1. HABERLER

  2. ETKİNLİK

  3. Selefiliğin Dünü, Bugünü ve IŞİD
Selefiliğin Dünü, Bugünü ve IŞİD

Selefiliğin Dünü, Bugünü ve IŞİD

Musa Üzer, Amasya Özgür-Der Temsilciliğinde “Selefiliğin Dünü, Bugünü ve IŞİD” konulu bir seminer verdi.

02 Şubat 2015 Pazartesi 14:11A+A-

HAKSÖZ-HABER

Amasya Özgür-Der salonunda 31 Ocak 2014 Cumartesi gecesi verilen seminerde, Özgür-Der Genel Sekreteri Musa Üzer, Selefiliğin İslam’ın ilk yıllarından beri özellikle Hicaz bölgesinde yaygın olan bir düşünce ve ekol olduğunu, Şafii, Hanbeli ve Abdulvehhab çizgisinde oluşup geliştiğini, bugün genel olarak literatürde İlmi ve Cihadi Selefilik olarak iki ana çizgiye sahip olduğunu, cihadi çizginin ana akımının El-Kaide olmakla beraber, son yıllarda IŞİD’in El-Kaide’den kopmakla kalmayıp ona cephe alan bir yapı olduğunu söyledi.

MUSA ÜZER KONU İLE İLGİLİ OLARAK ÖZETLE ŞUNLARI SÖYLEDİ:

Her ne kadar Türkiye’de tanınmasa da aslında Selefilik yeni ortaya çıkan bir akım – ekol değil, İslam tarihinin ilk yıllarına dayanan 1300 yıllık bir düşünce akımı olup, düşünce mektebi – ekol haline gelişi ise yaklaşık 1000 yıl önce gerçekleşmiştir. Seksen yıllık Kemalist politikaların Türkiyeli Müslümanları İslam Dünyasından kopardı. Bugün özellikle küresel güçlerin ve yerli işbirlikçilerinin oluşturmuş olduğu dil ile, coğrafyamızda gelişen olaylara oryantalist gözü ve ağzıyla bakmak yanlıştır.

Selefilik Balkanlar, Türkiye, Ortaasya ve Şii coğrafyası hariç diğer tüm İslam beldelerinde ve özellikle Arap coğrafyasında yaygın ve hatta baskın bir ekoldür. Cumhuriyet sonrası Türkiye halkının diğer İslam memleketleri ile ilişkileri koparıldığı için Türkiye’de varlığı bulunmayan Selefiliği tanıyamamıştır ve bu yüzden adeta öcü gibi görmektedir.

Önceden yaşamış tabi olunması gereken önderler anlamında kullanılan Selef terimi eskiden beri kullanılmakla beraber, Selefilik terimi yeni ortaya çıkmış olup, bu akıma mensup olanlara daha önce Ehli Hadis denirdi.

SELEFİLİĞİN ORTAYA ÇIKIŞINA ZEMİN OLUŞTURAN ORTAM VE OLAYLAR

Bilindiği gibi Peygamberimiz vefat ettiğinde Müslümanların sayısı yüzbinleri bulmuşsa da, insanlara tebliğ ve şahitlik yapacak seviyede yetiştirdiği has sahabelerinin sayısı binlerle ifade ediliyordu.  

Peygamberimizin vefatından sonra halifeler döneminde ve kitleler halinde İslamlaşma gerçekleşti ve Müslümanların sayısı milyonları buldu ve ehliyetli eğitimcilerin sayısının azlığı nedeniyle bu milyonlarca yeni Müslümanın eğitimi sorun haline geldi.

Ehliyetli eğitimciler elinde yeterli eğitimi göremeyen yeni Müslümanlar önceki dinlerine ait kültürlerini İslami anlayışlarıyla sentez ederek İslam’ı anlayışı bulanıklaştırdılar.

Bu dönemde fethedilen yerlerde ikamet eden fakat Müslüman olmayan Yahudi, Hristiyan, Mecusi toplulukları da Müslümanları fikir planında alt etmek için onlara kendi dini anlayışlarından hareketle bazı sorular sordular.

Bu soruların Müslümanların kafasını karıştırıp onları şüpheye düşürmesini önlemek isteyen bu bölgelerde ikamet eden alimler de, o din mensuplarının kaynaklarını inceleyerek, o kaynaklardan hareketle ve mantık kullanarak cevaplar vermeye gayret ettiler ve böylece İslam kelam ve felsefesi oluşmaya başladı.

Daha ziyade Mekke ve Medine’ye uzak Irak ve Suriye gibi beldelerde yaşayan ve Arap olmayan ve sonraları Ehl-i Rey diye isimlendirilecek bu alimler, Mekke ve Medine’de bulunmayıp kendi beldelerinde gayri Müslimlerin ortaya attığı soruları cevaplamak ve yeni ortaya çıkan sorunları çözmek için mecburen Peygamberimiz ve sahabenin ilgilenmediği konularla ilgilenmeye, bu konularda yorumlar ve içtihatlar yapmaya başladılar.

SELEFİLİK NASIL VE NİYE ORTAYA ÇIKTI?

Özellikle Mekke ve Medine’de oturan ve genelde Arap olan alimler ise, kendi beldelerinde bulunmayan (ve bu nedenle ihtiyaç duymayıp sadece hadis rivayetleriyle işi götürdüklerinden doyalı) bu soru ve sorunlarla ilgilenilmesini hoş karşılamayıp, Ehli Rey’e bidatçiler diye tepki gösterdiler ve biz selefimizden (önce yaşamış önderlerimizden) ne gördüysek ona uyarız tepkisiyle, sonradan Ehli Hadis – Ehli Asar diye isimlendirilecek Selefi düşünceyi oluşturmaya başladılar.

Yani Selefiliğin kökeni Ehli Rey akımına bir tepki olarak ortaya çıkan Ehli Hadis akımına dayanmakta olup, bu akıma göre İslam kitap, sünnet, sahabe, tabiin, tebetabiin, etbee tabiin ve etbee tabiinden bu hadis rivayetlerini alan Ehl-i Hadis Alimlerinin söylediklerinden ibarettir. Bir rivayet – hadis ne kadar zayıf olursa olsun, en kuvvetli reyden (Kur’an ve kuvvetli rivayetlere dayanarak akıl yürütmeden) daha kuvvetlidir.

EHLİ HADİS VE EHLİ REY’İN ORTAYA ÇIKIŞI

Ehli Rey’in en önemli öncüsü Hanefi mezhebinin kurucusu kabul edilen İmamı Azam Ebu Hanife olup, Ehli Hadis’in en önemli öncüsü ise Şafii mezhebinin kurucusu kabul edilen İmam Şafii’dir. Bu iki alimi takip edenler o dönemde birbirlerini tekfir derecesinde karşı olup, sonraları Ebu Hanife’nin talebeleri hocalarına isnat ettikleri mezheplerini Ehli Hadis’in görüşlerine yakınlaştırmışlardır.

Hicri 3. Yüzyılda Şafii, Maliki, Hanbeli ve Zahiri mezheplerini ortaya çıkaran Ehli hadis alimleri daha çok hadis rivayetleri ile bunların tedvini (düzenlenmesi) ile ilgilendiler. Neticede bugünkü hadis usulü de bu çizgi tarafından oluşturulmuştur.

Ehli hadis başlangıçta kelamcıları tekfir ederken, zamanla şartların zorlamasıyla kendi anlayışlarına uygun bir kelam oluşturdukları gibi, bu kelami çalışmalar Eşarilik ve Maturidilik olarak isimlendirilen ve Ehli Sünnetin itikadi mezhepleri kabul edilen akımları oluşturdu ve Ehli Hadise yakınlaştırılmış olan Hanefiliğinde dahil edilmesiyle, tüm bu akım – mezhepler Ehli Sünnet Vel Cemaat ana akımını oluşturdu.

Ehli Hadis rivayetlerin metinlerini (anlamlarını) değil, rivayet eden kişilerin sağlamlığını (senetlerini) incelediler ve senet sağlamsa metinin Kur’an’a uygunluğunu önemsemedikleri gibi, bu rivayetleri Kur’an ayetleri derecesinde İslam’ın mutlak kaynaklarından (nas) saydılar.

Şafii ve Malikiler kelam karşıtlığında yumuşayıp kendi kelamlarını oluştururken, Hanbeliler bu konuda hiç esnemediler ve bu gün vehhabilik olarak isimlendirilen günümüz selefiliğinin asıl kaynağını oluşturdular.

