1. YAZARLAR

  2. Ahmet Varol

  3. Yol Haritası Planı

Yol Haritası Planı

Haziran 2003A+A-

Giriş

Filistin toprakları üzerindeki Siyonist işgalin temeli, savaş ve şiddete dayanır. Her şeyden önce, Siyonistlerin bu topraklarda devlet kurma emellerinin önünün açılmasını amaçlayan plan ve projenin uygulamaya geçirilmesi savaşla başlamıştır. Sykes-Picot Anlaşması'yla ve Balfour Deklarasyonu ile şekillenen bu planın uygulamaya geçirilmesi için İngilizler bu toprakları savaş ve askeri şiddet yoluyla işgal etmişlerdir. İşgal sonrasında Siyonistler Filistin topraklarının asıl sahiplerini şiddet yoluyla mağdur edebilmek için çeşitli terör örgütleri kurmuş ve bu örgütler vasıtasıyla muhtelif şiddet eylemlerine başvurmuşlardır. Bu örgütlerin bir devlete dönüşmeleri sürecinde de 1948 Savaşı olarak tarihe geçen kapsamlı bir savaş yaşanmıştır. Sonraki dönemlerde Siyonistlerin yine yayılmacı planlarının uygulamaya geçirilebilmesi için sürekli savaş ve şiddet metoduna başvurulmuştur. Bu yüzdendir ki İsrail işgal devleti 55 yıllık kısa tarihine altı büyük savaşı sığdırabilmiştir. Cinayetleri, baskınları ve devlet terörü kavramının kapsamına girecek şiddet olaylarını da dahil ettiğimiz zaman, bu devletin tarihinde ortalama her güne birden fazla cinayet ve şiddet olayı düştüğünü görürüz. İsrail şiddeti sadece savaşlardan ve cinayetlerden ibaret değildir. Bunların yanı sıra ev yıkımları, baskınlar, tutuklamalar, arazi gaspları ve tahripleri, sivil teröristlerin şiddet eylemleri gerçekleştirmeleri için imkan sağlanması ya da onların teşvik edilmesi vs. gibi pek çok şiddet metodu bulabilirsiniz. Bir örnek olarak Filistin'in 1967'de işgal edilmiş bölgelerinde yaşayan Filistinlilerin üçte birinin hayatlarında en az bir kere İsrail zindanlarına girdiklerini hatırlatırsak, Filistinlilere uygulanan şiddetin boyutları hakkında fikir edinebiliriz. Bundan dolayıdır ki İsrail kurulduğundan beri sürekli savaşlarıyla ve şiddet eylemleriyle gündeme gelmiştir. Fakat ilginçtir ki zaman zaman bu terör ve saldırganlığın dünya kamuoyunda oluşturduğu kötü imajın değiştirilmesi ve gayri meşru işgallerin, gaspların meşrulaştırılması için "barış" süreçleri başlatılmaktadır. Bu yolla en başta siyah yüzlere beyaz bir örtü çekilmesi suretiyle kitlelerin yanıltılması, kamuoyunda oluşan intibaın değiştirilmesi amaçlanıyor. İkinci olarak da bir "meşrulaştırma" politikası güdülmek isteniyor. Fakat bu politikada çok bariz bir yanıltma yapılmaktadır. Tabii bu yanıltmanın başarılı olmasının sebebi İsrail'in arkasında duran çağdaş emperyalizmin sürekli onun yanında ve lehinde tutum sergilemesi, emperyalizme hizmet eden medya organlarının da bu amaç için kullanılmasıdır. Bu yolla, İsrail'in uyguladığı şiddet tamamen unutturulup onun barış yanlısı, uzlaşmacı olduğu, buna karşılık Filistin tarafının problem çıkardığı, uzlaşmaya yanaşmadığı kanaatinin yerleştirilmesine  çalışılıyor. Oysa yapılması istenen bir barış değil, İsrail'in "barış süreci" olarak adlandırılan sürece kadar gerçekleştirdiklerinin unutturulmasının, gasp ettiklerinin büyük bir kısmının elinde kalmasının ve Filistinlilerin de buna razı olmalarının sağlanmasıdır. Yani İsrail her iki "barış süreci" arasında işgal, gasp ve yayılmacılık alanında belli bir ilerleme kaydediyor. Sonra başlatılan barış süreciyle sadece aldıklarının yüzde yirmi - otuz civarında bir kısmını iade ediyor. Bu iade karşılığında da elinde kalanların kendisine ait olduğunun tescil edilmesini dolayısıyla bunlar üzerindeki gayri meşru hakimiyetinin meşrulaştırılmasını şart koşuyor. Öte taraftan kendisinin bu gasp ve işgali gerçekleştirmek için başvurduğu tüm şiddet uygulamalarının da unutturulması, hakkında oluşan kötü imajın değiştirilmesi için bütün basın yayın organlarının seferber edilmesini sağlıyor. Böylece kazanan sadece kendisi oluyor. Böyle olmakla birlikte kendisini fedakarlık eden, Filistin tarafını ise uzlaşmaya yanaşmadıklarından dolayı hak ettiklerinden daha fazlasını alan taraf olarak göstermeye çalışıyor. Emperyalizmin çıkarlarına hizmet eden medya organlarının tümünü de kendi amaçları doğrultusunda kullandığından bunu büyük ölçüde başarıyor.

