1. YAZARLAR

  2. Nihat Bulut

  3. Yükselen Kurlar Zaviyesinden Ekonomiye İlişkin Bir Değerlendirme

Yükselen Kurlar Zaviyesinden Ekonomiye İlişkin Bir Değerlendirme

Haziran 2018A+A-

Kurların hızlı bir şekilde artışı ve artışın devam ediyor olması (bu yazı yazılırken böyleydi) insanların zihninde ekonominin geleceğine ilişkin soru işaretlerini çoğaltıyor. Uyguladığımız neoliberal ekonomi politikalarının içinde bir anlam aramak yerine insanlar bu gelişmeleri hükümetin de çokça dillendirdiği ve böylece masumiyetine ikna ettiği ‘dış güçlerin ülkemize yeni bir saldırısı’ olarak görme eğilimindeler.

Kurların hızlı yükselişi ve ekonomi yönetiminin yükselişi engelleyememesi her zaman ekonomik sıkıntı/krizin varlığının en büyük göstergesi olarak görülmüştür.

Kurlar Neden Yükseliyor?

Dünya ekonomileri kabaca üçe ayrılıyor: Gelişmiş ekonomiler, gelişmekte olan ekonomiler ve gelişmemiş/az gelişmiş ekonomiler. ABD, Avrupa ülkeleri gelişmiş ülkeler kategorisine giriyor. Türkiye ise gelişmekte olan ülkeler kategorisinde yer alıyor. Gelişmiş ekonomilerdeki para (likidite deniliyor) kendi ekonomilerindeki kazançlar düşük olduğu için riskli de olsa (risk arttıkça getiri artıyor) gelişmekte olan ekonomilerdeki yüksek getirilere odaklanıyor ve oralara kayıyor. Likiditenin gelişmekte olan ekonomilere akışı kendi ülkelerindeki zayıf kazançlardan ve daha çok kazanma hırsından kaynaklanıyor. Ancak risk çok arttığında veya algıları/beklentileri bozulduğunda para akışı geriye dönüyor. Girişleri ekonomi yönetimi açısından sevindirici olan, kurları düşürücü etki yapan bu paraların çıkışları can yakıcı oluyor, kurları yükseltiyor. Para çıkışı, şeklen TL varlıklardan çıkılması, TL varlıkların satılması yoluyla gerçekleşiyor. TL varlık dediğimizde bizatihi paranın kendisini, TL cinsinden bono/tahvil ve hisseleri vb. kastediyoruz. TL varlıkların satılarak döviz alınması dövize talebi artırdığı için kurlar yükseliyor.

Peki, TL varlıklar neden satılıyor, elden çıkartılmaya çalışılıyor?

Bunun büyük kısmı beklenti/algı ile ilgili. Gelecekte Türkiye ekonomisinin daha çok sorun yaşayacağı, para politikası enstrümanlarını kullanıcıların da enstrümanları kullanacak bağımsızlıktan yoksun olduğu düşünülüyor. Yani TCMB’nin, güçlü cumhurbaşkanı karşısında, onun bilim olarak ekonomideki genel kabul görmüş tezlere muhalif görüşleri karşısında yeterli bağımsız politika oluşturamayacağı düşünülüyor. Bu çerçevede faizlerin artırılamayacağı, faizlerin düşük olduğu, risk priminin yüksek olduğu noktada paralarını risk etmenin anlamsız olduğu düşünülüyor. Mayıs ayı içerisinde Cumhurbaşkanı’nın Londra seyahatinde para babalarına yönelik konuşmasında ve 14 Mayıs’ta İngiltere Bloomberg TV’deki röportajında faiz-enflasyon ilişkisine ilişkin açıklamaları ve Merkez Bankasının bağımsızlığına yönelik açıklamaları adamların kafalarındaki soru işaretlerini gidermek yerine daha da çoğaltmış görünüyor. (www.bloomberg.com/news/articles/2018-05-18/why-investors-have-become-skittish-about-turkey)

Kendi içinde yeterli tasarrufu olmayan, ekonomik aktiviteleri ve büyümeyi finanse edecek kaynak temini için dış fonlara ihtiyacı olan ülkemiz ekonomisi bu nedenlerle yabancı likidite sahiplerinin davranışları karşısında yara alıyor.