Ehli hadis ekolü tarih boyunca daha ziyade Şam ve Bağdat’ta yoğunlaşmış olup, halen Suriye’de Esed’le savaşan muhaliflerin ekserisi de Ehli Hadis – Selefi tedrisatın güçlü olduğu Müslümanlardan ortaya çıkmıştır.

SELEFİLİĞİN ÖNCÜ İMAMLARI

Selefiliğin ilk öncüsü Maliki Mezhebinin kurucusu sayılan İmam Malik’in yanında yetişen ve Şafii Mezhebinin kurucusu sayılan İmam Şafii’dir. Yaşadığı 900’lü yıllarda Mutezili olan Abbasi Sultanlarının baskısından kaçıp Mısır’a gitmiş, Mutezile ile mücadele etmiş ve bu konuda kitaplar yazmıştır. Günümüz Ehli Sünnet ana akımının kurucusu olup, sünneti (rivayetleri – hadisleri) Kur’an ayetleri seviyesine çıkarmıştır.

Selefiliğin ikinci öncüsü Hanbeli Mezhebinin kurucusu kabul edilen İmam Hanbel olup, Halkul Kur’an (Kur’an’ın yaratılıp yaratılmadığı) konusunda Kur’an’ın yaratıldığını kabul etmeyince Mutezili olan Abbasi Sultanlarınca ders verilmesi engellendiği gibi işkenceler yapıldı ve bunlara rağmen taviz vermeyince Ehli Hadisin önderi konumuna getirdi.

Selefiliğin üçüncü öncüsü ise 1300’lü yıllarda yaşayan ve Hanbeli bir aileden gelen ve bir Hanbeli alimi olan İbni Teymiyye’dir. Yaşadığı dönemde Moğol istilasına karşı bizzat savaşmış, sonra Şam’a gidip buradaki her ekolden alimle münazaralar yapmış bir alimdir.

İbni Teymiyye Ehli Hadis olmakla beraber, başta kelam, felsefe, tasavvuf olmak üzere kendi dönemindeki tüm alanlarda kendini yetiştirmiş ve Eşarilik dahil tüm mezhepler ile kelam ve tasavvufu aklı kullanarak ret etmiş, İslam aleminin o gün içinde bulunduğu sorunlardan tek çıkış yolunun Kur’an ve Sünnet yolu olduğu tezini işlemiştir. İbni Teymiyye aklı kullanarak aklı ret eden, emri bil maruf nehyi anil münkere vurgu yapan, bidat ve hurafelerle dille ve elle mücadele eden birikimli bir alim idi.  

VEHHABİLİK İLE SELEFİLİĞİN İLİŞKİSİ

Selefiliğin dördüncü öncüsü ise, 1700’lerde Arabistan’ın o dönemde daha çok sert tabiata sahip insanların yaşadığı Necd bölgesinden çıkmış, Mekke ve Medine’de Hadis İlimleri, Şam ve Bağdat’ta diğer tüm İslami İlimleri, İsfehan’da Şiilerin hakim olduğu bölgede meşşai, işraki felsefe ve tasavvuf eğitimi almış bugünün ifadesiyle tam bir entelektüel olan Muhammed bin Abulvvehhab’tır.

Yani günümüzdeki hadisten başka bir şeyle ilgilenmeyen Selefilerin aksine, öncüleri olan İbni Teymiyye ve Abdulvvehhab İslami tüm ilimlere vakıf, ama çözümü Ku’an ve Sünnete dönmekte gören alimler idiler.

Abdulvvehab tekrar Necd’e dönüp, orada taraftarlar yetiştirir ve ilk icraat olarak şirk olduğu gerekçesiyle türbe haline getirilmiş sahabe mezarlarını yıktırır. 1740’ta Suud ailesi ile, krallar Suud ailesinden, alimler Abdulvvehhab ailesinden olmak üzere ikili bir iktidar konusunda anlaşıp, Osmanlıya isyan ederek Suudi Arabistan Devletini kurdular.

GÜNÜMÜZ SELEFİLİĞİNİN ORTAYA ÇIKIŞI

1970’lerde Suudi Kralı olan Faysal diğer krallara nispetle ümmetçi anlayışa sahip, davet ve tebliğ çalışmalarına önem veren bir kişi. O dönemde ortaya çıkan petrol krizi nedeniyle devlet aşırı zenginleşince, bu geliri İslam’ın gelişmesi için kullanmaya karar verdi.