Son dönemde de 'Yol Haritası' adıyla yeni bir plan gündeme geldi. Planın önemli bir "barış" planı olduğu intibaı veriliyor ve bu planın kabul edilmesinin her iki tarafın da lehine olacağı sık sık vurgulanıyor. Oysa bu plan Filistinlilere karşı yeni bir kapandır. Ancak Filistinliler her taraftan kuşatmaya alınmış olmanın sıkıntısı içindeler. Amerikan emperyalizminin Irak topraklarını işgal etmesi sebebiyle oluşan hava Filistinlilere büyük zarar verdi. Irak'taki kötü sonuçtan, Irak halkından sonra en çok Filistin halkı zarar gördü. Bunun yanı sıra oluşturulan olumsuz şartlar Filistin halkını ve direnişini zorlamaktadır. 'Yol Haritası' planı ise medya organları vasıtasıyla allandırılıp ballandırılarak kitlelere kabul ettirilmeye çalışılıyor. Bu planın bütün boyutlarını incelediğiniz zaman nasıl bir oyun olduğunu göreceksiniz. Biz de planı bütün boyutlarıyla ve gerçekleştirmek istediği amaçları yönünden gözler önüne sermek ve arka planda duran niyetlere dikkat çekmek istiyoruz.

Irak'tan Sonra Filistin

Amerika'nın Irak'ı işgalinin değişik amaçları vardı. Petrol kaynaklarına el konulması bunlardan sadece bir tanesiydi. Fakat savaşla ilgili tahlillerde genellikle bu amaç üzerinde duruldu. Amerika'nın emperyalist emellerinin tanıtılması ve bu emellerine ulaşmak için şiddeti, devlet terörünü bir metot olarak kullandığına dikkat çekilmesi için bu amaca özellikle vurgu yapılması yerindedir. Ancak bu amacın öne çıkarılması diğer amaçların gölgede kalmasına sebep olmamalı. Diğer amaçlarından biri İsrail işgal devletinin geleceğinin garantiye alınması ve bu devlete yönelebilecek tüm tehlikelerin ortadan kaldırılmasıdır. Bunun için sadece Saddam rejiminin tasfiye edilmesi yeterli değildi. Bunun yanı sıra Filistin direnişine lojistik destek verebilecek tüm ülkelerin kontrol altına alınması, mağdur durumdaki Filistin halkına gönderilebilecek yardımların yakın takibe alınması ve gerektiğinde bu yardımların engellenmesi vs. gibi amaçların da gerçekleştirilmesi söz konusuydu. Nitekim savaş sonrası süreçte bu amaçların birer birer gün yüzüne çıktığını görüyoruz. Kısacası Irak'a yönelik saldırının en önemli amaçlarından biri de Filistin direnişinin uluslararası platformda kuşatmaya alınması ve böylece İsrail işgal devletinin rahatlatılması, İsrail'in ise önünün açılması, yaşadığı güvenlik probleminin ortadan kaldırılmasıydı.

Amerika'nın bütün bu amaçlar için Irak'ı işgal ettikten sonra yönünü tamamen Filistin'e çevirdiğini gördük. Bu yönelmede aynı zamanda bir imaj değişikliği de söz konusudur. Çünkü Irak'ta savaşçı, saldırgan ve şiddet yanlısı yüzünü gösterdi. Filistin'de ise "barış" kavramını öne çıkarıyor, bu topraklarda yaşayan insanları yıllardan beri zorlayan, huzurlarını kaçıran şiddetin son bulması için çalışıyormuş gibi bir hava oluşturmaya çalışıyor. Hatta yerine göre bu konuda İsrail'e baskı yapıyormuş, ona bazı şeyleri zorla da olsa kabul ettirmek için çalışıyormuş gibi görünmeye gayret ediyor.

Suriye'ye Baskının Amacı

ABD, Irak'a yönelik işgal hareketini başlattığında işin Irak'la sınırlı kalmayacağını sürekli vurgulamaya çalışıyordu. Savaş esnasında zaman zaman yaptığı açıklamalarla tehditlerini devam ettiriyordu. Bu tehditler yüzündendir ki Irak işgalinin tamamlanmasından sonra zihinlerde "sıra kimde?" sorusu oluşmaya başladı. Bunda Amerikan emperyalizminin çıkarlarına hizmet eden ve onun psikolojik savaş politikalarında kullanılan medya organlarının yaptığı yayınların önemli rolü vardı. "Sıra kimde?" sorusuna cevap aranırken akıllara genellikle İran ve Suriye geliyordu. Çünkü önceden bu ülkelerin hedefe yerleştirildiği belirtilmişti. İran, Amerika açısından daha büyük bir problem olarak görüldüğünden önce ona yönelik bir saldırının, baskının söz konusu olabileceği düşünülüyordu. Fakat Amerika, Irak'ta tecrübesinden dolayı İran'ı doğrudan karşısına almasının zorluklara sebep olacağını düşündüğünden büyük probleme değil küçük probleme yani Suriye'ye yönelmeyi tercih etti. Suriye'yi öne almasının sebebi sadece bu değildi. Asıl amaç Filistin direnişini kıskaca alma politikasının başarılı olması ve böylece 'Yol Haritası' planının asıl hedefi durumundaki bu direnişin dış dünyaya açılan tüm kapılarının, pencerelerinin kapatılmasıydı.

Suriye, Arap ülkeleri içinde Filistin direnişine en geniş çaplı lojistik desteği sağlayan ülkedir. Bunun yanı sıra İsrail işgal güçlerini Güney Lübnan'dan çıkarmayı başaran, halen de işgalcileri endişelendiren Hizbullah'ın yasal bir askeri güç ve siyasi parti olarak faaliyet yürütmesine izin veren Lübnan üzerinde Suriye'nin önemli bir etkinliği var. ABD de Suriye'ye baskı yapmak suretiyle Filistin'deki direniş gruplarına verdiği tüm lojistik desteğin son bulmasını ve Hizbullah'ın dağıtılmasını sağlamak istiyordu. Zaten Suriye'ye etkin bir şekilde baskı yapmaya başlamasının hemen ardından bu amaçlarını açıkladı. Yani Amerika'nın Suriye'ye yönelik baskısı kendinden çok İsrail işgal devletinin çıkarları ve hesapları içindi. Bu baskının en önemli amacı da 'Yol Haritası' planının dış şartlarını oluşturmaktı.

