
Siyonist kuşatmanın bölgesel kalkanı: "İbrahim Anlaşmaları" ve ihanet mimarisi
"İbrahim Anlaşmaları"nı değerlendiren Necmettin Acar, ABD ve işgal rejiminin "bölgesel istikrar" makyajıyla servis ettiği güvenlik mimarisinin, aslında İslam coğrafyasının kalbine saplanan bir hançer olduğunu vurguluyor.
Gazze soykırımı Siyonist İsrail’i izole ederken bir yandan da ABD’nin teşviki ve İslam beldelerindeki birkaç işbirlikçi yönetimin katılımıyla "İbrahim Anlaşmaları" isimli proje hız kesmiyor. ABD ve işgal rejiminin "bölgesel istikrar" makyajıyla servis ettiği güvenlik mimarisi, aslında İslam coğrafyasının kalbine saplanan bir hançerdir. Müslüman halkların iradesini hiçe sayan işbirlikçi rejimlerin, Siyonist işgali meşrulaştırma ve İslami hareketi izole etme operasyonu olan bu "kalkan", Gazze’deki direniş ateşiyle sarsılmaya mahkûmdur.
Nitekim konuyu değerlendiren Necmettin Acar da "İbrahim Anlaşmaları" projesinin bu boyutuna ilişkin şunlara dikkati çekiyor:
“İbrahim Anlaşmaları/Kalkanı, Ortadoğu’da bir türlü kurumsallaşamayan kapsamlı güvenlik mimarisi arayışının yeni halkası olarak ortaya çıksa da, yapısal engeller nedeniyle kalıcı ve kapsayıcı bir düzen üretme kapasitesi son derece sınırlıdır. Bölge ülkeleri arasındaki derin tehdit algısı farklılıkları, Türkiye–İran–Mısır–Suudi Arabistan ekseninde yaşanan güç rekabeti, Batı’nın sömürgeci zihniyetinin sürekliliği ve güvenlik tasarımlarında İsrail’in merkeze yerleştirilmesi, bu girişimi daha baştan meşruiyet krizine sokmaktadır. Dolayısıyla İbrahim Anlaşmaları/Kalkanı, kısa vadeli taktik ittifaklar yaratabilse de, Ortadoğu’nun kronik güvenlik boşluğunu dolduracak kapsayıcı bir mimari üretmekten uzaktır.”
Necmettin Acar’ın Kritik Bakış’ta yayımlanan yazısının tam metni şöyle:
Ortadoğu’da Güvenlik Mimarisi Arayışı; İbrahim Anlaşmaları/Kalkanı
İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan Soğuk Savaş dönemi ve kutuplar arası rekabetin en kırılgan alanı Ortadoğu bölgesi oldu. Savaş sonrası dönemde küresel ölçekte güvenlik mimarisini yeniden yapılandırmaya yönelik önemli girişimler hayata geçirildi ve bu yeni mimari, ABD’nin liderlik edeceği küresel düzenin temel taşı olarak kodlandı. Bu süreçte küresel ölçekte rekabetin zirveye tırmandığı Asya-Pasifik ve Avrupa bölgelerinde etkili ve caydırıcı güvenlik mimarisi kurulabilmişken, Ortadoğu bölgesinde kapsayıcı ve istikrarlı bir güvenlik mimarisi bir türlü tesis edilemedi.
