9- İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, c. I, s. 94-96; Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, c. XIV, s.26; İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, c. IX, s. 567; Şemsettin Günaltay, İslam öncesi Araplar ve Dinleri, s. 48.

10- Taha Hüseyin, A.g.e, s. 18.

11- Şemsettin Günaltay, A.g.e, s.39.

12- Muhammed Ahmed Halefullah, A.g.e, s. 16.

13- Taha Hüseyin, A.g.e, s. 48.

14- Muhammed Ahmed Halefullah, A.g.e, s. 216.

15- İbnü’l Esir, A.g.e, c. I, s. 94-96

16- Kur’an/14İbrahim/37.

17- “Mekke şehrinin öteki ismidir. “ Ali Akpınar, Kur’an Coğrafyası, s.131.

18- Kur’an/3Ali İmran/96.

19- Sahihi Buhari, Kıssalar, 4992 no’lu hadis; Bakınız: http://hadis.ihya.org/kutubusitte/fasil/91.html

20- Ahad lugatta “bir” manasına gelen ve bir şeyin sayısına delalet eden ahad veya vahid’in çoğuludur. Istılahta ise, mütevatir olmayan haberlere verilmiş bir isim olarak kullanılır ve mesela haberu’l-vahid (bir kişinin haberi) denir.” Talât Koçyiğit, Hadîs Istılahları, s. 22; “ ‘Vahid’in bir tek kişinin haberi’ tarzındaki bu adlandırmadan kasdedilen anlam, haber verenin mutlaka tek kişi oluşunu ifade etmektedir. (…) Bazı ilim adamlarına göre haber-i vahid’le, muhatabında zann doğurmaktadır. Bu yüzden bu tür haberlerle akaid meseleleri ispat olunamamaktadır.” Ali Osman Koçkuzu, Rivayet İlimlerinde Haber-i Vahitlerin itikat ve Teşri Yönlerinden Değeri, s.78, 109.

21- Kütüb-i Sitte Muhtasarı tercüme ve şerhi; Tercüme İbrahim Canan, c.XIV, s. 222.

22- Ebu Muhammed bin Cerir el-Taberî, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, c.1, s.341-342; “Ali b. Ebi Talib (r.a)'dan da şöyle bir rivayet gelmiştir: Şanı yüce Allah İbrahim (a.s)'a Beyt'i yapması emrini verince Şam'dan oğlu İsmail ve onun annesi Hacer ile birlikte yola çıktı. Allah onunla birlikte kendisiyle konuşan ve oldukça hızlı yürüyen bir rüzgâr (sekinet) gönderdi. İbrahim (a.s) da sabah akşam bu rüzgâr yol aldıkça onunla birlikte yol alırdı. Nihayet Hz. İbrahim onunla birlikte Mekke'ye kadar geldi. Ona: Benim bulunduğum bu yere temelini kur, dedi. Hz. İbrahim İsmail ile birlikte evi yükseltmeye koyuldu. Nihayet rüknün (Hacer-i Esved’in bulunduğu yere ulaşınca oğluna: Yavrucuğum, insanlar için bir işaret yapacağım bir taş getir, bana. Hz. İsmail ona bir taş getirdi, onu beğenmedi, başkasını getir dedi. Hz. İsmail bir başka taş aramak üzere gidip geldiğinde onun rüknü alıp yerine koymuş olduğunu görünce: Babacığım bu taşı sana kim getirdi diye sorunca Hz. İbrahim, beni sana muhtaç etmeyen cevabını verdi.” İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, c. II, s. 336-337.

23- İbnü’l Esir, A.g.e, c. I, s. 94 -95.

24- Muhtasarı Tecrid-i Sarih tercemesi, c. VI, s.14.

25- Tevrat/Tekvin17/24-26.

26- İmam Kurtubi, A.g.e, c. IX, s. 569.

27- Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih tercemesi, c. VI, s.16.

28- Şinasi Gündüz, Cahiliye dönemi Arap Politeizmi Nebatilerin etkileri, Dinler tarihi Araştırmaları Dergisi, s. 357. Kasım-1996.

29- Şinasi Gündüz, Cahiliye dönemi Arap Politeizmi Nebatilerin etkileri, A.g.e, s. 357. Kasım-1996. (6 numaralı dipnot)

30- İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı tercüme ve şerhi, c.XIV, s. 228.

31- İbrahim Canan, A.g.e, Tercüme, c.XIV, s. 226.

32- Kur’an/3Ali İmran/44.

33- İbrahim Canan, A.g.e, Tercüme, c.XIV, s. 227.

34- Kur’an/22Hacc/78.

35- “Cürhüm, Sam İbn-i Nuh aleyhi’s-selam’ın evladından ve Kahtan’ın beş oğlundan biridir.” Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih tercemesi, c. VI, s.16.

36- Taha Hüseyin, A.g.e, s. 47.

37- Taha Hüseyin, A.g.e, s.129.

38- Taha Hüseyin, A.g.e, s.129.

39- Taha Hüseyin, A.g.e, s.128.

40- Taha Hüseyin, A.g.e, s. 46.

41- Muhammed Ahmed Halefullah, A.g.e, s. 23. 

YAZIYA YORUM KAT

1 Yorum