Kendi selefi anlayışına uygun kitapları ve Kur’an meallerini her dile çevirtip parasız dağıttığı gibi, Medine’ye başka memleketlerden öğrenciler getirdi ve her memlekete davetçiler görevlendirdi. Gelen öğrenciler memleketlerine birer selefi alim olarak döndüler ve Selefiliği buralarda yaydılar.

Selefiliğin bu gün dünyanın her tarafında yer bulmasında bu çabaların çok önemli payı söz konusudur. (Faysalın bu çabalarının bir benzerini devrim sonrası İran rejimi de gerçekleştirmiş olup, aynen selefiler gibi ciddi başarılar kazanmıştır.)

Selefilik tarih boyunca hep İslam dünyasının büyük krizlere girdiği dönemlerde gelişmiş, hikmete dayalı fikri – akli tartışmadan ziyade şiddet ve zorlayıcılığa meyilli olmuştur.

CİHADİ SELEFİLİĞİN ORTAYA ÇIKIŞI

1970’lerde Mısır’da mutedil İhvan’ın yanında silahlı Selefi bir akım vardı, ve bunlar Mısır yönetimince yenilince, Ruslarca işgal edilen Afganistan’a cihat için gittiler. Afganistan’a Suudi Arabistan’dan da talebeler gitti. İhvan kökenli olup aynı zamanda Filistin’de İhvan’a yakın,, selefi eğilimli olmakla beraber mutedil ve toparlayıcı bir alim olan Abudllah Azzam Afganistan’a cihat için gelenleri örgütledi.

Afganistan’a dışarıdan gelen selefi eğilimli grupların yanında, katı Hanefi anlayışa sahip Taliban grubu da vardı. Bir araya gelen bu gruplar, başta Afganistan olmak üzere tüm İslam dünyasında batı işgali ile batıcı diktatörlüklerin bitmeyeceğini görünce, cihadı sorunlu tüm İslam beldelerine ve bizzat batının kalbine taşımak amacıyla El-Kaide’yi kurup, buralarda örgütlenip,  11 Eylül Saldırısı gibi sansasyonel – ses getirici eylemler yapmaya başladılar.

Din ve cihat anlayışları ve bazı eylemleri sorunlu olup eleştiriyi hak etmekle birlikte, samimi olup, kesinlikle kimsenin oyuncağı ve piyonu değildiler.

IŞİD’İN ORTAYA ÇIKIŞI

Irak’ın 2003 yılında ABD tarafından işgaline Sünniler direnirken, Şiiler ihanet ettiler. Irak’ın Sünni halkı ile Zerkavi liderliğindeki Irak El-Kaide’si birlikte direnmekte iken, Irak El-Kaide’si sivil Şiilere (ve zamanla direnişe katılmayan Sünnilere) karşı, Pazar yerlerini ve camileri bombalamak benzeri çok sert, yanlış ve hikmetsiz eylemler yaptılar ve bu nedenle Sünni halkın desteğini kaybettiler, Zerkavi 2006’da Amerikan güçleri tarafından katledildi.

Onun ölümünün hemen ardından Irak el-Kaide’si Irak’ta İslam Devleti ilan edip, merkez el-Kaidesinin uyarılarına rağmen sert eylemlere devam ederken süreç içerisinde Irak’ta ciddi anlamda zayıfladı.

Suriye direnişinin silahlı aşamaya geçişiyle birlikte Kaide çizgisini temsil iddiasıyla Nusra Cephesi kuruluşunu ilan etti. Irak’ta yapılan yanlışları tekrarlamayacaklarını beyan ettiler. Tekfir ve sivil saldırılardan vazgeçtiğini ilan edip, bu güne kadar bu çizgiyi korudu.

Lakin Irak El-Kaide’si Nisan 2013’te Irak İslam Devleti olan adını Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) olarak değiştirdiğini, Irak ve Suriye’de cihat ve halifelik ilan ettiğini, liderleri Bağdadi’ye, birkaç aylık tartışma süreçleri sonunda merkez el-Kaide lideri Eymen El-Zevahiri dahil her Müslümanın biat etmesi gerektiğini, aksi halde mürted ve kanlarının helal olduğunu, tüm Müslümanların IŞİD devletine hicret etmesi gerektiğini ilan ettiler.