Bu yazı, ABD liderliğinde Avrupa ve Asya-Pasifik bölgelerinde kapsamlı bir güvenlik mimarisi inşa edilmesine karşın Ortadoğu bölgesinde böyle bir yapının kurulamamasının gerekçelerine odaklanacaktır. Yazıda, İsrail liderliğinde adına İbrahim Anlaşmaları/Kalkanı denilen projelerin, yaklaşık yüz yıldır bölgede kurumsallaşamayan güvenlik mimarisinin nihayet inşa edilme sürecini temsil ettiği savunulacaktır. Bu yeni girişimin, Körfez ülkeleri ile İsrail arasında normalleşmeyi temel alarak, kısa vadede İran tehdidine karşı uzun vadede bölgede Batı çıkarlarına tehdit olabilecek başka bölgesel ve küresel aktörlere karşı ortak bir savunma hattı oluşturmayı ve böylece Ortadoğu’da ABD çıkarlarına hizmet edecek istikrarlı bir düzen kurmayı hedeflediği vurgulanacaktır. İbrahim Anlaşmalarının, tarihsel olarak başarısız kalan güvenlik projelerinin yerine, yeni bir mimari önerisi olarak öne çıktığının altı çizilecektir. Yazıda, bölgenin birbirine denk güçteki devletlerden oluşan parçalı yapısı, bölgesel aktörlerin güvenlik algıları arasındaki uçurum ve Batının bölgeye İsrail merkezli bakış açısı sebebiyle İbrahim Anlaşmaları/Kalkanı’nın kapsamlı bir güvenlik mimarisine dönüşemeyeceği savunulacaktır.
Soğuk Savaş Mantığında Gelişen Kapsayıcı Bölge Güvenlik Mimarisi Fikri
“Güvenlik mimarisi” kavramı, son dönemde uluslararası ilişkiler ve güvenlik çalışmaları literatüründe giderek daha fazla kullanılan, ancak teorik çerçevesi tam olarak olgunlaşmamış bir kavram olarak dikkat çekiyor. Kavramı sistematik bir biçimde tanımlayan kapsamlı kuramsal çalışmaların henüz sınırlı olması, üzerinde uzlaşılan ortak bir teorik zemin oluşmasını zorlaştırıyor. Bu alandaki sınırlı sayıdaki tanımlardan biri güvenlik mimarisini; coğrafi sınırları belirli bir bölge için, o bölgenin özgül siyasi kaygılarının çözümünü kolaylaştıran ve güvenliğe dair hedeflerine ulaşmasını sağlayan, tutarlı ve kapsamlı bir güvenlik yapılanması olarak tanımlıyor. Bu tanım, güvenlik mimarisini sadece askerî ittifaklardan ibaret görmeyip, kurumsal düzenlemeler, işbirliği mekanizmaları ve normatif uzlaşıları da içeren daha geniş bir çerçeveye yerleştiriyor.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeniden biçimlenen uluslararası sistemde, ABD ve Sovyetler Birliği etrafında şekillenen iki kutuplu yapı ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla sosyalist blokta yeni bir büyük aktörün sahneye çıkması, küresel ölçekte güvenlik yapılanmaları ihtiyacını artırdı. Sovyet ve kısmen Çin etkisinin çevrelenmesi amacıyla geliştirilen stratejiler, sadece Washington merkezli bir tasarım olmakla sınırlı kalmadı, Avrupa ve Asya-Pasifik’teki bölgesel aktörlerin kendi güvenlik kaygıları, tehdit algıları ve iç siyasal dinamikleriyle de iç içe geçti. Bu süreç, üç ana bölgede –Avrupa, Asya-Pasifik ve Ortadoğu– bölgesel güvenlik mimarilerinin inşası tartışmasını gündeme getirdi.
Savaş sonrasında, Sovyetler Birliği ve Çin’in öncelikli yayılma ve etki alanları olarak görülen Avrupa ve Asya-Pasifik’te, bölge devletlerinin aktif katılımı ve çıkar hesapları doğrultusunda işleyen güvenlik yapılanmaları ortaya çıktı. NATO’nun kuruluşu ve zamanla genişlemesi, yalnızca Sovyet yayılmacılığını dengeleyen bir askeri ittifak olmakla kalmadı, aynı zamanda Avrupa devletleri arasında yük paylaşımını, kurumsal işbirliğini ve güvenlik alanında karşılıklı bağımlılığı artırarak, bölgeyi iç savaşlar ve devletler arası büyük ölçekli çatışmalar bakımından görece daha emniyetli bir zemine taşıdı. Özellikle Batı Avrupa’da, bu mimari çerçeve, revizyonist aktörlerin saldırılarını caydırıcı bir faktör işlevi görürken, demokratik rejimlerin kurumsallaşmasına ve iç istikrarın pekişmesine de katkı sundu. Nihayet Avrupa Birliği’nin kurulmasıyla güvenlik alanındaki işbirliği normatif uzlaşıyı da içeren daha geniş kapsamlı bir kuramsallaşmaya dönüştü.