Kur Artışının Sonuçları

Kurların yükselmesi yurtdışından sağlanan ürünlerin maliyetlerini yükseltiyor. Bu haliyle ithalatı azaltıcı, cari açığı azaltıcı bir etki yaptığı düşünülebilir. Ancak petrol ve türevleri gibi zorunlu girdilerin maliyetleri de yükseldiğinden enflasyon yükseliyor. Yaygın bilgi olarak kurlardaki her % 10’luk artış kalıcı olduğunda enflasyonda yaklaşık % 1,5– 2’lik bir artışı getiriyor. Gelirlerimizin TL olduğunu dikkate aldığımızda reel olarak gelirlerimiz azalmış başka bir ifade ile oransal olarak fakirleşmiş oluyoruz.

Kur artışının bir de döviz kredisi kullananlar, döviz borcu olanlar açısından ifade ettiği anlam var. Döviz borcu olan şirketlerin borçları da bir anda kur artışı nedeniyle yükselmiş oluyor. 100 TL karşılığı döviz borcu olan şirketin borcu son bir aylık kur artışı nedeniyle 120 TL’ye ulaşıveriyor. Eğer kurlar bu seviyede kalıcı olursa birçok şirketin sıkıntı yaşayacağı aşikâr. Şirketlerin sıkıntı yaşaması ise bankalara olan borçların ödenmemesi, bankaların, alacakları ile ilgili sorun yaşaması ise topyekûn ekonominin sorun yaşaması anlamına gelebilecektir. Bankalar için, “Geçtiğimiz yıllarda zaten çok kazandılar biraz da zarar yazsınlar.” yaklaşımı ideolojik ve psikolojik olarak bizlere yürek soğutucu gelse de makro ekonomik etmenler üzerinden hepimizi etkileyecek boyutları olması nedeniyle maalesef olumlu değerlendirilemiyor.

Yaşadığımız, TL’nin devalüe (değer kaybı) olmasıdır, bir devalüasyondur. Ülkemiz geçmişte de çok devalüasyonlar yaşadı. Ancak o zamanlar döviz borcunun çoğu devlete ait idi. Geldiğimiz noktada bu durum tersine dönmüş durumda. Döviz borcunun çoğunluğu artık şirketlere ait. Bu durum ise devalüasyonun tahrip gücünü artırabilir.

Biraz geç kalınmış olsa da ekonomi yönetimi geçtiğimiz ay uygulamaya aldığı yeni düzenleme ile döviz kredisi kullanımını ciddi anlamda kısıtladı. Döviz geliri olmayanların döviz kredisi kullanımı yasaklandı. İlerisi için olumlu adım olsa da güncel sorunlar için çok anlam ifade etmeyecektir.

Kurların artışı tabiki sadece ülkemizde olmuyor. Gelişmekte olan ülkelerin hemen hemen hepsinde yaşandı, yaşanıyor. Ancak bizdeki artış epey bir süredir neredeyse hepsinden daha yüksek seyrediyor.

Geldiğimiz noktada maalesef çok seçenek kalmıyor. Ya kurların bu seviyede kalması kabullenilecek ve yaralar zaman içinde sarılacak. Bu arada ülkenin önde gelen şirketleri kredi borçlarını ödeyemedikleri için yeniden yapılandırma isteyecekler, borçların vadeleri uzatılacak, ertelenecek, bir anlamda günü kurtaracaklar, Ülker ve Doğuş Grubu gibi. Ve yeni vadelerde ödenebilir bir kur oluşmasını bekleyecekler. -Bu arada şunu da ifade edelim: Ülker ve Doğuş Grubu sorunun adını koyan ve ona göre adım atan gruplar. Benzer durumda olan çok sayıda başka şirket de mevcut.- Veya yabancı para babaları için TL yatırım yapılabilir cazip bir paraya dönüştürülecek.

