1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. "Partizan Değil, Sempatizan İktidar Yapar"
"Partizan Değil, Sempatizan İktidar Yapar"

"Partizan Değil, Sempatizan İktidar Yapar"

Al Jazeera Siyaset bilimci Hasan Bülent Kahraman ile AK Parti'yi, 1 Kasım seçimlerini ve sonrasını konuştu.

12 Eylül 2015 Cumartesi 16:56A+A-

Adalet ve Kalkınma Partisi, 9 puanlık oy kaybı yaşadığı ve tek başına iktidarı kaybettiği 7 Haziran seçimlerinden sonrasındaki ilk kongresini yapıyor bugün. Aynı zamanda Ahmet Davutoğlu partinin başına geçeli de bir yıl oldu. 1 Kasım seçimlerine çok az bir süre kala ve PKK saldırılarının gündeme damgasını vurduğu bugünlerde AK Parti'yi, neden oy kaybettiğini, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın partiyle ilişkisini siyaset bilimci Prof. Hasan Bülent Kahraman ile konuştuk.

Kahraman artık AK Parti'nin yeni bir tabanı olduğunu, yeni kuşakların kendisine geldiğini ve yeni sosyolojik taleplerin ortaya çıktığını düşünmesi gerektiğini belirtiyor. Bunları yok sayarak sadece bir direniş davranışıyla daha fazla siyaset üretmesinin çok zor olduğunu da ekliyor.

Bugünkü AK Parti Kongresi’nde önemli bir değişiklik bekliyor musunuz?

Hayır. Bekleyebilirdim ama AK Parti kongresine fırtınanın ortasında gidiyor. Yani 1 Kasım’da seçim varken geçen sene olduğu gibi çok radikal değişiklikler yapmaz. Asıl, ondan sonrasına bakmak lazım.

Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun bir yıllık performansını nasıl buluyorsunuz?

Çok iyi niyetli. Erdoğan’dan farklı siyaset üretme talebine sahip fakat biraz da içinden geçmekte olduğu bu yangınlı dönemde, yangın söndürme meseleleriyle meşgul. Henüz kendi başına lider olma performansını sergilemedi. Hakan Fidan, vb. meselelerde, koalisyon konusunda kendine ait beklentiler içerisinde olduğu ama bunları henüz yeteri kadar ortaya koyamadığı kanısındayım ki – bu da doğaldır. AK Parti’de etkili kişilerin “Erdoğan bizim onursal başkanımızdır, ne derse bizim için bir emir niteliğindedir” dediği bir dönemde, Davutoğlu’nun bugünkünden daha ileri bir performans göstermesi beklenemezdi. 

Kongre öncesi MKYK’ya girecek isimler konusunda Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Davutoğlu arasında anlaşmazlık çıktığı iddia ediliyor. Erdoğan’ın isteği doğrultusunda değiştiği belirtilen yeni listede Ali Babacan, Beşir Atalay, Bülent Arınç gibi isimler yok. Bu olay, yeni döneme dair ne fikir veriyor size?

Bu liste konularının somutlaşmasını görmek gerekir. Ama çok karmaşık, kulislerin çok hareketlendiği bir kaç gün geçti. Bu AK Parti tarihinde pek görülmüş bir şey değil. Bütün bunları doğal karşılıyorum. AK Parti çok önemli ve ciddi bir dönüşümden geçiyor. Bu dönüşüm geçen yıl Erdoğan Cumhurbaşkanı seçildiğinde başladı. Bugün de sürüyor. Yerine oturmayan taşlar var. Üç dönem konusu var. Büyük ve önemli bir kitle siyaset harici kalacak. Başlı başına bir olgudur bu. Gerisini Erdoğan halledecek. Aslında teknik bakımdan daha önceki DYP, Anap örneklerine bakılırsa AK Parti bu geçişi daha başarılı halletti. Ama bu tür değişimlerde daima sosyoloji-bürokrasi ilişkisine bakarım. Değişimi hazırlayan ne ölçüde parti bürokrasisidir ne ölçüde sosyolojinin zorlamasıyla değişiklikler gerçekleşmiştir sorusu çok ciddi ve önemlidir. Bu analizi kullanarak bugüne değin Ak Parti hakkındaki tüm öngörülerimde doğru kararlar ürettim. Fakat şu aşamada tam bir değerlendirme yapamıyorum. Çünkü olaylar çok hızlı gelişiyor. İster istemez olgunlaşmasını beklemeden parti bürokrasisi karar veriyor. Bunun getirdiği sıkışıklıklar olacaktır. Bir tek şeye bakmak gerekir bu evrede de: Eğer bürokrasi birikmiş yeteneği, olgunlaşmış geleneği kullanırsa gene de başarılı olur. Değilse sorun yaşanacaktır. Bütün bunlarla birlikte Yıldırım-Davutoğlu arasında ciddi bir sıkıntı yaşanacağı kanısında değilim.

Yine üç dönemliklerden Bülent Arınç dün akşam siyasete dönmeyeceğini belirtti ve AK Parti’ye yönelik bir takım eleştirilerini paylaştı. “AK Parti'nin kuruluşunda 'biz'dik, şimdi 'ben' olduk", “Partilerin yenilenmeye ihtiyacı var” dedi, ayrıca Abdullah Gül’ün kongreye davet edilme şeklini de eleştirdi. Bu açıklamalar neye işaret ediyor?

Yeni bir dönem başlıyor. Başladı. Bunun getirdiği kırgınlıklar, gerilimler olacaktır. Arınç çok önemli bir isimdir. Bunun da bilincindedir. Birikimini, olgunluğunu taşıyan, taşımayı bilen birisidir. Çok önemli anlarda önemli kararları ve müdahaleleri olmuştur. Ama artık aktif parti siyasetinden uzaklaşıyor. Gene siyasetin içinde olacaktır ve muhtemelen etkisini de daha bir süre koruyacaktır. O mülakatta ilginç olanı, Arınç’ın eleştirisinin çok katmanlı oluşudur. Arınç bir geleneğin zaafa uğradığından, yıpranışından söz ediyor. Verdiğiniz örnek de o hususla ilgili. Ama daha ötesine gitmiyor. Oysa daha derinde yatan başka bir vurgu var: Örneğin Davutoğlu’nu eleştirenleri Başbakanı savunarak eleştiriyor. Bu demektir ki, parti tabanında hâlâ çok farklı bir algı var. Parti tabanı hâlâ hareketli ve eleştirel. Asıl bunun üstünde durmak gerekir. Öte yandan yenilenme ihtiyacından söz ediyor. Evet bu bir ihtiyaçtır ama yenilenme de toplumda ve parti tabanlarında kolay hazmedilmez. Bizde ikili model yoktur. Lider gelecek lideri hazırlamaz. Tek istisna Gül-Erdoğan ilişkisiydi. O da tüketildi. 

Siz 2007’de basılan Türk Sağı ve AKP kitabınızda, “AK Parti Erdoğan’ın partisi değil, partiyi Gül ve çevresindeki kadro kurdu” diyorsunuz. Ama bugünkü imaj, AK Parti = Erdoğan. Hâlâ aynı fikirde misiniz?