Benzer biçimde Asya-Pasifik’te ASEAN, QUAD ve daha yakın dönemde kurulan AUKUS gibi platformlar, bölge ülkelerinin kendi güvenlik öncelikleri, tehdit algıları ve ekonomik çıkarları etrafında şekillenen çok katmanlı bir güvenlik ağının parçaları hâline geldi. Bu yapılanmalar bir yandan ABD ve diğer dış aktörlerin askeri-siyasi varlığını çerçevelerken, diğer yandan bölge ülkeleri arasında diyalog kanallarını, kriz yönetimi mekanizmalarını ve savunma işbirliklerini güçlendirdi. Böylece Asya-Pasifik’te de, tamamen homojen ve çatışmasız olmamakla birlikte, devletlerin hem iç istikrarsızlıklara hem de Çin gibi revizyonist veya yayılmacı olarak tanımlanan aktörlerin baskılarına karşı kısmen korunduğu bir güvenlik ortamı oluşturulabildi.
Sonuç olarak, Avrupa ve Asya-Pasifik’te şekillenen güvenlik mimarileri yalnızca büyük güç rekabetinin ürünü olarak değil, bölge devletlerinin aktif katılımı, rızası ve çıkar uyumunun sonucu olarak değerlendirilmelidir. Bu mimariler, tüm eksiklerine rağmen, ilgili bölgeleri ciddi iç savaşlardan, geniş ölçekli devletler arası çatışmalardan ve revizyonist aktörlerin sınırsız genişleme girişimlerinden önemli ölçüde koruyan, kurumsallaşmış güvenlik çerçeveleri sunmuştur.
Ortadoğu Güvenlik Mimarisinde “Kronik Boşluklar”
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Ortadoğu için de, Avrupa ve Asya-Pasifik’e benzer şekilde, kapsamlı bir güvenlik mimarisi kurma arayışları gündeme geldi. Bu girişimlerin temel amacı; bölgenin petrol kaynaklarının, yeni kurulan İsrail devletinin ve küresel ticaret açısından hayati öneme sahip Süveyş Kanalı’nın güvenliğini sağlamak, aynı zamanda yeni ulus-devletleri zayıflatabilecek iç istikrarsızlıklara ve Sovyetler başta olmak üzere sosyalist bloğun yayılmacı eğilimlerine karşı bir savunma hattı oluşturmaktı. Bu çerçevede, özellikle İngiltere’nin öncülüğünde ve ABD’nin siyasi-askerî desteğiyle şekillenen Ortadoğu Komutanlığı, Ortadoğu Savunma Örgütü, Kuzey Kuşağı projesi ve Bağdat Paktı gibi girişimler, 1950–1960’lı yıllar boyunca bölge için tasarlanan Batı liderliğindeki güvenlik mimarisinin başlıca tezahürleri olarak ortaya çıktı.
