1. HABERLER

  2. KİTAP

  3. Ölü Serçe Dönemeci
Ölü Serçe Dönemeci

Ölü Serçe Dönemeci

Ayşegül Genç’in “Ölü Serçe Dönemeci” Kitabını Süleyman Ceran, Haksöz Haber için değerlendirdi.

07 Nisan 2014 Pazartesi 23:21A+A-

Süleyman Ceran / HAKSÖZ HABER

“Yaşlılar her genç için sorulmuş bir sorudur.” Cümlesinin hemen ertesinde Sümeyye annemizin anlatılmasına mı vuruldum romana ilkin; yoksa yazarın Tayland’ı bilip de Patani’yi bilmeyenlerin yüzüne kedi fırlatmak isteyecek kadar ümmetçi olduğunu gördüğüm için mi, bilmiyorum.

İslami hassasiyetini kaliteli bir dil işçiliği ile birleştirerek iyi bir roman yazılabileceğinin ilk göstergelerinden biri olduğunu düşündüğümüz bir eser  “Ölü Serçe Dönemeci”. Bir araya gelen/gelmek isteyen/gelemeyen halkaların hikâyesi aynı zamanda. Ümmeti inşa eden bireylerin yenilgileri, zaferleri, acıları, kayıpları ve umutları üzerine kurgulanmış, Okur Kitaplığı’nın titiz kapaklarından biriyle sunulmuş “genç” bir roman ile baş başayız.

MASABAŞI OKUMASI

Bir tarafta işkenceciliği sindiremediği için askerlikten atılan ve sonrasında marangozluğa başlayan Ahmet, diğer tarafta İslami kimliğinden ötürü cezaevine yollanan Murat ve işkence altında can verecek olan zavallı eşi Filiz. Annesinin katillerinden intikam almak isteyen, türlü hesaplar yapan naif ve zarif Şüheda. Ablasının okuması için farkında olarak/olmayarak annesinin katilinin yanında işe başlayan Abdurrahman. İşkenceci kocası İskender’den sürekli dayak yiyen ve hayatta iken ölüm düşünceleriyle beslenen Asuman. Tüm yaşananların paralelinde ilerleyen katilin kızı ile maktulün oğlu arasında bir metafora evrilen aşk.

Orijinal karakterler akıcı bir hikâye örgüsünün içerisine serpiştirilerek akışkanlık sağlanmış. Ara başlıklar okumayı kolaylaştırırken, aynı zamanda okuru iyi bir şeylerin beklediğini müjdeler gibi seyrediyor. İmler, izlekler, analizler, eleştiriler dikkate ve düşünmeye değer bir metin ortaya çıkarmış. Dil müthiş. Edebiyat zirve yapmış adeta. Ama az sayıdaki zaaflarına da değinmeden geçmeyelim.

Hatırlıyorum da üniversite yıllarımda yurdun yemekhanesinde sıraya girdiğimiz vakitler, aşçı elinde tuttuğu içi sos dolu büyük sürahiyi ara ara türlünün, fasulyenin, tavuğun, nohudun üzerine dökerek takviye yapar sonra da tabldotları doldurmaya devam ederdi. Yemekler birbirinden tamamen farklı olmasına rağmen birbirine benzer tadlar alırdık. Yazar da farklı karakterlere, aynı sesle can vererek benzer bir yanılgıya düşmüş sanki. Mesela, “Bana göre sevmek parçalı bulutlu bir eylemdir” (s. 20) diyen kişi Marangoz olsa da aynı cümleyi Şüheda, Abdurrahman yahut Asuman kurmuş olabilir. Benzer bir örnek romanın başka bir yerinde Abdurrahman’a cümlesinde de görünüyor: “Yokluktan varlığa geçerken uçakların motorlarına çarpıp parçalara ayrılan kuşlar gibi dağıldım.” (s. 22) Sonraki sayfalarda Asuman derinden konuşur: “Kader denilen kumaş topu cümle perdeleri yırtıp, pencereleri kendi kumaşı ile tıkayabilir.” (s. 37) İlerleyen bölümlerde Murat sazı alır: “Ve en nihayetinde bir ters iki düz seyreden ilişkimizi tamamen terse bağlayarak bir “haroşa” kıvraklığında beni ter etmiş, akabinde elinde küçük bir bavulla kapımda belirerek ayrılık acısını ters köşeye yatırmıştı.” (s. 70) İskender meydan okur: “Bu yüzden kanımızı yürüteceğimiz güçlülere, gücümüzü yürüteceğimiz güçsüzlere, güçsüzlerin yalvarışını göstererek büyüklüğümüzü ispat edeceğimiz seyircilere ihtiyacımız vardı… Bu yüzden dizleri kırılmış bir at gibi soluyorum.” Özgünlük adeta es geçilmiş romanda. Herkes edebiyat yapıyor. Hepsinin dağarcığı ciğerleri kadar geniş. Zahmet verilmiş, uğraşılmış edebi cümlelerin kalitesine diyecek yok. İnsan sormadan edemiyor, konuşma zaafları olan, kendini ifade etmede yetersiz kimse neden yok yahut farklı dil kullanan? Karakterler farklı ama üslupları aralarına karbon kâğıtları konularak yazılmış gibi. Aynı durum Murat Menteş’in romanlarında da söz konusu. 100 yaşındaki adamla torunu yaşındaki kişinin aynı sözlükten yahut aforizmalar âleminden çıkmış gibi konuşması garip değil mi?

Yalnızca bunlar değil elbette. Romandaki kadın karakterlerin tamamının sütten çıkmış ak kaşık muamelesi görmesi erkeklerin ise kriminal bir ilgiyle karşılanmaları hiç hayra alamet değil. Başka garip bir durum ise, işkenceci Marangoz’a layık görülen hidayet, radikal düşüncelere sahip olan Murat’tan esirgenmesidir. Bir dava uğruna hatalar yapan Murat romanın en çekilmez karakterine bürünürken katil Marangoz’a yahut işkenceci/dayakçı koca İskender’e acır oluşumuz, anlayışla yaklaşmamız tarafgir bir tutumun izlenimi uyandırır. Tabii bunların dışında kurguda da biraz sıkıntı var. Karakter geçişleri yer yer karışıyor; okur olarak kim kimdi, kim kimin nesiydi sorusunun cevabı bulanıklaşabiliyor. Okurken not kâğıdı tutarak karakter ağacı yapmak gerekebiliyor.

SAHA OKUMASI

İlkin kuzeyde, yüksek rakımlı bir kentte okudum romanı. Yayınlanır yayınlanmaz elimde bulduğum romanın başkalığı dikkatimden kaçmamıştı. Yer yer kafama takılanlar çoğalınca ikinci okumayı güneyde yapmaya karar verdim. Bayağı bir güneye inmişim ki kendimi Bingazi’de buldum. Çölle deniz arasında bir vahada. Önceki seferlerimde İtalo Calvino yahut Muhammed Esed varken bu yolculukta bana eşlik eden tek kitap Ölü Serçe Dönemeci oldu.

Çölden tüm gücüyle şehre doğru savrulan kum fırtınası altında kalınca Murat ve Filiz’in ile Abdurrahman ve Sema’nın hallerini düşünmeden edemedim. Televizyonlarda ölüm görüntüleri yayınlanan Kaddafi’nin, fırına atılıp yakıldığını, küllerinin denize savrulduğunu öğrendiğimde Şüheda’ya yepyeni intikam çeşitleri söyleme isteğimin belirdiğini de itiraf etmeliyim. Bingazi’den Trablus’a uçarken çantamda değil ellerimin arsındaydı kitap. Okudum. Çölün üzerinden geçtiğimiz dakikalar boyunca altını çizdiğim cümlelerin üzerinde tekrar tekrar düşündüm. Trablus’ta, dünyanın en gelişmiş işkence üslerinden biri olan Ebu Selim Cezaevi’nin yüksek ve korunaklı duvarlarından içeri girdiğimde yutkunup kaldım. Bin üç yüze yakın müslümanı havalandırma alanında üzerlerine kibrit suyu dökerek yakarak öldüren iradeyi, kalanların da penceresiz işkence odalarında yaşadıklarının izlerini görünce Ahmet’in ve İskender’in Filiz’e yaptıkları canlandı gözümde. Ailelerin yıllar boyu yakınlarının yaşadığını düşünerek cezaevine yiyecek, fanila ve para gönderdiğini söylediklerinde gözlerime kan oturdu sandım. Iraklı Nur’un Ebu Gureyb mektubunun tamamını romanına alıp, bizi utanç halemizle baş başa bırakan yazarın anlatmaya çalıştıklarını sıcağı sıcağına hissettim. Tüylerim diken dikendi hücre kapılarının önünde. Çığlık seslerini duyacağımdan korktum. Küresel İntifada’nın bir ucundan tutan bu onurlu insanların vakarını utanarak, mahcup izledim. Tüm bunlar karşısında Ölü Serçe Dönemeci’nin içinde olduğu çantamı sıkıca kavradığımı hatırlıyorum.

Dünya gözüyle yaşayan en büyük mücahitlerden olan Abdulhakim Belhaç’ı gördüm sonra, dinledim, tokalaştım. Libya’daki 17 Şubat Devrimi’nin komutanı, Suriyeli direnişçilerin bir numaralı silah tedarikçisi. Yıllarca CIA elinde sonrasında Kaddafi’nin zindanlarında işkencenin her çeşidine maruz kalmış bir lider. O mu eksik dedim kitapta. Gerçi Afiye Sıddıki, Leyla Halid var, olsun dedim sonra. Zeynep Gazali var. Şule Yüksel Şenler ablamız bile var. Bu isimler Türkiye’de hangi romana misafir oldu ki? Gençlerin ne kadar haberi var bu yaşananlardan? Dahası Ömer Karaoğlu’nun Gün Batıdan Doğmadan’da söylediği “Aman efendim aman, galiba ahir zaman/Manzarası yurdumun Tufan gölünden yaman” ezgisini hangi romanda görebilirsiniz ki?

Masa başında değil sahada okunduğunda sahiciliği anlaşılan, anlatacak hikâyesi, söyleyecek sözü, içecek suyu, demlenilecek gölgesi olan, yüzünü hayata dönmüş bir eserle bunları hatırlattı bize Ayşegül Genç.

HABERE YORUM KAT

2 Yorum