TL’yi cazip hale getirmek için ilk bakışta elde birkaç yöntem bulunuyor:

Birincisi ve en önemlisi; makro ekonomik verileri düzeltmek, büyümeyi hızlandırmak vb. Maalesef bu, yazıldığı kadar kolay olmuyor. Geçtiğimiz yıl ekonomi yönetimi Kredi Garanti Fonu kapsamında bankalara hazinenin garantörlüğü altında kredi kullandırılmasını teşvik etti. Bu sayede 240 milyar TL’ye varan tutarda kredi kullandırıldı. Bunun hızı ve ivmesi ile 2017 yılı büyümesi 7,4 olarak açıklandı. Bunun, KGF destekli kredi kullandırımının ilerleyen yıllarda da devam edeceği açıklandı. 2018 yılı içinde de 140 milyar TL civarında bir kredi kullandırılması öngörülüyor. Bu büyüme rakamlarına rağmen istenen etki maalesef oluşturulamıyor.

İkincisi; faizleri artırmak. Faizler arttığında gelen para doğal olarak daha çok getiri elde etmiş oluyor. Ancak buradaki temel problem Merkez Bankası faizleri artırma bağımsızlığına teorik olarak sahip olmakla birlikte pratikte maalesef çok bağımsız davranamıyor. Temel sebebi de Cumhurbaşkanı’nın her fırsatta ifade ettiği faizlerin artırılmasına olan karşıtlığı. Faizler artırıldığında yatırımların gerileyeceğini düşünüyor. Ancak politika düzeyinde artırılamayan faizler maalesef piyasalarda farklı şekillerde yine de artıyor. Politika faizini artıramayan TCMB, geç likidite penceresini (GLP) artırarak yoluna devam ediyor. Aslında söylem düzeyinde artmayan faizler çoktan artmış oluyor. Böylece hem kurlar artıyor hem faizler. Söylem düzeyinde faiz karşıtlığı maalesef pratikte böyle bir sonuç doğuruyor. 23 Mayıs günü kurlar çok yükselip USD kuru 4,92 TL’ye kadar çıktığında, artık rahatsızlık ayyuka çıktığında TCMB para politikası kurulu acil olarak toplandı ve yine GLP üzerinden %3’lük bir faiz artışı yaptı. Bu artış ile piyasalarda zaten var olan faiz oranı yakalanmış oldu. İşlerin ciddi boyutta sıkıntıya gittiği görülmüş olsa gerek, hem Cumhurbaşkanı hem Başbakan hem de Ekonomi Bakanı durum neyi gerektiriyorsa yapacaklarını ifade ettiler. Özellikle Cumhurbaşkanı serbest piyasa koşul ve kurallarına uygun davranacaklarını açıklayarak piyasalara bekledikleri mesajı verdi. Ancak bu artışın geç kalmış olması, çok dağınık faiz yapısının olması, politika faizinin sabit tutulması gibi nedenlerle etkisi sınırlı oldu. Bu arada en kötü senaryonun gerçekleşmiş ve faiz artışının da kurları durduramadığı bir durum oluşmuş olma ihtimalini dışlayarak bunları ifade ediyorum. Eğer böyle bir durum oluştuysa zaten çok ciddi sıkıntılar kapıda demektir. Durumun böyle olup olmadığını zaman gösterecek.

Üçüncüsü; ülkenin bir süre aleyhine de olsa, kurları yükseltmek. (Bir malın fiyatını çok düşürdüğünüzde insanların alması için yeterli neden oluşmuş olabilir.) Bu konjonktürde muhtemelen kurların yeteri kadar yükseldiğini düşünen para babaları yüksek kurdan dövizlerini bozarak TL varlıklara yatırım yapacaklar. Böylece hem kurlar düşecek hem de onlar daha çok kazanacaklar.