Sonraki yıllarda bu kez bölge ülkeleri, kendi inisiyatifleriyle kapsamlı bir bölgesel güvenlik mimarisi inşa etme arayışına yöneldiler. Arap Birliği, İslam İşbirliği Teşkilatı ve Körfez İşbirliği Konseyi gibi örgütler hem ortak tehdit algılarını yönetmeyi hem de bölge içi siyasi koordinasyonu kurumsallaştırmayı hedefleyen çerçeveler olarak ortaya çıktı. Daha yakın dönemde ise özellikle Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın öncülüğünde şekillendirilmeye çalışılan “Arap NATO’su”, “Yarımada Kalkan Gücü” ve “İslam Ordusu” gibi oluşumlar, inisiyatifin ağırlıklı olarak bölge başkentlerinde olduğu, ancak Batılı aktörler tarafından da açık ya da örtük biçimde desteklenen yeni güvenlik projeleri olarak gündeme geldi. Bu girişimler, bir yandan İran başta olmak üzere algılanan bölgesel tehditlere karşı ortak savunma zemini kurmayı, diğer yandan da Batı ile güvenlik işbirliğini tamamen dışlamadan daha “yerli” ve bölgesel temelli bir güvenlik mimarisi geliştirmeyi amaçladı. Böylece Ortadoğu’da, önce Batı liderliğinde kurulamayan güvenlik mimarisi, daha sonra bölge ülkelerinin kendi öncülüğünde, fakat Batı’nın stratejik ve askerî desteğini yedekleyen melez modeller üzerinden inşa edilmeye çalışıldı.
Ne var ki bu projeler, Avrupa’daki NATO örneğinde olduğu gibi kalıcı ve kapsayıcı bir güvenlik düzenine dönüşemedi. Bağdat Paktı kısmen en kurumsallaşmış örnek olarak öne çıksa da, 1958 Irak darbesiyle Bağdat’ın pakttan çekilmesi ve daha “bağımsız”/sosyalist bir dış politika hattına yönelmesi, bu girişimin de fiilen çökmesine yol açtı. Batı merkezli bu mimari arayışlarının başarısızlığında, iki temel dinamik özellikle belirleyici oldu. Bunlardan ilki, İsrail sorunu ve Arap–İsrail çatışmasının bölgesel meşruiyet üzerindeki yıkıcı etkisiydi. Bölge halklarının önemli bir kesimi, Batı’nın güvenlik projelerini İsrail’in güvenliğini tahkim eden, Filistin meselesini gölgede bırakan ve sömürgecilik-sonrası dönemde devam eden bir vesayet aracı olarak algıladı. Bu algı, Batı liderliğinde inşa edilmek istenen ittifakların yerel toplumsal ve siyasal zeminini zayıflattı.
İkinci olarak, başta Mısır olmak üzere pek çok Ortadoğu devletinin dış politikada otonomi, iç politikada ise daha geniş bir serbestiyet alanı arayışında olması, bu projelerin derinleşmesini engelledi. Mısır örneğinde Cemal Abdünnasır liderliğinde yükselen Arap milliyetçiliği ve bağlantısızlık vurgusu, Bağdat Paktı gibi Batı eksenli oluşumları “emperyalist bloklaşmanın uzantısı” olarak kodladı ve bu tür girişimleri bölgesel siyaset içinde meşruiyet krizine sürükledi. Böylece Ortadoğu’da, Batı çıkarlarını merkeze alan, kapsayıcı bir güvenlik mimarisi kurma çabaları; İsrail sorunu, anti-emperyalist duyarlılıklar ve bölge devletlerinin otonomi ısrarı nedeniyle kalıcı bir kurumsal yapıya dönüşemedi. Bu durum, Avrupa ve Asya-Pasifik’ten farklı olarak, Ortadoğu’nun Soğuk Savaş boyunca parçalı ve kırılgan bir güvenlik ortamında kalmasına zemin hazırladı.
Yeni Bir Güvenlik Mimarisi Modeli Olarak İbrahim Anlaşması/Kalkanı
Asya-Pasifik ve Avrupa’da Batı liderliğinde kapsamlı güvenlik mimarileri inşasına karşın Ortadoğu’da son yüzyılda benzer ölçekte, kapsayıcı ve kurumsallaşmış bir güvenlik düzeni kurulaması kronik bir güvenlik mimarisi açığı olarak tanımlanabilir. İbrahim Anlaşmaları/Kalkanı projesi de tam bu boşluğu doldurma iddiasıyla gündeme taşındı. Ancak nu girişimin bölgenin yapısal dinamikleri ve Batı’nın bölgeye bakışındaki süreklilikler nedeniyle kalıcı bir güvenlik mimarisine dönüşme potansiyelinin son derece sınırlı olacağı değerlendirilmektedir.
Her şeyden önce, Ortadoğu’da bölge ülkelerinin güvenlik yaklaşımları arasında derin bir uçurum bulunuyor. Kolektif güvenliğin en temel önkoşulu, asgari düzeyde ortak tehdit ve çıkar algısının varlığıdır. Oysa Mısır’ın İran’dan algıladığı tehdit ile Suudi Arabistan’ın İran’a bakışı arasında anlamlı farklar bulunuyor. Benzer şekilde Suriye’nin İsrail’i birincil tehdit olarak görmesi ile Körfez monarşilerinin İsrail’i giderek bir ortak veya denge unsuru olarak konumlandırması, ortak bir güvenlik mimarisinin zeminini zayıflatan hususlardır. Bu parçalı tehdit algıları, kolektif güvenliği esas alan, kapsayıcı bir mimarinin ortaya çıkmasını neredeyse imkânsız hâle getiriyor.
İkinci olarak, bölgede diğer aktörler üzerinde ikna edici veya zorlayıcı bir baskı kurabilecek, kalıcı biçimde öne çıkmış tek bir bölgesel gücün bulunmaması kapsamlı güvenlik mimarisi fikrinin hayata geçmesini zorlaştırıyor. Bu durum; Türkiye, İran, Mısır ve Suudi Arabistan gibi dört önemli pivot aktörün birbirine nispeten denk güç kapasitesine sahip olması, hiçbirinin diğerlerine güvenlik gündemini dayatamaması anlamına geliyor. Bu durum, Avrupa’daki NATO benzeri, tek merkezli bir güvenlik mimarisi yerine, kalıcı bir parçalanmışlık ve rekabet ortamı üretiyor.
En belirleyici engellerden biri ise Batılı güçlerin Ortadoğu’ya yönelik kalıcı “sömürgeci” bakış açısıdır. Bölge için tasarlanan hemen tüm güvenlik projelerinde, bölge halklarının ve devletlerinin uzun vadeli çıkarlarından ziyade, Batı’nın enerji güvenliği, deniz ticaret yolları ve özellikle İsrail’in güvenliği merkeze alınmış olması kapsamlı güvenlik mimarisi projesini zayıflatıyor. Güvenlik mimarisinin zihinsel ve kurumsal tasarımında İsrail’in merkezî bir konuma yerleştirilmesi, hem siyasal elitler hem de toplumlar nezdinde derin bir tepki üretiyor. Filistin meselesinin adil bir çözüme kavuşturulmadığı, İsrail’in askeri üstünlüğünün sistematik biçimde tahkim edildiği ve Arap halklarının güvenlik kaygılarının ikincil görüldüğü bir düzende, Batı destekli her yeni mimari, bölgedeki siyasi elitler ve halklar nezdinde “sömürgeci projenin devamı” olarak algılanıyor.
Sonuç olarak, İbrahim Anlaşmaları/Kalkanı, Ortadoğu’da bir türlü kurumsallaşamayan kapsamlı güvenlik mimarisi arayışının yeni halkası olarak ortaya çıksa da, yapısal engeller nedeniyle kalıcı ve kapsayıcı bir düzen üretme kapasitesi son derece sınırlıdır. Bölge ülkeleri arasındaki derin tehdit algısı farklılıkları, Türkiye–İran–Mısır–Suudi Arabistan ekseninde yaşanan güç rekabeti, Batı’nın sömürgeci zihniyetinin sürekliliği ve güvenlik tasarımlarında İsrail’in merkeze yerleştirilmesi, bu girişimi daha baştan meşruiyet krizine sokmaktadır. Dolayısıyla İbrahim Anlaşmaları/Kalkanı, kısa vadeli taktik ittifaklar yaratabilse de, Ortadoğu’nun kronik güvenlik boşluğunu dolduracak kapsayıcı bir mimari üretmekten uzaktır.





HABERE YORUM KAT