Tabii. Kuruluş dönemleri için elbette aynı fikirdeyim. Zamanın getirdiği değişiklikler başlangıç realitesini ortadan kaldırmaz. Fazilet Partisi’nden başını Abdullah Gül’ün çektiği küskünler hareketinin ayrılmasıyla AK Parti o üç dönemlik isimlerle kuruldu. Tayyip Bey oraya büyük yetenekleri ve karizması olan bir siyasetçi olarak geldi. Ve Türkiye o ‘tandem’i, iki tekerlekli bisiklet modelini yani Gül-Erdoğan beraberliğini sevdi. Ben AK Parti’nin bugünkü krizinin altında çok net bir biçimde o ikili modelden tekli modele geçilmesini görüyorum. Tayyip Bey hiçbir zaman AK Parti’de tek başına düşünülen bir insan değildi ve olmadı. Gül ile birlikte hareket ettiler, yanlarında Bülent Arınç, Beşir Atalay, daha birçokları vardı. Bir grup hareketiydi. Eşitler arasında birinciydi Tayyip Bey. Kendi siyasi gücünü, zekâsını, karizmasını kanıtladı ve onların önünde yürümeye de hak kazandı. Erdoğan daha karizmatik, dışa dönük, kitleleri heyecanlandıran biriydi, Gül de daha farklı bir kişisel ve devlet formasyonundan gelmişti, dışişleri bakanlığı, başbakanlık, cumhurbaşkanlığı yapmanın ona kazandırdığı imkânlar içerisinde hareket ediyordu. Birbirlerini bu yönden dengeliyorlardı. Ama bu model değişip Gül tamamen dışarıda kalınca veya bırakılınca toplum yeni modeli o kadar sevmedi. Kendi partisinin tabanında da Erdoğan’ın tek başına kalmasından doğan bir rahatsızlık var. Bir fren mekanizmasının kaybolduğu düşünülmeye başlandı.

AK Parti’yi yakın gelecekte ne bekliyor? 14 yılın sonunda bazı muhalif sesler çıkmaya başladı. Arınç’ın çıkışı, Gül’ün basın danışmanı Ahmet Sever’in kitabı, Cumhurbaşkanı’nın aksi yöndeki tavrına rağmen koalisyonda ısrarcı olan isimler, partiye Süleyman Soylu gibi daha merkezden gelenler, AK Partili troller...

Gezi olaylarından, 17-25 Aralık’tan sonra AK Parti’nin müthiş bir tehlike algılaması içinden hareket ettiği kanısındayım. Bütün o troller, vs. meselesi bunun bir uzantısı. AK Parti’den de bunlara tepkiler gelmeye başladı. Beyaz Türkler ve AK Parti ayrışmasında, iki tarafın da biraz daha karşılıklı birbirini anlama yaklaşımı içinde olması lazım. Ama burada önceliğin iktidarda olduğu bir gerçektir. O bakımdan da AK Parti’nin bugün sürekli olarak siyasal manevra, siyaset yapma, tabanda adam adama markaj gibi yollardan çıkması gerekiyor. 2007’de ya da yüzde 50 oy aldığı zaman AK Parti’nin trolleri mi vardı? Ne oldu da AK Parti oradan trolleri olan bir partiye dönüştü? Elbette ki 13-14 sene iktidarda kalmış bir parti birtakım zafiyetler yaşayabilir, yolsuzluklar, politik tartışmalar, geçirebilir. Ama buna rağmen AK Parti’nin hâlâ Türkiye’de taban ve model olarak güçlü olduğunu ve bu gücünü idrak edip, özgüvenini yeniden kazanıp siyasal ve demokratik uzlaşmacılık çizgisine dönmesi gerektiği kanısındayım. Oysa moral üstünlük bakımından bir sarsıntı geçiriyor. Yüzde 41 gibi muazzam bir oy alıp tek başına iktidar olamamasının da bu sonuçta etkisi var. Bir sene önce 2014’te, mahalli seçimlerde Nişantaşı, Şişli, Etiler, Bebek’ten AK Parti’ye oy gitti. AK Parti bu kendi kendisine yarattığı zaaflardan uzaklaşmalı, ideolojisini yenilemeli. Siyasette var olacağı dönem boyunca o kesimin oylarını gene önemsemeli, alabilmeli.

“AK Partili yeni bir nesil var”

7 Haziran sonrası bir yazınızda, “AK Parti  dönüştürücü parti mi dönüşen parti mi olacak?” diye sormuştunuz. Sizce hangi yönde ilerliyor?

AK Parti’nin bir kabuk, çekirdek sorunu var. Şimdi çekirdeğindeki insanlar yaşları itibariyle, kendi getirdikleri üç dönem kuralı ve iktidarda geçirdikleri çok uzun süreler itibariyle artık başka bir noktada. Orada da bir yenileşme ihtiyacı doğuyor. AK Parti toplumu 13 senede A’dan Z’ye kadar radikal biçimde ve olumlu yönde değiştirdi, demokratikleşme, vs. konularında çok yol kat edilmesini sağladı. Elbette eleştirilecek yanları var. Her şeyden önce bu hareket kendisine bir taban yarattı şimdi o tabanla çelişkisi var. AK Parti AK Parti’yi anlamak zorunda. Yeni bir nesil geldi, bunlar AK Parti’ye doğdu. 7 milyon çocuğa 7 milyon bilgisayar verdiler, o çocuklar artık elinizde başka bir tür, başka bir nesil  olarak bulunuyor. Onların taleplerine 13 sene önceki cevaplarla karşılık veremezsiniz, beklentileri farklı. AK Parti yeni bir tabanı olduğunu, yeni kuşakların kendisine geldiğini ve yeni sosyolojik taleplerin ortaya çıktığını düşünmeli. Bunları yok sayarak sadece bir direniş davranışıyla daha fazla siyaset üretmesi çok zor. O Türkiye’yi gerer. AK Parti de bugün artık Türkiye’deki tüm siyasi partiler gibi siyaset üretmiyor, yapıyor.

Sizin siyaset üretmek-siyaset yapmak ayrımınız var. AK Parti'nin daha önce siyaset ürettiğini şimdi siyaset yaptığını söylüyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız, AK Parti ne zamandır siyaset üretmiyor?

Türkiye 1993’ten 2002-2003’e yönetim, laiklik, cumhuriyet, meşruiyet, siyaset sorunları, ekonomi krizler yaşadı. Sonunda 2002’de AK Parti sıkışmış taleplerin partisi olarak işbaşına geldi. Böyle partiler sadece kendilerine ait bir çekirdekten müteşekkil değildir, büyük taşıyıcı koalisyonlardır. Hiçbir parti partizanının oyuyla iktidara gelmez, sempatizanının oyuyla iktidara gelir. 2002 böyleydi. Türkiye birdenbire başörtüsü, asker, demokratikleşme meselelerinde 2011’e kadar müthiş bir politizasyon içinde karar aldı yani siyaset üretti, oyunu arttırdı.bu Türkiye’nin ve AK Parti'nin harıl harıl siyaset ürettiği bir dönemdi. Ama sonra Gezi olaylarıyla birlikte AK Parti bu geniş tabanların çoğulcu partisi olmaktan çıktı, kendisine ait çekirdeğin partisi olmaya başladı ve siyaset üretmekten ziyade siyaset yapmaya, oy kaybetmeye başladı.

Tartışılan iki görüş var. 1.Erdoğan bu partinin doğal ve karizmatik lideriydi, ayrıldı ve parti kan kaybetti. Davutoğlu’nun liderlik performansı da yetersizdi. 2. Erdoğan olağanüstü dönüşümlere, başarılara imza attı ama “devrini tamamladı”. Davutoğlu yeni dönemde ihtiyaç duyulan, toplumun farklı eksenleriyle iletişim kurabilen bir lider ama Erdoğan onu çalıştırmadı. Erdoğan meydanlara çıkmasaydı daha iyi olurdu. Hangisi akla daha yatkın?

İkincisinin içinde doğrular olsa da kesinlikle yanlış. Evet, Erdoğan Davutoğlu’na müdahale etti. Şeffaflık Paketi, Hakan Fidan meselesi gibi... Bunlar Davutoğlu’nun kendi özerkliği içinde hareket eden  bir lider olmadığını gösteriyor. Fakat bu AK Parti gibi bir partide ne kadar mümkün olabilirdi ki, zaten? Sorun da o. Erdoğan müdahalede bulunacağını, hatta her düzeyde müdahil ve aktif olacağını Başkanlık isteyerek de ortaya koydu. Davutoğlu’nun burada yapması gereken daha önce Gül-Erdoğan ikilisi gibi yeni bir ikili kurmaktı. O henüz ortaya çıkmadı. Kaldı ki, Erdoğan ve Davutoğlu tipolojileri arasında da farklar var. Davutoğlu İngilizceyi irticalen konuşan, giyimi kuşamı çok muntazam, Türkiye’nin en elit okullarında okumuş bir profesör. Erdoğan ise imam hatip mezunu, Kasımpaşa’dan çıkmış, profesyonelliğin eşiğine gelen bir futbol tarihi var. Ama en önemli özelliği şu, 18 yaşında politikacı! Gençlik kollarından müthiş bir başbakanlığa. Hep kazanmış. Hiç yenilmemiş. Yenilgilerini başarıya dönüştürmeyi bilmiş. Erdoğan’ın olmadığı bir AK Parti bırakın Davutoğlu’nu x,y,z bir isimle de daha başarılı olamaz. Ama Erdoğan bunun dozunu ayarlamak zorunda.

Peki, Ahmet Davutoğlu bu dönemin beklediği lider midir?

Şüphesiz elit bir profil. AK Parti’nin tabandan gelmiş, ayağının çamuruyla, yırtık pabucuyla tabanda siyaset yapan insanların karşısına AK Parti’nin çıkarması gereken insan mıdır? Evet ve hayır. Demin söylediğim bazı nedenlerden dolayı, evet. Ama bu elit profiliyle AK Parti tabanının diline ve zihin yapısına aslında ters düşen bir retorik içinde. Elit profilini tarih ve geçmiş menkıbeleriyle bütünleşerek aşmaya çalışıyor. Yani Malazgirt’ten başlayarak kültürel ve dini menkıbelerle süslü konuşmalar yapıyor. AK Parti böyle bir damarı olsa da böyle parti değil, gayet pragmatik, dindar ve son derece de realist bir parti tabanı var. Erdoğan bile Davutoğlu’nun konuşmalarını bir tek gün yapmadı. AK Parti'nin yukarı doğru hareketli bir toplumun dindar ama modern, pargmatik insanlarıın partisi olduğunu biliyordu. Onlara gelecek rüyası gördürdü, haya kurdurdu. Siyaset budur. Tabanın Malazgirt’le uzaktan yakından ilgisi yok.

Erdoğan AK Parti’nin neden oy kaybettiğini yeterince değerlendirdi mi?

Yüzde 9 oy kaybının bir kısmını, muhtemelen HDP’ye ve MHP’ye giden oylardır diye gördü ve Kürt politikası bakımından sürdürdüğü anlayış da buna bağlı. Ama ben AK Parti’nin 2002 – 2007 dönemindeki partiden farklı olduğunu, bugün daha içine kapanmış, o büyük taşıyıcı koalisyonu geride bırakmış, çeşitli çıkar gruplarıyla olan ilişkisini koparmış bir parti olduğunu yeteri kadar değerlendirmediği kanısındayım.

“Erdoğan’ı AK Parti’den ayrı düşünmek mümkün değil”

Bazı kesimlerde her konuda Erdoğan’a yönelik çok ciddi bir tepki, hatta bazen nefret, her şeyden Erdoğan’ı sorumlu tutma hali var. Neden?

Bu bizim siyasal kültürümüzle ilgili. Bir siyasal liderin daha fazla öne çıkmasından hazzetmiyoruz. Ayrıca “AKP AKP’yi anlamalı” meselesi yabana atılmamalı. AK Parti’nin kendi tabanı aslında demokratik bilinci yüksek, politika yapma hırsı daha yüksek, çok mobilize, çok hızlı değişen bir taban. Bu insanlar bu kadar büyük ve yukarı doğru bir sosyal hareketlilik içindeyken, kendilerine liderlik eden insanlarla ittifak ederler. Ama onların bir müddet sonra böyle fazla kısıtlayıcı bir baba modeli üretmesi karşısında da ürkerler. Kendi tabanı açısından da böyle bir şey var. Ama tüm yanlış anlamaları önlemek için söyleyeyim, Tayyip Bey’i AK Parti’den ayrı düşünmek mümkün değil.

1 Kasım’a dair tahminleriniz ne?

Türkiye’nin ve partilerin bir seçim atmosferi içine girdiğini kimse söyleyemez. Böyle bir ortamda tahmin yapmak çok zor. Ama çok fazla siyaset yapılan bir ortamda partilerin güç kaybettiği kanısındayım.  Bugün siyaset üretilmiyor, sadece kan ve çatışma üzerinden devam eden bir Kürt hadisesinde insanlar çözüm bekliyor. İki günde 30 kişi ölmüş, siz bunu “Ben savaşacağım, şehitler ölmez, vatan bölünmez” diye daha fazla götüremezsiniz.

1 Kasım’da 7 Haziran ile aynı sonuçlar gelirse, ne olacak? 

Seçimin ertesi günü bütün partiler çıkıp “Biz koalisyona hazırız” diyecekler. Bir kere yaptıkları aptallık ortada. Türkiye’de 7 Haziran sonrası sorunlarını yaratan muhalefettir. Ben 1 Kasım’da AK Parti’nin oylarını arttıracağı kanaatindeyim. Varsayalım yüzde 44 oy aldı ve gene tek başına iktidar olamadı. Bu partiye “sen kenarda dur” mu denecek? O parlamento yönetilemez. Demokrasi böyle bir dışlama rejimi değil. Demokrasi küçük küçük oranların bir araya gelip büyük bir oran oluşturduğu rejimdir. Ayrıca bence 7 Haziran’dan aldıkları dersle partiler koalisyonu belki AK Parti’yle belki de kendi aralarında arayacaklar. MHP artık “Ben AK Parti’yle koalisyon yapmıyorum” demez de diyemez de çünkü bunun temel sebebi, barış süreciydi, o da bitti.

“MHP işlevsiz bir parti”

7 Haziran’dan bugüne MHP’yi nasıl değerlendiriyorsunuz?

MHP’yi Türkiye’de işlevsiz bir parti olarak görüyorum. MHP de ‘hiçbir şeyin partisi’ olduğunu ispat etti, hayır demekten başka bir şey yapmadı. O ne siyaset üretebiliyor ne de yapabiliyor.

Siz 2013’te CHP’deki partiye yerleşmiş ulusalcılarla yenilikçiler denilen kesim arasında cereyan eden yarılma ve çatışmadan söz etmiştiniz. Tahmin ettiğiniz "yarılma" gerçekleşti mi? CHP artık 'yeni' mi?

İşte o onun en büyük çelişkisi. O kadar siyah bir noktadan başladı ki içine ne kadar beyaz atarsanız atın, o siyahın tonu biraz açılsa da tam değişmiyor. 28 Şubat’ın, 2007 Cumhuriyet mitinglerinin partisi CHP, ulusalcıları bünyesine almış bir CHP. Ankara Belediye Başkanlığı’na eski bir MHP’liyi ve Ekmeleddin İhsanoğlu’nu cumhurbaşkanlığına aday gösterdi. İhsanoğlu’nu aday gösteren CHP meclis başkanlığında niye oy vermedi? Bunların tutarlılıkla zerre kadar ilişkisi var mı? CHP değişti mi? Ne diyeyim? CHP o müthiş ulusalcı kesimin bazılarını biraz daha dışarıda bıraktı. Ama daha ötesine geçmedi. Sadece pozisyonel siyaset yapıyor CHP. Bu onun ideolojik dayanaklarının erimesinden kaynaklanıyor. Onun için artık CHP hakkında bir şey yazamıyorum.

7 Haziran’dan bu yana performansını nasıl buluyorsunuz?

7 Haziran öncesi Konya’da Megakent projesi. Türkiye’nin meselesi Konya’nın ortasına Megakent kurmak mı? Seçim kampanyası “alkışlayın gitsin” yanlış bir defa... Alkışlamak olumlamak demektir. 7 Haziran’dan sonra da önce büyük bir çöküş. Meclis başkanlığı seçimini kaybetme, ‘biz o, bu koalisyona girmeyiz’ diye başlama. Seçimi kaybetmiş, önüne iktidar olma fırsatı gelmiş bir partinin bu koalisyonu böyle ön şartlara bağlaması... Ben siyasette başarıyı iktidar olmakla ölçerim. Olabilmişse başarılıdır, olamamışsa başaramamıştır.

Hafta başı Dağlıca ve Iğdır’daki saldırılarda iki günde 30 şehit verildi. Son olayları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Üzerinde durduğum bir kaç husus var. Biri, bölgedeki uluslararası dengelerin değişmesi. İran’ın yeniden uluslararası arenaya çıkması hatta orada başlı başına bir kuvvet odağı olarak bu alana dönmesi hadiseyi geniş ölçüde etkilemiştir. İkincisi, Suriye’yi, Irak’ı, Rusya’yı, DAİŞ’i, PYD’yi, Amerika’yı  yok sayarak bir yere varmak imkânsız. PKK hadisesini bunlardan bağımsız düşünmek çok zor.

Türkiye içi dinamikler açısından durum ne?

Basit bir cevap olarak şu söylenebilir: Cumhurbaşkanı kendi değerlendirmesi içinde, bir barış ortamında HDP’nin ciddi bir sempati topladığını gördü. Bunun aksi bir tabloyla yeniden seçime gitmek istedi. Çözüm sürecinin buzdolabına kaldırılması da bunun bir ürünü. Fakat geçen gün Cumhurbaşkanı “Bu terörist örgüt barış sürecini dağda yığınak yapmak, kendini güçlendirmek için kullanmış” dedi. Demek ki bugünkü hadise sadece seçim odaklı bir hadise değil, bölgedeki oluşumların meydana getirdiği yeni bir pozisyon. Türkiye’nin de PKK’nın da pozisyonu değişti. Suriye eksenli bir tartışmada Türkiye Rusya’yı, İran’ı karşısına alıyor. Batı’yla da Erdoğan’ın bitmeyen bir zıtlaşması var. Bunu bir seçim manevrasından ziyade bölge koşullarının yeniden kabarttığı ve ortaya çıkardığı bir durum olarak görüyorum. Ortadoğu’daki dünya politikası değişti. Acaba çözüm süreci yine de devam ettirilebilir miydi? Belki de bu politikanın uluslararası planda gidecek daha fazla yeri kalmamıştı.

“Bu savaş PKK’nın HDP ve Öcalan ile de savaşı”

Peki ya PKK, HDP, Öcalan?

Bu savaş sadece Türkiye ile PKK arasında değil, PKK ile HDP arasında da cereyan ediyor. PKK şunu gördü, bu savaşı sürdürdüğü süre zarfında HDP güçlenemeyecek. PKK bir şekilde HDP’nin pozisyonunu zayıflatarak üzerindeki ilgiyi, sempatiyi dağıtarak artık onun geriye dönüşsüz bir şekilde kendisine bağlı olmasını ya da kendisinin onu ikame etmesini istiyor. Demek ki Abdullah Öcalan’ın da pozisyonu, HDP ile olan bağı, ilişkisi zayıflayacak. Ya da Öcalan da büsbütün son birliklerini ateş hattına sürecek ve PKK’ya kendi savaşını açacaktır. 

Kendi itibarını ortaya koyacak yani...     

Aynen öyle... İki sene üst üste Nevruz’da okunan mektupların bugün bir geçerliliği var mı? PKK da hükümet de hayır diyor. Üstelik hükümetin pozisyonu, net; PKK silahlarını bıraksın konuşalım. Peki, Öcalan o silahları bıraktırabilecek mi? Bu savaş PKK’nın aynı zamanda HDP ve Öcalan ile de sürdürdüğü bir savaş.

Çözüm sürecinde ip nerede koptu sizce?

Türkiye’de Kürt hadisesinin bütün bu çözüm süreci, Dolmabahçe protokolü, Nevruz açıklamaları içinde nirengi noktası, Erdoğan’ın başkanlığı ve federasyon, vs. yani Kürt yönetiminin Güneydoğu’da kazanacağı yeni hukuki statüydü. Öcalan dedi ki: “Biz Erdoğan’ın başkanlığını destekleriz”. Sonra Demirtaş kürsüye çıkıp “Seni başkan yaptırmayacağız” dedi ve bitti. O zaman HDP’nin pozisyonu Öcalan ve onun üzerinden giden barış pozisyonu mudur yoksa PKK ve Kandil üstünden giden bir savaş pozisyonu mudur? Anlaşılıyor ki hadisenin düğümü orada atıldı veya çözüldü. İpin koptuğu yer orası oldu. Başkanlık sistemi, yeni anayasa, anayasal yurttaşlık kavramı içinde Güneydoğu’nun statüsü de konuşulacaktı. Bunların hiçbirine HDP’nin de Öcalan’ın da gücü yetmedi. Konjonktür bunu çökertti. Bu durum, Türkiye’de iç siyaseti bundan öteye tayin edecek çok önemli bir koşuldur. Yani daha evvel başkanlık üzerinden devam eden bir modelin artık bu koşullarda daha fazla gündeme getirilmesi mümkün değil. Kürt desteğini arkasına alamamış hükümet hangi başkanlık sistemiyle devam edecek?

Sizce 20 yıl sonra Türk siyaseti, sağı nasıl olacak? Yeni bir nesil var, internet, teknoloji, her şey müthiş bir hızla dönüşüyor.

20 yıl sonra Türkiye’deki bu politik bilinçlenme ve teknolojik gelişmenin ürettiği yeni kuşaklar MHP ve CHP türü, bir şey üretmeyen partileri tamamen silip süpürecek. AK Parti ise müthiş politik bir parti. Türkiye’yi 15 senede bütün insanlarıyla politize etti. AK Parti’nin tabanındaki politik insan kitlesi hiçbir partide yok. Eğer Türkiye demokratik bilincini artırabilir ve AK Parti tabanındaki gibi küçük burjuva radikalizmi içinde çok yırtıcı bir biçimde yukarı doğru yükselmeye çalışan kitleleri daha yukarı taşıyabilir ve onların dinamizminden faydalanabilirse, büyük menfaatler sağlar.

“Askerin siyasete müdahil olma ihtimali geride kalmadı”

Askerin siyasete müdahil olma ihtimali tamamen geride kaldı mı?

Asla... Ordu varsa, ordunun yenilgi diye bir kavramı yoktur. Bizim ordumuz var, ordumuzun geleneğinde de askeri darbeler, iktidara müdahil olmalar, el koymalar var.

O gelenek değişmiş olamaz mı?

Çok zor. 1960’lardan bugüne daha geriledi. Ama askerin belli bir kanadının zihninde yeniden iktidara gelmek, en azından iktidarda söz sahibi olarak onu yönlendirmek gibi bir düşüncenin daimiliğine inanırım. Bunu besleyen bir toplumsal, siyasal çekirdek de her zaman mevcut. Bugün bile Akpartiden kurtulmanın tek yolu olarak askeri darbeyi gören okumuş yzmışlar var. Önemli olan, iktidarların da bunu bilip bunun önlemini alıp bu alanı onlara açmamalıdır.
Asker aslında 71’den sonra mağlup edilmişti. Demirel ve Ecevit Faruk Gürler’i cumhurbaşkanı seçtirmedi ve asker önemli ölçüde pasifize edildi. Ama 73 Kıbrıs Barış Harekâtı’yla asker yenide gündeme geldi. Son PKK çatışma olaylarında çok tedirgin olduğum bir hadise bu. “Asker neden operasyon için validen izin alsın, yetki askerin elinde olmalıdır” yorumları başlayınca, oralarda kendine göre fiili sıkıyönetimler ve askeri idareler de başlar.

 

Kaynak: Al Jazeera

HABERE YORUM KAT