Ocak 2014’te Suriye el-Kaidesi olanl Nusra Cephesi başta olmak üzere  diğer İslami gruplarla savaşa girişip, 3000 civarında yetişmiş savaşçının ölümüne sebep oldular.

IŞİD MUSUL’U NASIL ELE GEÇİRDİ?

ABD 2003 işgalinden sonra iktidarı tamamıyla Şiilere verdi ve Şiiler de tamamen İran etkisine girdiler. Şiacılık hırsıyla hareket eden Şii gruplar ve bilahare Başbakan Maliki, Irak’ta Sünnilere karşı etnik-mezhebi temizliğe giriştiler, IŞİD’in Irak ve Suriye’de yaptığı zulümlerle kıyaslanması mümkün olmayan çok korkunç zulüm, işkence ve katliamlar yaptılar, Bağdat’ta çoğunluğu oluşturan Sünnileri azınlığa düşürdükleri gibi, örneğin geçmişte tamamen Sünni olan Samarra’yı bugün tamamen Şiileştirdiler.

Bu süreçte Irak el-Kaidesi tekrar Sünnilere yanaştığı gibi, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalan Sünni aşiretler, Irak İhvanı gibi hareketler ile Saddam’ın bazı eski komutanları bir araya gelip, başta Musul olmak üzere Sünni bölgelerde eylemler yapmaya başladılar.

Bu eylemlere karşı tıpkı Esed’in yaptığı gibi bombalar ve silahlarla bastırmayı deneyen Maliki’ye karşı Sünniler örgütlenip silahlı mücadeleye giriştiler ve tamamen Şiilerden oluşan bir işgal gücü konumunda olan orduyu etkisizleştirip, Musul’dan başlamak üzere beldelerinden atıp, işgalden kurtuldular. Elbette aylarca süren bir mücadele olmasına rağmen başta Felluce, Ramadi, Anbar, Tikrit, Musul, Bağdat olmak üzere bir çok eylem ve olay yaşanmasına rağmen başta Türkiyeli Müslümanlar olmak üzere dünya bu gelişmelere sessiz kaldı. Sünni halkın neler yaşadığının en güzel örneği İhvan liderlerinden olan Cumhurbaşkanı birinci yardımcısı konumundaki Tarık Haşimi’nin infaz edilmekten canını zor kurtarıp Türkiye’ye sığınmasıdır.

Dolayısıyla Irak’ta meydana gelen direniş tek bir örgüte ait değildi. Genel olarak da IŞİD’in direnişini yerel unsurlar destekliyordu. Bu olumlu durum, Işid’in hikmetsiz bir şekilde Irak Kürt Bölgesine yaptığı saldırılarla olumsuz bir mecraya da çevriltti.

SELEFİLİK, EL KAİDE VE IŞİD’İN GELECEĞİ

Günümüz Selefiliği, Suud etkisindeki, tevhidi korumak, bidat ve hurafelerle mücadele iddiasındaki ilmi Selefilik ile, el-Kaide öncülüğündeki işgalciler ve işbirlikçileri ile mücadeleye öncelik veren Cihadi Selefilik (küresel cihad) olarak (daha alt akımları da olan) iki ana akım halindedir.

el-Kaide bu gün özellikle IŞİD ile yaşadığı gerilimlerin de etkisiyle daha mutedilleşmiş, cihadı sadece fiili işgalciler ile yerli işbirlikçilerine karşı yürütüp, halkın tevhide aykırı anlayış ve uygulamalarını zorla değil ikna ile düzeltmeye çalışan en azından niyet olarak, sivillere karşı saldırıları tasvip etmeyen bir forma yaklaşmıştır.

el-Kaide’den kopan Işid ise, tam tersine sert formunu koruyan, kendisine biat etmeyen tüm Müslümanları tekfir eden, halkın tevhide aykırı anlayış ve uygulamaları zorla değiştirmeye ve halka zorla şeriat kurallarını tatbik etmeye çalışan bir forma bürünmüştür.

Gerek el-Kaide ve gerekse Işid hiçbir güç odağının projesi ve kuklası olmayıp, tamamen kendi iradeleriyle bir araya gelen, samimi ancak yanlışlar yapan Müslümanların kurdukları yapılardır.

Türkiye’de yüzyıllara dayalı dindarlık formunun yapısı, cemaatlerin çokluğu, tasavvufi akımların mevcudiyeti, selefi bir geçmişe sahip olmaması, Türkiye’nin her fikrin ifade edilebildiği, işkence ve zulümlerden uzaklaşmış bir siyasal yapının olması nedeniyle, özellikle Cihadi Selefiliğin Türkiye’de taban bulması pek mümkün görünmemektedir.

İSLAM DÜNYASININ ÇIKIŞ YOLU SELEFİLİK Mİ?

Dini anlamada ve yaşamada şekilci, ezberci, zorlayıcı, hikmetsiz temelleri nedeniyle Selefilik dün olmadığı gibi, bu günde çıkış yolu değildir. Geçmişte ve günümüzde olumlu yönleri özellikle tevhit ve şirk konusundaki hassasiyeti, bidat ve hurafelere karşı duyarlılığı, ibadetlerin aynen muhafazası konusundaki duyarlılığı devam ettirmesi olmuştur.

Siyasal düzlemde ise emperyalizm, Siyonizm ve diktatörlükler coğrafyamızda olduğu müddetçe direniş de kaçınılmaz ve haklı olarak var olacaktır. Müslümanların devletinin yıkıldığı Osmanlı sonrası süreçten beri bu görevi İslami örgütler, hareketler, gruplar yerine getirmiştir. İşgal ve zulüm olgusunu görmeden kategorik olarak “şiddet” karşıtlığı temelinde bir İslam anlayışı ortaya atmak doğru değildir. Aynı şekilde özellikle karikatür olayında olduğu modern dünyada, işgal, baskı sömürü, imha, inkar, işkence politikalarıyla her daim muhatap olan, değerleri aşağılanan Müslümanların nasıl mücadele etmesi gerektiği konusunda geleneksel fıkıh kaynaklarına dayanarak bir mücadele hattı ortaya koymak doğru değildir. Örneğin özellikle bazı ilahiyatçıların İslam’da güç kullanımı belli güce ulaştıktan sonra kullanılır iddiası kendi içinde çelişkilidir. Güç kullanan gücü bulmuş demektir. Asıl savaşı Müslümanların devleti verir iddiası ise teorik olarak doğru ama bu devletin de bugünkü dünya gerçekliği göz önünde bulundurulduğunda kolay olmayacağı ve kendi çeşitli handikapları da barındırdığı da görülmek zorundadır.

Türkiye’de ve Ortadoğu’da her olayı, her gelişmeyi Müslümanların aleyhine yorumlayan, Müslümanların sahip olduğu kazanımları yok etmeye çalışan, onları alaşağı etmeye çalışan Batıcı, liberal, solcu, kürtçü, İrancı söylem ve mantıkla hadiseleri değerlendiremeyiz. Yüzyıllık, adeta genlerimize işlemiş kompleks, korkaklık, çekingenlik, savunma psikolojisiyle hareket edemeyiz. Bu coğrafyada en azından Batıl davanın sahipleri kadar cesur olmalıyız. Örneğin Türkiye fiilen otuz yıldır Pkk ile mücadele içerisinde ama Kobani olayında Pkk çevreleri üstelik televizyon ekranlarında çok rahat ve pişkin bir şekilde Türkiye’nin askeri olarak Pkk/ Pyd’ye yardım etmesi gerektiğini söyleyebildiler. Şimdi de diyorlar ki Kobani’yi- Ayn el-Arab’ı inşa etsin. Sadece bu kıyas bile birçok şeyi açıklamaya yeter diye düşünüyorum.

Öte yandan bazı Müslümanların İslam’ı müdafa noktasındaki acizliğini görüp mukayese yapmamız lazım.  Emperyalizm, işgal, diktatörlük, baskı, zulüm gibi ciddi gündemleri olamayanlar çok rahat bir şekilde İslam adına ahkam kesebiliyorlar. Ama aynı insanların şahsına-konumuna, vakfına, derneğine, hizbine, cemaatine, şeyhine, hocasına, hocaefendisine, tarikatına küçük bir eleştiri olduğunda hepsi Akıncı birlikleri oluyorlar. Oysa İslam’ın değerleri kendi nefsimizin, hizbimizin, meşrebimizin üstündedir ve zaten bizler o değerler için yaşamaktayız.

musa-uzer-amasya.jpg

HABERE YORUM KAT

7 Yorum