Dördüncüsü; küresel hegemonik güçlerle anlaşmak. Daha önceden bunun örnekliğini yaşamış bulunuyoruz. Bu güçlerle anlaştığınızda birden yükselen yıldız olabiliyorsunuz. Size ilişkin ekonomi düşün/yazın piyasasında hep olumlu şeyler yazılıp çiziliyor. Peş peşe kredi notunuz artıyor ve ciddi tutarlarda fon girişi oluyor ülkenize. Ancak bunun da tabiki bağımsız politika izleme özerkliğinizin ortadan kalkması gibi bazı ciddi maliyetleri oluyor.

Geldiğimiz nokta maalesef iyi bir nokta değil. Liberal ekonomi politikaları uyguluyorsanız ve kurallar kurların düşürülmesi için faizin artırılmasını gerekli kılıyorsa siz de kurların geldiği seviyeden rahatsızsanız faizleri gerektiği zaman artırmak zorundasınız. Ancak gecikirseniz faiz artışı da bir anlam ifade etmeyebilir, faizleri artırsanız bile kurlardaki düşüş geçici olabilir. Eğer böyle bir durum oluşursa zaten son kurşun da tüketilmiş olacaktır. Belirttiğimiz gibi GLP’de % 3’lük artış sonunda olan bu değildir diye temenni ediyoruz.

Sonuç olarak geçtiğimiz 10–15 yılda ülkede ekonomik anlamda elde ettiğimiz gelişmelerin büyük kısmını yabancı fonlarla finanse ettiğimiz için kısmi bir bağımlılık oluşmuş durumda. Onların istediğini vermeyince maalesef böyle sıkıntılı durumlar oluşturabiliyorlar. İlerde de hep aynı şeyleri yaşamak istemiyorsak, yapısal çözümler üretebilmeli ve bağımlılığı ortadan kaldırabilmeliyiz.

Not:

Bu yazı oluştuktan sonra konumuz ile ilgili önemli bir gelişme yaşandı. TCMB, GLP’deki artıştan sonra asıl önemli adımını attı ve 7 Haziran’da yapması beklenen sadeleştirme kararını alarak 1 Haziran itibariyle uygulamaya koyacağını açıkladı. İçinde farklı oranlar barındıran politika faizi, gecelik, haftalık repo faizleri, borç alma borç verme faizleri vb içeren çeşitli ve dağınık faiz yapısını sadeleştireceğini açıkladı. % 7–8’lerde dolaşan buralardaki faiz oranlarını ve özellikle önemli olan politika faizini % 16,5’a çıkartmış oldu. GLP’yi ise eskiden de olduğu gibi likidite sıkıntısı yaşayan bankalara geçici ve pahalı bir çözüm olarak uygulayageldiği bir enstrüman olarak tekrar eski yerine konumlandırdı. Akabinde TCMB yetkilileri Mehmet Şimşek ile birlikte finans dünyasının kalbinin attığı Londra’ya bir iş gezisi düzenlediler. Orada çok muhtemel ki piyasa koşullarına, liberal ekonomi kurum ve kurallarına bağlı olduklarını ve ne gerekiyorsa yapacaklarını, artık Cumhurbaşkanı’nın da muhalefetinin olmadığını, TCMB’nin bağımsızlığını ispat ettiğini söyleyecekler. Tüm bunlardan dolayı döviz kurları düşmeye başladı. Ülkemiz, verilen faizden enflasyon oranını düştüğümüzde elde ettiğimiz reel faiz sıralamasında gelişmekte olan ekonomiler arasında Arjantin’den sonra dünya ikinciliğine yükseldi. Bu süreçte TCMB’nin geç müdahalesi, hem faizleri daha çok artırmak zorunda kalması hem de kurların daha yukarda bir yerlerde stabilize olması ile sonuçlanmış oldu. Neden maliyeti yüksek çözümler uygulanıyor anlamak mümkün değil. Üstelik ne ilkesel bir duruş var ne de pragmatik bir duruş.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR