1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. Özkökgiller Aklımızla Alay Etmeye Kalkmaktan Vazgeçmeyecekler mi?
Özkökgiller Aklımızla Alay Etmeye Kalkmaktan Vazgeçmeyecekler mi?

Özkökgiller Aklımızla Alay Etmeye Kalkmaktan Vazgeçmeyecekler mi?

Bugünlerin gözde tespiti şöyle: “Dönemin AK Parti hükümeti, 25 Ağustos 2004’teki MGK toplantısında alınan ‘Gülen Cemaati’ne karşı mücadele’ kararını uygulasaydı 15 Temmuz (2016) darbesini yaşamazdık...”

17 Temmuz 2017 Pazartesi 00:30A+A-

2004’teki MGK kararı uygulansaydı 15 Temmuz olmazdı ama...

Alper-Görmüş / Serbesiyet.com

Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) 25 Ağustos 2004 tarihli toplantısında aldığı “Gülen Cemaati’yle mücadele” kararı üzerinde yürütülen tartışmalar durup durup alevleniyor.

Konuya dair ilk büyük tartışma, Mehmet Baransu imzasıyla Taraf’ın manşetinde yer alan “Gülen’i bitirme kararı 2004’te MGK’da alındı” başlıklı haber etrafında döndü. Haber, tam da Cemaat’in Hükümet’le açık kavgaya girmesinin arifesinde, Başbakan Erdoğan’ın “Ne istediniz de vermedik” çıkışının “samimiyetini” sorgulamanın aracı olarak kullanıldı. Cemaat’e yakın yazarlara göre, 2004’teki bu karar aslında AK Parti’nin daha o günlerde Cemaat’in “işini bitirmek” için askerlerle işbirliği yaptığının açık deliliydi.

O kararın yıllar sonra bu şekilde yorumlanmasının bilinçli bir manipülasyondan başka bir şey olmadığını, çünkü, altındaki hükümet imzasına rağmen kararın hiçbir zaman uygulanmadığını geçen Pazartesi Serbestiyet’te yayımlanan AK Parti MGK’nın 2004’teki Cemaat kararını neden uygulamamıştı? başlıklı yazıda el almıştım.

Bu defa iki Hürriyet yazarı

2004’teki MGK kararına dair tartışma, Hürriyet yazarı Sedat Ergin’in yeni bir bilgi vesilesiyle konuya yeniden dönmesi ve bir başka Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök’ün “AK Parti hükümeti o kararı uygulasaydı 15 Temmuz darbesini yaşamazdık” tespitiyle yeniden alevlendi.

Geçen yazıda Özkök’ün açıkça, Ergin’in ise imâ yoluyla vardığı bu sonucun doğru ve hakkaniyetli bir yorum olmadığını, çünkü yorum yaparken 2004 koşullarını hesaba katmadıklarını söylemiş, bugünkü yazıda o koşulları hatırlatıp bunları iki Hürriyet yazarının yorumlarıyla kıyaslayacağımı söylemiştim. Şimdi sıra işin o yanına geldi.

Ömer Dinçer’in Özkök’e gönderdiği mektup

Tartışmayı yeniden alevlendiren ilk yazı Sedat Ergin’den geldi... Ergin, 6 Temmuz’daki yazısında dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün 25 Ağustos 2004’teki MGK toplantısında yaptığı konuşmadan pasajlar yayımlamış, yazısını “Belgelerin, takdimlerin tarih karşısında kazandığı değer, taşıdıkları öngörüler daha sonra meydana gelen olaylarla sınandığında daha net anlaşılıyor” cümlesiyle bitirmişti.

Ertuğrul Özkök, bir sonraki gün Sedat Ergin’in yazısına atıfla tartışmaya katıldı ve dönemin Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer’in 2015’te yayımlanan kitabından bazı alıntılar yaptı. Dinçer kitabında, o kararı bilerek uygulamadıklarını, bunun siyasi sorumluluğunu Başbakan Erdoğan’ın, hukuki sorumluluğunu da kendisinin yüklendiğini anlatıyordu.

Özkök, 8 Temmuz tarihli yazısında da Dinçer’in kendisine gönderdiği mektubu yayımladı. Dinçer mektubunda o kararı neden uygulamadıklarını sekiz maddede anlatıyordu. Beşinci madde şöyleydi:

“O gün alınan MGK kararı AK Parti iktidarına karşı idi. Biz de gereğini yaptık: Bu yapılan Ergenekon planlarına karşı işlemdi.”

Yani tıpkı benim, tartışmanın ilk alevlendiği yıl olan 2014’te ifade ettiğim gibi, o kararın altındaki hükümet üyelerinin imzaları, “Cemaat’i bitirme görünümü altında hükümeti bitirmeye niyetli darbeci generallere karşı hükümetin oyalama taktiği”nden ibaretti ve nitekim o kararlar hiçbir zaman yürürlüğe konmadı.

Şimdi Hürriyet yazarları, o karar uygulansaydı 15 Temmuz darbesi olmazdı derken sanki 2004’te “irticanın odağı” ilan edilip defteri dürülmek istenen parti AK Parti değilmiş gibi, sanki onun defterini dürmek isteyen generaller Cemaat’e karşı AK Parti’yle samimi bir işbirliği yapmak istiyorlarmış gibi davranıyorlar... Her şey gözümüzün önünde oldu, böyle bir şeye inanılabilir mi?

2003-2004’te başka neler olmuştu?

İnanılabilir belki ama bir şartla: O günün koşulları unutulacak ve generallerin AK Parti’yi yıkılması gereken bir güç olarak değil de Cemaat’e karşı mücadele edilecek bir güç olarak gördükleri varsayılacak!

Oysa gelin bakalım 25 Ağustos’taki o MGK kararına kadar neler olmuş? (Burada birkaç başlığı sıralamak ve onları kısaca açmakla yetineceğim, tablonun daha geniş bir versiyonu için 8 Ağustos 2016’da başlayıp altı bölümde toparladığım AK Parti-Cemaat ittifakı: Vur, fakat dinle başlıklı diziye göz atılabilir.)

3 Kasım 2002 (seçim gecesi): AK Parti iktidarına karşı daha ilk aylarında darbe planları yapıldığı ortaya çıktığında pek rağbet gören bir argüman vardı (ki bu argümanı Sedat Ergin ve Ertuğrul Özkök de pek severdi): “Programı bile belli olmayan partiye karşı darbe mi yapılırmış?” Bu kişilerin anlamadıkları, anlamak istemedikleri ya da anlamaz göründükleri şey şuydu: AK Parti, yapıp ettiklerinden ya da yapıp edeceklerinden, yani programından dolayı değil, kimliğinden dolayı devrilmeyi hak ediyordu ve programını beklemeye hiç gerek yoktu!

Dönemin en açık sözlü muhaliflerinden Doğu Perinçek, seçim sonuçlarının ilan edilmesinden sadece birkaç saat sonra çıktığı televizyon programında Türk milletinin gaflete düştüğü için bu sonucun çıktığını ve seçim sonuçlarının meşru olmadığını ilan ediverdi. Perinçek’e göre AK Parti belki ancak üç-beş ay iktidarda kalabilirdi, bu sürenin sonunda kesinlikle “millî kuvvetler” tarafından iktidardan uzaklaştırılacaktı.

Hiç kimsenin bir erken seçimden söz etmediği koşullarda Perinçek neye güvenerek iktidara ancak “üç-beş ay” gibi bir ömür biçiyordu? Bunu yıllar sonra anlayabilecektik: 3 Kasım 2002'den “üç-beş ay” sonrası, tam olarak Birinci Ordu'daki Balyoz semineri günlerine (3-5 Mart 2003) denk geliyordu!

8 Ocak 2003: Aralık 2002’deki Askeri Şûrada kurulun sivil üyeleri, Şûra kararıyla ordudan ihraç edilen askerlerin mahkemeye başvurabileceklerine dair şerh koydular.

8 Ocak'ta generaller Genelkurmay Başkanlığı'nda önde gelen gazetecilere bir resepsiyon verdiler ve “YAŞ şerhleri“ ile “türban” üzerinden “irtica uyarısı”nda bulundular. Bazı gazeteciler, uyarıyı “28 Şubat süreci”ne nazireyle “8 Ocak süreci” olarak tanımladılar.

23 Nisan 2003: “İrtica”nın bir numaralı sembolü “türban”, 23 Nisan'da bu kez TBMM Başkanı Bülent Arınç'ın hazırladığı davetiye nedeniyle gündeme geldi. Arınç, her yıl geleneksel olarak TBMM başkanlarının düzenlediği resepsiyon için hazırlattığı davetiyeyi sadece kendi adına değil, eşi adına da düzenlemişti. Yani Arınç, davetlileri eşi Münevver Arınç'la birlikte karşılayacağını duyurmuştu; tıpkı önceki yıllarda olduğu gibi...

Resepsiyona saatler kala, 22 Nisan 2003 öğle saatlerinde gazetelere ulaşan bir haber yeni bir “devlet krizi”nin de habercisi oldu: Ana Muhalefet Partisi başkanı ve komutanlar, davete icabet etmeyeceklerini duyurmuşlardı. Medya hemen duruma el ve ad koydu: "Resepsiyon krizi..."

Sonunda Bülent Arınç geri adım attı, yeni bir davetiye bastırıldı, eşinin adı davetiyeden çıkartıldı. Hürriyet, varılan kutlu sonucu “23 Nisan duruşu" sürmanşetiyle selamladı.

1 Mayıs 2003: Hürriyet'in verdiği bir haber, “irticaya karşı mücadele”de sadece MGK'nın, sadece generallerin değil, garnizonların, tümen komutanlarının da inisiyatif kullanabildiklerini gösterdi:

“Askerden irtica afişi / Adapazarı'nda konuşlu, 15'inci Kolordu Komutanlığı'na bağlı 1'inci Piyade Tugay Komutanlığı, özel afişler bastırarak irticaya savaş açtı. Milli Güvenlik Dersi'nde öğrencilere görsel olarak da bilgi verilmesi için okullara gönderilen afişlerde, cumhuriyet ve şeriat rejimleri fotoğraflarla karşılaştırıldı.”

30 Mayıs 2003: Cumhuriyet gazetesi, HSYK Başkanvekili Fehmi Ulusoy'un sözlerini haberleştirdi. Ulusoy'un demecine hâkim olan üslup, o yıllarda kaleme alınan Darbe Günlükleri'nde dile getirilen “Biz yıpranıyoruz, biraz da yargı taşın altına elini koysun” çağrısına yargının olumlu bir cevap verdiğinin somut bir örneğini teşkil ediyordu.

Cumhuriyet'in “İrticai kadrolaşmaya geçit yok” ve “irticaya geçit yok” başlıklarıyla sunduğu haber, spotlarda şöyle özetlenmişti:

“Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Başkanvekili Ulusoy 'Cumhuriyetin bekçisiyiz' dedi...” “Bizim dediğimiz olur...”

'''Bakan da müsteşar da kurulda azınlıkta. Etkileri hemen hemen değil, hiç olmaz. Oylamaya katılacaklar, ancak ikisinin oyu yetmez. İkisi muhalif olabilir. İkiye karşı beş oyla bizim dediğimiz olur.'”

29 Ağustos 2003: 30 Ağustos’a doğru, AK Parti’yi bir şekilde “gönderme” heyecanı iyice yükselmişti.

29 Ağustos'ta CHP içinden, tıpkı 28 Şubat'ta olduğu gibi “silahsız kuvvetler”in de “silahlı kuvvetler”in yanında mücadeleye katılması gerektiği yönünde bir çağrı geldi... Çağrının sahibi, 2002 seçimlerinde büyük bir gürültüyle CHP'ye katılan ve milletvekili seçilen Yaşar Nuri Öztürk'tü... Öztürk, Star gazetesindeki köşesinden şöyle yazmıştı:

"Bu ülkenin en seçkin ve yürekli evlatlarından biri olan eski genelkurmay başkanımız Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu, birkaç yıl önce sanki bugünler için konuşmuştu. Demişti ki: 'Sivil güçler ayağa kalkmalı ve bize destek vermeli... Masa tek bacakla ayakta durmaz...'

"Sivil toplum örgütleri dağ başının dumanla kaplandığını, Çetin Doğan Paşa'nın muhteşem tespitiyle 'Havanın kurşun kadar ağır' olduğunu artık fark etmeli. Ve yürüyelim diyerek yola çıkmalıdır."

14 Ocak 2004: Askerler Başbakan’a 35. Maddeyi hatırlatıyor...

Türkiye, AK Parti iktidarını devirmek için harekete geçen silahlı ve silahsız güçler ittifakının seyrini en iyi, 30 Ağustos’ta Deniz Kuvvetleri Komutanı olan Oramiral Özden Örnek’in günlüklerinden öğrendi.

Son hatırlatma da günlüklerin Ocak 2004 bölümünde yer alan, askerlerin, Başbakan Erdoğan’a İç Hizmet Kanunu’nun 35. Maddesini hatırlattığı notlar olsun...

14 Ocak 2004’te Genelkurmay Başkanlığı’nda yapılan toplantıya Genelkurmay Başkanı, Genelkurmay İkinci Başkanı, dört kuvvet komutanı, Başbakan ve Milli Savunma Bakanı olmak üzere sekiz kişi katılmıştı. Espriyle karışık “TRT bildirisi” hazırlığını gerektirecek kadar ciddi bir toplantı olarak tasarlanan 14 Ocak toplantısının notlarını ilk okuduğumda, o günlerde Başbakan'ın yakınındaki siyasetçilere söylediği ve benim de bir gazeteci olarak kulağıma gelen “durum, bildiğiniz gibi değil; bilseniz ürkerdiniz” şeklindeki sözler gelmişti aklıma... Toplantıda, askerlerin “değiştim diyorsun ama bunu bize ispat etmelisin” havasında Başbakan'ı sigaya çekme çabasında oldukları açıkça belli oluyordu (“23 Ağustos 2001’de ifade ettiğiniz değişimin ne derece gerçeği yansıttığını değerlendirmek istiyoruz”). Ayrıca kendisine TSK İç Hizmet Kanunu'nun meşhur 35. maddesi dahi hatırlatılıyordu (“Bildiğiniz gibi TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. Maddesi, ‘Silahlı Kuvvetler’in vazifesi; Türk yurdunu ve anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır’ hükmünü amirdir”).

O Türkiye’de Cemaat’e karşı asker-AK Parti ittifakı?

2003’lerin, 2004’lerin Türkiye’si işte böyle bir Türkiye’ydi... Bu Türkiye, askerlerin Gülen Cemaati’ne karşı mücadelede AK Parti’yi ittifak edilecek bir güç olarak gördüğü bir ülkeye benziyor mu? Elbette benzemiyor, çünkü AK Parti “irticanın odağı”ydı ve öncelikle onun hal edilmesi gerekiyordu; nitekim birkaç yıl sonra kapatma davası gelecekti.

Sonuç olarak şöyle diyebiliriz: 2003’ün, 2004’ün koşullarının üzerinden atlayarak, “AK Parti 2004’teki MGK kararını uygulasaydı 15 Temmuz darbesi olmazdı” denebilir ama, bunun bir kıymet-i harbiyesi olmaz.

HABERE YORUM KAT

4 Yorum