Arap Ülkelerini Kuşatan Acziyet

Filistin davasının Arap dünyasından soyutlanması mümkün değildir. Çünkü bu dava her ne kadar tüm Müslüman halkların sahiplenmesi gereken bir dava olsa da; İslam aleminde en iyi sahiplenen Arap dünyasıdır. Tabii bununla yönetimleri değil halkları kastediyoruz. Halkların içindeki tüm siyasal ve ideolojik akımlar Filistin davasına belli bir açıdan yakın durma ve bu davayı sahiplenme ihtiyacı duyuyorlar. Ulusçu akımlar Arap ulusunun en önemli sorunu ve davası olarak, İslami akımlar hem Arap ulusunun ortak bir davası olması hem de İslami önceliği sebebiyle, solcu kesimler haksızlığa uğrayan bir halkın davası olması sebebiyle Filistin davasına yakın durma ihtiyacı duyuyorlar. Bu yakın duruş ister istemez yönetimleri de bir şekilde ilgilenmeye zorluyor. En azından yönetimleri altındaki halkların Filistin halkıyla dayanışmasına çok fazla engel çıkarmaktan çekiniyorlar, çünkü böyle yapmalarının geniş çaplı bir tepkiye yol açacağını düşünüyorlar.

ABD, 'Yol Haritası' planının dış şartlarını oluşturmak için Arap ülkelerini de hizaya getirme ihtiyacı duyuyordu. Ne yazık ki Irak işgali ve ardından gündeme gelen Arap ülkelerine demokrasi ihracı planları veya Ortadoğu'nun yeniden yapılandırılması düşünceleri Arap ülkelerindeki yönetimlerin telaşlanmalarına ve Amerikan emperyalizmi önünde diz çökmelerine sebep oldu. Bu durum sebebiyle Arap ülkeleri Amerika önünde tam bir acziyet ve zillet içine düştüler. Zaten "demokrasi ihracı" ve "yeniden yapılandırma" planlarının amacı da işte bu acziyet ve zillet manzarasının elde edilmesiydi. Yoksa Ortadoğu'daki halkların demokrasinin nimetlerinden, özgürlüklerden mahrum olmaları Amerika'yı hiç mi hiç ilgilendirmiyor.

Amerika'nın Arap ülkelerinin acziyetlerinden İsrail ve 'Yol Haritası' planı lehine yararlanmak istemesinin amacı, bu ülkelerden Filistin direnişine ve mağdur durumdaki Filistin halkına sivil yardım ya da destek sağlanmasını önlemektir. Ülke yönetimleri zaten itibarı kurtarmak için göstermelik olarak ilgileniyorlardı ve bu ilginin Filistin direnişine yönelik baskıya dönüştürülmesi hiç de zor değildi. Asıl önemli olan halktan, siyasal akımlardan ve sivil kuruluşlardan yardım ve destek sağlanmasının önlenmesiydi. ABD ve İsrail bu yolla Filistin halkının ve direnişinin her yönden kuşatmaya alınmasını ve böylece 'Yol Haritası' planının onlara istendikleri gibi, önceden şekillendirdikleri gibi kabul ettirilmesini sağlamak istiyordu.

Ebu Mazin Hükümeti ve İçerideki Altyapı

ABD ve İsrail, Irak işgali sonrasında İsrail işgal devletinin geleceğini garantiye alma ve bu devleti zora sokan Filistin direnişini tasfiye etme amacına yönelik planlarının dış şartlarını oluşturmaya çalışırken içerideki altyapıyı da ihmal etmedi. Bu amaçla özerk yönetimde zoraki bir yeniden yapılandırma çalışmaları başlattı. İlk iş olarak özerk yönetimde bir başbakanlık kurumunun ihdas edilmesi istendi. Bunun amacı özerk yönetimin böyle bir makama kavuşturulması ve böylece üst kademede yetkilerin paylaşılmasının sağlanması değildi. Asıl amaç Arafat'ın ikinci plana itilmesi ve İsrail'in hesaplarında daha çok kullanılmaya müsait bir kişinin üst kademede yetki sahibi olmasına imkan verilmesiydi. Aslında İsrail, daha önce Arafat'ı tamamen tasfiye ederek yerine çok rahat kumanda edilebilecek ve 'Yol Haritası'nın uygulamaya geçirilmesinde daha iyi kullanılabilecek bir isim geçirmek istedi. Ancak Arafat'ın karizmatik kişiliği sebebiyle bunun mümkün olamayacağını anlayınca, üst kademede yetki paylaşımı suretiyle onun ikinci plana itilmesi seçeneğini tercih etti. İşte özerk yönetim içinde başbakanlık makamının ihdas edilmesi için dayatma yapılmasının amacı buydu. Çok uzun sürmeyen ama dışarıdan biraz çetin gibi görünen pazarlıklar ve zorlamalar neticesinde bu kabul ettirildi. ABD ve İsrail, sadece başbakanlık makamının ihdas edilmesiyle yetinmedi, oraya oturtulacak kişiyi de belirledi. Çünkü zaten 'Yol Haritası' planının Filistin tarafındaki altyapısını oluşturmada kendisinden yararlanılacak bir kişi o makama oturtulmadığı takdirde o makamın ihdas edilmesinin bir anlamı olmayacaktı. ABD ve İsrail'in bu makam için belirlediği isim ise Ebu Mazin olarak bilinen Mahmud Abbas'tı. Ebu Mazin etrafında da biraz pazarlıklar ve tartışmalar oldu. Ancak sonuçta ABD ve İsrail bu konudaki isteklerini de kabul ettirmeyi başardılar. Böylece özerk yönetimin doğrudan Arafat'a bağlı başbakansız hükümeti feshedilerek Ebu Mazin'e başbakanlık görevi verildi ve ondan yeni hükümeti oluşturması istendi.

Muhammed Dahlan Dayatması

Ebu Mazin'in başbakanlık görevini üstlenerek hükümeti oluşturması sürecinde de hararetli tartışmalar yaşandı. Bu hararetli tartışmaların odağında ise Muhammed Dahlan adlı şahsa İçişleri Bakanlığı veya İçişlerinden Sorumlu Devlet Bakanlığı görevinin verilmesi dayatması vardı. ABD ve İsrail bu konuda ısrarlı olduklarından talimatı onlardan alan Ebu Mazin de hükümetinde ona böyle bir görev verdiğini açıkladı. Ancak Arafat buna önce itiraz etti. Bu itiraz sebebiyle birkaç günlük hükümet krizi yaşandı. Sonuçta krize ilginç bir formülle çözüm bulundu. Ebu Mazin İçişleri bakanlığını doğrudan kendine bağlamıştı. Dahlan'a ise İçişlerinden sorumlu Devlet bakanlığı görevi verilmişti. Oysa bu formül de aynı kapıya çıkıyordu. Çünkü Ebu Mazin'in hem başbakanlık hem de İçişleri bakanlığı görevlerini yürütmesi imkanı yoktu. Dolayısıyla ikinci bakanlığın ona bağlanması sembolik bir anlam taşıyordu. Bu konudaki görev ve yetkiler yine büyük ölçüde Muhammed Dahlan'ın uhdesinde olacaktı ve o, kendisine ihale edilen işi yürütebilecekti.

Muhammed Dahlan'ın böyle bir göreve getirilmesi için bu kadar ısrarlı davranılması ve dayatma yapılması İsrail işgal devletini zorlayan Filistin direnişine ağır darbe vurmak ve bu direnişi tamamen tasfiye etmek içindir..

Muhammed Dahlan kimdi ve İsrail ona neden güveniyordu? Niçin 'Yol Haritası' planının uygulanış sürecinde Filistin direnişine yüklenme işini ona ihale etmek istiyordu?

Bu sorulara cevap aramadan ve Dahlan'ın kimliği hakkında bilgi vermeden önce bir noktaya parmak basmak istiyoruz: Dahlan etrafında meydana gelen tartışmalar ABD ve İsrail güdümündeki medya organları tarafından olduğundan çok farklı bir şekilde ve çarpıtılarak verildi. Bu konudaki haberlerde Arafat'ın ona itiraz etmesinin sebebinin, onun kendisine açıktan muhalefet etmesi olduğu iddia edildi. Yani Arafat, Ebu Mazin'in hükümetinde kendisine muhalif bir isim istemiyordu. Dolayısıyla problem tamamen Arafat'ın şahsıyla ilgiliydi. Oysa Ebu Mazin hükümetinden önceki özerk yönetim hükümetinde İçişleri bakanlığı yapan Hani el-Hasan da Yaser Arafat'ın muhaliflerindendir. Gerçi el-Hasan'ın muhalefeti Dahlan'ın muhalefetiyle tamamen ters istikamettedir, ama o da Oslo sürecine, bu süreç içinde imzalanan anlaşmalara karşı olması sebebiyle muhaliftir. Buna rağmen Arafat onu yakın çevresinde tutmuş ve İçişleri bakanlığı görevini kendisine vermiştir. Arafat'ın Dahlan'a itiraz etmesi kesinlikle şahsi değildi.

Emniyet teşkilatı içinde Albay rütbesine sahip olan 41 yaşındaki Dahlan, özerk yönetimin oluşturulmasından sonra bir süre bu yönetime bağlı Koruyucu Güvenlik biriminin Gazze sorumluluğunu yaptı. Bu makamı işgal ettiği sıradaki taşkınlıkları ve arka planda İsrail'le gizli ilişkiler içine girerek işler çevirmesi üzerine Arafat onu yakın çevresine almayı tercih etti ve kendisinin ulusal güvenlik danışmanı yaptı.

Dahlan, Gazze'de Koruyucu Güvenlik sorumlusu olduğu sırada en çok işkenceleriyle ün saldı. Onun ve yine Koruyucu Güvenlik'in Batı Yaka bölgesi sorumlusu Cibril er-Recub'un işkenceleri yüzünden onlarca Filistinli hayatını kaybederken, onlarcası da sakat kaldı. Dahlan, Filistinlilere yönelik tutuklama kampanyalarında bazen işgalcilerle yarıştı. Örneğin 25 Şubat 1996'da başlattığı tutuklama kampanyasının, İsrail'in 1967'de Gazze'yi işgal etmesinden buyana gerçekleştirilen en geniş çaplı tutuklama kampanyası olduğunu Dahlan bizzat kendisi ifade etmişti. Yani bunu kendisi için bir iftihar vesilesi sayıyordu. "Şecaat arz ederken merdi kıpti sirkatin söyler!"

Muhammed Dahlan Temmuz 2002'nin başlarında bir hafta kadar İngiltere'de bulunmuş ve bu ziyareti esnasında, Avrupa ülkelerinden, BM'den ve ABD'den birçok yetkiliyle bir araya gelmişti. Bu ziyareti esnasında Ariel Şaron'un oğlu Umeri Şaron'la da bir araya gelmişti. Oldukça gizli gerçekleştirilen  bu görüşmeler onun bir yerlere hazırlandığının işaretlerini taşıyordu.

ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell, Filistin meselesiyle ilgili bir açıklamasında ABD'nin Filistin Özerk Yönetimi'nin lider kadrosunda değişiklik yapılmasından ve Filistin direnişine daha sert darbeler vuracak yeni yöneticiler getirilmesinden yana olduğunu ifade etti. Onun bu açıklaması ABD'nin Dahlan üzerinde neden o kadar ısrarlı davrandığı hakkında fikir veriyordu.

İşgal devleti Arafat'ın yerine Dahlan ile Koruyucu Güvenlik'in Batı Yaka sorumlusu Cibril er-Recub'u hazırlıyordu. İşgalci Siyonistler ve onların arkasında duran ABD, bu kişilerin dünyevi hırslarını, makam sevgilerini ve ulusal değerlerden uzak kişilik yapılarını bildiklerinden onların Filistin direnişine darbe vurmada iyi kullanılabileceklerini biliyorlardı. Bu yüzden bu iki isim üzerinde ağırlıklı şekilde duruyorlardı. Bundan önceki Ramallah kuşatması esnasında er-Recub'un hıyaneti iyice gün yüzüne çıktığından onun kariyeri sarsıldı ve kenara çekilmek zorunda kaldı. Arafat da bu durumu onu ve onun gibi gaddar biri olan Gazi el-Cubali'yi tasfiye etmek için fırsat olarak değerlendirdi ve her ikisini de görevden aldı. O çekilince ortada İsrail'in işine yarayacak isim olarak Dahlan kaldı. İşte bu sebeplerden dolayı ABD ve İsrail onun üzerinde ısrar ediyorlardı. Ama kamuoyunu yanıltmak amacıyla hizmetlerindeki medya organlarını kullanarak hadiseyi çok farklı bir şekilde yansıttılar.

İsrail, Karşısına Oturacakları Kendisi Seçti

Özerk yönetimde yeniden yapılandırma ve yeni yapıda belli isimlere dayatma yoluyla yetkiler verilmesi İsrail işgal devletine, "Filistin tarafı" sıfatıyla karşısına oturacak isimleri kendisinin belirlemesi imkanı da verdi. Bu durum karşısında ister istemez: "Yol Haritası sürecinde yapılacak görüşmeler gerçekte bir pazarlık, karşılıklı müzakere mi olacak yoksa bir tarafın diğer tarafa dikte ettirmesi, isteklerini/ talimatlarını bildirmesi mi olacak?" sorusunun akla gelmesine sebep olmaktadır. Biz yazımızda, planın içeriği hakkında bilgi vermeden önce ön hazırlıkları hakkında bu bilgileri vermek suretiyle biraz da bu soruyu gündeme getirmek, okuyucularımızın dikkatlerini bu yöne çekmek istedik. Zaten bu gelişmeler de planın içeriği tam olarak açıklanmadan önce yaşandı. Yani işgal devletinin geleceğini garantiye almak, onu sıkıntıya sokan Filistin direnişini tasfiye etmek isteyen ABD ile onun himayesindeki İsrail söz konusu planı daha tartışmaya açmadan hem bölgesel, hem de yerel şartları oluşturmak için bütün ön hazırlıkları yapmaya çalıştı. Sonuçta "Filistin tarafı" sıfatıyla masaya oturacak kişiler de bizzat İsrail ve ABD tarafından belirlenmiş oldu.

Yol Haritası Gündemde

Bütün bu gelişmeler gerçekleşmeden önce 'Yol Haritası' planından sadece isim olarak söz ediliyordu. İçeriği hakkında fazla bir bilgi verilmiyor, sadece hazırlıkların devam ettiği yönünde açıklamalarla yetiniliyordu. Bu açıklamalarla kamuoyunun psikolojik olarak hazırlanması ve planın gerçekte bir "barış" planı olduğu imajının oluşturulması amaçlanıyordu. Zikrettiğimiz gelişmeler yaşandıktan, ön şartlar oluşturulduktan sonra planın içeriği de açıklandı. Ancak biz planın içeriği ve neler getirdiği hakkında bilgi vermeden önce diplomatik boyutuna, planla ilgili olarak uluslararası platformda oynanan oyunlara dikkat çekmekte yarar görüyoruz.

Ortadoğu Dörtlüsü

Aslında 'Yol Haritası' planının içeriği ABD ve İsrail arasında yapılan ön görüşmelerle belirlenmiştir. Fakat İsrail burada "veren" yani fedakarlık gösteren taraf olduğu imajı oluşturmak, bu arada görüşmeler sürecinde pazarlık payını yüksek tutmak için kendini hazırlık merhalesinin tamamen dışında göstermeye çalıştı. Bu amaçla planın kendisi tarafından değil, kendisine karşı hazırlandığı intibaı verdirmek istedi. Bu işi de ABD yönetimine devretti. Planın uluslararası platformdaki sahiplenicisi ABD idi. Fakat işin arkasında sadece ABD'nin bulunması, özellikle Irak'a yönelik saldırının oluşturduğu kötü imajın olumsuz etkilerinin plana yansımasına ve sivil oluşumların olumsuz bir şekilde yaklaşmalarına sebep olacaktı. Bu ve daha başka sebeplere binaen plana dört ayrı uluslararası güç sahip çıktı. Bunlar, ABD, AB, BM ve Rusya idi. Bunlara da "Ortadoğu dörtlüsü" adı verildi. Böylece neredeyse çağdaş dünyaya hükmeden bütün uluslararası güçler İsrail'in geleceğini kurtarma, onu zorlayan bir direnişi tasfiye etme ve güvenliğini garantiye alma amacı taşıyan bir planın etrafında ittifak kurmuş, ortak cephe oluşturmuşlardı. Bu güçler Irak'a yönelik operasyon konusunda aralarında ittifak kuramamış, ama bu operasyonun hedeflerinden biri olan Filistin direnişi karşısında, İsrail'in geleceğini kurtarma amacı etrafında ittifak kurabilmişlerdi.

Yeni Bir Oslo Süreci

Bu planın gündeme gelmesiyle birlikte Filistin cephesinde yeni bir dönem başlıyordu. Bunu yeni bir Oslo süreci olarak görmek mümkündü. Yani bir bakıma tarih tekerrür ediyordu. Ancak bu kez Filistin halkının hemen hemen tamamı oyunun farkındaydı. Dolayısıyla plana olumlu bakmıyordu. Ayrıca planla ilgili görüşmelere Filistin tarafı sıfatıyla oturacak olanların ABD ve İsrail'in adamları oldukları iyice gün yüzüne çıktı. Çünkü bu adamları ABD dayatma ve zorlama yoluyla iş başına getirdi. Yani kendi adamlarını güya kendileriyle pazarlık etmeleri için bir yerlere oturttular. Dolayısıyla bu süreçte Filistin halkı ya da onun belli bir kesimini temsil yetkisine sahip kişiler pazarlığın tarafı olmayacaklardı. Bu özelliğiyle 'Yol Haritası' süreci eski Oslo sürecinden daha riskli, ama ileride üzerinde duracağımız birtakım sebeplerden dolayı başarı ihtimali daha zayıf bir süreç olacaktı.

Sıfır Noktasına Geri Dönüş

Daha önce de belirttiğimiz üzere İsrail'in işgal, gasp ve yayılma politikalarında zaman zaman gündeme gelen "barış" süreçleri normalde meşrulaştırma süreçleridir. Bu süreçlerde İsrail biraz geri adım atıyormuş gibi görünür. Böylece bir yandan kendisinin daha önce gasp etmiş olduklarının bir kısmı üzerindeki hakimiyetinin onaylanmasını, bir yandan da kendisine yönelen tehditlerin zayıflatılmasını sağlar. Ama karşısındaki mücadele ve direnişin zayıfladığını görünce, gün gelir yine gaspçı ve işgalci politikasını devreye sokar. Böylece o, "barış" süreçlerinde verdiklerini hatta biraz daha fazlasını geri alır. Ardından yeni bir "barış" sürecinin başlatılmasıyla "sıfır" noktasına geri dönülür. İşte 'Yol Haritası' sürecinde de bunu görüyoruz. 1991'de başlayan Oslo sürecinde muhtelif anlaşmalar imzalandı. Aslında bu anlaşmalarda pazarlık konusu yapılanlar ondan çok daha önce BM kararlarında sonuca bağlanmıştı. Yani BM kararlarının uygulamaya geçirilmesi, söz konusu meselelerin etrafında yapılan tüm tartışmaları, pazarlıkları geçersiz kılıyor, imzalanan anlaşmalara da ihtiyaç bırakmıyordu. Ama FKÖ o zamana kadar bu kararları da tanımamış ve bu kararların Siyonist işgalcilere hak etmediklerini, haksız bir şekilde gasp ettiklerini verdiği için kabul edilmesinin mümkün olmadığını söylemişti. İsrail ise bu kararları zaten hiç uygulamaya koymadı. Sonra arkasındaki çağdaş emperyalizmin desteğiyle, o kararları tamamen gündem dışı bırakarak onların verdiğinin çok daha azı üzerinde pazarlık yapmak için 1991 Oslo sürecini başlattı. Asıl amacı ise kendisini sıkıntıya sokan intifadanın son bulmasını ve böylece karşısındaki direnişin etkisiz hale getirilmesini sağlamaktı. Sonra bu süreç içinde çeşitli anlaşmalar imzalandı. Bu anlaşmaların tamamıyla verilenlerin toplamı BM kararlarında verilmesi istenenlerin yarısına bile denk gelmiyordu. Öte yandan FKÖ'nün anlaşmalar yoluyla direniş sahasının dışına çıkarılması başarılmıştı. Bununla yetinilmeyerek, direnişte ısrar edenlere yüklenilmesi ve böylece İsrail işgal devletinin rahatlatılması işi, kurdurulan özerk yönetime ihale edilmişti. Anlaşmaların devamı da özerk yönetimin bu konuda göstereceği başarı şartına bağlanmıştı.

İsrail işgal devleti, bir yandan anlaşmaların uygulanabilmesi için özerk yönetimin üstlendiği görevi yerine getirmesi yani Filistin direnişini yıpratması için bastırırken, bir yandan da karşısındaki direnişin zayıflatılmasını bir fırsat olarak değerlendirip yeniden saldırgan politikasına geri dönmeye başlamıştı. Bu saldırgan politika en sonunda kutsal Mescidi Aksa'yı, Kudüs'teki mukaddes mekanları tehdit edecek noktaya kadar geldi. İşte bu noktaya gelinmesi Aksa İntifadası'nı alevlendirdi ve kısa zamanda bütün Filistin topraklarına yayılan bu yeni direniş tekrar İsrail'i zorlamaya başladı. Çünkü bu direnişe bütün Filistinli gruplar iştirak etme ihtiyacı duydular. Özerk yönetim de hem işgalci Siyonistler tarafından aldatılmaya tepki, hem de bütün örgütlerin sahiplenmesi sebebiyle bu direnişi sahiplenme ihtiyacı duydu. Bu kez işgal devleti özerk yönetime karşı da savaş açtı ve Oslo süreci içinde ona devredilmiş bölgeleri yeniden işgal etti. Normalde özerk yönetimin elinde olması gereken geçiş noktalarına işgalci askerleri yerleştirdi ve buraları kontrol noktalarına dönüştürdü. Özerk yönetimin kendi iç yapısını da büyük ölçüde işlemez hale getirdi. Ama bütün bu uygulamalara rağmen Filistin direnişi durmadı, bilakis gelişme ve güçlenme trendine girdi. 1987 intifadası daha çok taşlı intifada olarak biliniyordu. Ama Aksa intifadasında çoğunlukla silahlar konuşturuluyordu. İsrail'in en çok gözünü korkutan şehadet eylemlerinin sayısında büyük artış olmuştu. Üstelik bu eylemlere artık sadece Hamas ve İslami Cihad değil, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi gibi solcu gruplar da başvuruyorlardı. Hamas, "Kassam-1" ve "Kassam-2" adıyla füzeler geliştirmişti ve bu füzeler İsrail askeri güçlerinin gözlerini korkutuyordu. Çünkü bu füzelerle birçok askeri tank ve zırhlı araç imha edildi. Sonuçta bu direniş karşısında zorlanmaya, özellikle güvenlik problemi sebebiyle 'tersine göç' sıkıntısı yaşamaya başlayan İsrail işgal devleti yeniden "barış" süreci oyununa dönme ihtiyacı duydu. Bu amaçla Amerika'yı devreye sokarak onun vasıtasıyla bir plan gündeme getirdi. Ne var ki bu planda kesintiye uğrayan Oslo sürecinin kaldığı yere değil, sıfır noktasına geri dönülmesi isteniyordu. Yani pazarlık konuları, Oslo sürecinin geri kalan konuları değil, işgalcilerin özerk yönetim bölgelerinden geri çekilmeleri ve buna karşılık Filistin tarafının yeni tavizler vermesiydi. İstenen en önemli taviz ise direnişin tamamen durdurulması, silahların toplanması ve İsrail'i tehdit eden her şeyin ortadan kaldırılmasıydı.

"Nihai Anlaşma Merhalesi"nden "Yol Haritası"na

Oslo sürecinde, Filistin meselesinin temel meseleleri Nihai Anlaşma Merhalesi'ne bırakılmıştı. Buna göre Kudüs, mültecilerin yurtlarına dönüşü, Filistin devleti, su kaynaklarının paylaşımı vs. gibi temel konular söz konusu merhalede masaya yatırılacaktı ve bu merhalenin 1999 sonuna kadar başlatılması gerekiyordu. Böyle yapılmasını teklif eden de o zamanki ABD başkanı Bill Clinton'du. Aslında bu konuların son merhaleye bırakılması bir yanıltmaydı ve Filistin tarafı sıfatıyla masaya oturanlar bunu kabul etmekle kuyruklarının kapana sıkıştırılmasına fırsat verdiklerini sonradan anladılar. İsrail işgal devleti de çeşitli problemler çıkararak bu merhalenin başlamasına hiç imkan vermedi. Sonuçta 2000 yılının Eylül ayının sonunda Aksa İntifadası başladı ve söz konusu görüşmeler tamamen kesildi. Şimdi 'Yol Haritası Planı' adıyla yeni bir plan gündeme getirildi ve yeni bir merhale başlatıldı. Böylece söz konusu "Nihai Anlaşma Merhalesi" artık tamamen gündemden çıkarılmış oldu. Bu yolla o merhaleye bırakılan temel meseleler yeniden ertelenmiş oldu. Üstelik bu yeni merhalede söz konusu temel meselelerden sadece devlet konusu bariz bir şekilde gündeme alınmaktadır. Diğer konuların bazılarının örneğin mülteciler konusunun tamamen gündem dışı tutulmasını İsrail bir ön şart olarak ileri sürüyor. Bazıları da tamamen muallakta bırakılıyor, gündeme gelip gelmeyeceği belli değil.

Plan Ne Getiriyor?

Buraya kadar planın ön hazırlıkları ve genel çerçevesi hakkında bilgiler vermeye çalıştık. Bu bilgileri verirken doğal olarak içeriğinde yer alan bazı noktalara da temas ettik. Şimdi içeriğini açıp biraz ayrıntılı  şekilde ele almaya, tahlil etmeye çalışalım.

'Yol Haritası' planı olarak hazırlanan metin bir ön taslak mahiyeti taşımaktadır. Yani kabullerden değil tekliflerden ibarettir. Yapılacak görüşmelerle ve anlaşmalarla bu metnin kabullere dönüştürülmesi isteniyor.

Ön taslak incelendiğinde büyük ölçüde İsrail'in hesaplarının, çıkarlarının ve ön kabullerinin gözetildiği hemen anlaşılır. Üstelik İsrail, bu planın üzerinde pazarlıkların başlatılabilmesi için 14 ek şart ileri sürdü. Amerika da adeta Filistin tarafını temsil ediyormuş, onun adına taahhütte bulunma yetkisi varmış gibi davranarak İsrail'in bu 14 şartının 12'sini kabul etti, diğer ikisini de tartışmaya açtı.

İlk metne göre planın uygulamaya geçirilmesi üç merhalede gerçekleşecek. Fakat bu merhalelerde ilk adımı kimin atacağı ve ilk adımı atan tarafın kendinden ne vereceği, karşı tarafa ne kazandıracağı önemli.

Birinci merhalede Filistinlilerin direnişe son vermeleri, özerk yönetim polisleri dışında kalan bütün Filistinlilerin elindeki silahların toplanması isteniyor. Yani ilk adımı atması gereken taraf Filistin tarafı olacak. Filistin tarafı bu adımı atıncaya kadar İsrail tarafının bazı "iyi niyet (!?)" girişimlerinde bulunma dışında herhangi bir şey yapması istenmiyor. İsrail için önemli olan da zaten işte bu ilk adımdır. Çünkü İsrail işgal devletini zorlayan unsur Filistin direnişi ve direnişçilerin ellerindeki silahlardır. İsrail, Filistinlilerin masa başına oturmalarından önce ellerindeki tüm pazarlık araçlarını, baskı unsurlarını bırakmalarını istiyor. Kendisi ise bütün baskı unsurlarını elinde tutmaya devam edecek. Hal böyle olunca Filistinlilerin artık herhangi bir baskı unsurları olmayacağı, silahları da ellerinden alınmış olacağı için artık onlar "görüşmeci" sıfatıyla değil de zavallı bir temennici, talepçi sıfatıyla masaya oturacaklar.

İkinci merhalede İsrail'in işgal altında tuttuğu özerk yönetim bölgelerinden çekilmesi tamamlanacak. Ama bunun gerçekleşmesi için birinci merhalenin tamamlanmış olması gerekiyor. Yani Filistinliler direnişlerini durdurmuş, silahları ellerinden alınmış, savunmasız bir halde ortada kalmış olacaklar. Bu gerçekleştikten sonra İsrail'in özerk yönetim bölgelerinden çekilmesi onun için taviz sayılmaz. Çünkü onun buralardaki varlığı kendisi açısından bir yüktür ve o askerlerini buralarda Filistin direnişinin etrafa yayılmasını önlemek amacıyla bulundurmaktadır. Bu işi Filistin özerk yönetimine devrettikten sonra büyük bir yükü üzerinden atmış olacak. Üstelik bunu kendi adına bir fedakarlık, anlaşmaları uygulama konusunda gösterdiği duyarlılık olarak dünya kamuoyuna lanse edecek. Filistinliler, İsrail tehdidinin devam ettiğini gerekçe göstererek silahlarını teslim etmemekte direnirlerse, o zaman da özerk yönetim bölgelerindeki askeri varlığını bir bakıma gerekçelendirmiş olacak. Yani işgal devleti hadiseyi her iki yönden de kendi lehine görüyor.

Asıl önemli olan üçüncü merhale yani Filistin devletinin kuruluşu merhalesidir. Bu merhaleye gelinebilmesi için ilk iki merhalenin tamamlanmış olması gerekiyor. Plana "Yol Haritası" adı verilmesinin sebebi de bu.

"Devlet" Yanıltması

'Yol Haritası' planıyla ilgili tüm haberlerde, bu planın 2005 yılına kadar bir Filistin devleti kurulmasını öngördüğü vurgulanmaktadır. Oysa devlet tamamen bir yanıltmadan ibarettir. Çünkü her şeyden önce plan, bir Filistin devletinin kuruluşunu garanti etmiyor. İkinci olarak da devlet konusu üçüncü aşamaya bırakılıyor. Bu aşamada da devletin kurulması kesin olarak vaad edilmiyor, ilk iki aşamanın tamamlanmasından sonra üçüncü aşamada Filistin devletinin kurulmasıyla ilgili görüşmelerin başlayacağı ifade ediliyor. Oysa bundan önceki Oslo sürecinde de benzer taktikler uygulandı ve son aşamaya bırakılan mevzularla ilgili görüşmelerin normalde 1999 sonuna kadar başlatılacağı vurgulandığı halde o aşama hiç başlamadı. 'Yol Haritası' planının her gündeme getirilişinde bu planın 2005'e kadar bir Filistin devleti kurulmasını öngördüğü vurgusu yapılması, dikkatlerin hep o yöne çekilmesi ve zihinlerde olumlu bir kanaatin oluşturulması amacına yöneliktir. Yani toplum psikolojisinden yararlanılarak maksatlı bir yönlendirme yapılmaktadır.

Devlet Merhalesine Gelinecek mi?

Devlet merhalesiyle ilgili olarak 2005 limitinin konulması da bir yanıltmadır. Çünkü bundan önceki planlarda "devlet" konusuna bir zaman limiti konulmaması zihinlerde bunun bir oyalama olduğu kanaatinin oluşmasına yol açmıştı. Bu kez böyle bir kanaatin oluşmasının engellenmesi amacıyla böyle bir zaman limitinin konulmasına ihtiyaç duyulmuştur. Ancak devlet merhalesine gelinmesi öncesinde gerçekleştirilmesi istenenlerin çok kolay işler olmayacağını zaman gösterecektir. Ayrıca Filistin direnişi İsrail işgal devletinin tutumunu yeterince tecrübe etmiştir ve onun vereceği güvenceye itibar etmesi mümkün değildir. İşgal güçlerinin elinde her türlü silah ve teçhizat bulunurken Filistin direnişi neye güvenerek elindeki silahını bırakacak ve mücadeleye son verecektir? Bu durum karşısında "devlet" merhalesine gelinmesi oldukça zordur ve bu konudaki vaadler sadece havuç politikasının malzemesi olarak kullanılmaktadır.

Nasıl Bir Devlet?

Aslında 'Yol Haritası' planında devlet konusu bir faraziyeden ibarettir. Fakat bu faraziyeyi ciddiye alsanız bile ortada ciddi bir devlet formülü göremiyorsunuz.

Birinci olarak: Kurulması öngörülen devlet gerçek anlamda bir devlet değil tamamen sembolik bir devlettir. Dışarıya karşı savunma amaçlı olarak askeri güç oluşturması engellenecek. Silahlı güçleri sadece emniyet güçlerinden ibaret olacak ve onlar da sadece içeride, Filistinlilere karşı kullanılacak. Yani dışarıya karşı kendini savunma imkanlarından mahrum ama Filistinlilerin tepesinde demir yumruk bir kukla devlet.

İkinci olarak: Kurdurulacak devlet coğrafi yönden karmaşık bir yapıya sahip olacak. Düzenli sınırları olmayacak. Çünkü İsrail işgal devleti şu ana kadar Batı Yaka ve Gazze topraklarında kurulmuş Yahudi yerleşim birimlerinin yerlerinde kalmasını ve bu birimlerin coğrafi alanlarının ise kendisine bağlı olmasını istiyor. Ayrıca bu birimlerin güvenliklerinin sağlanmasıyla ilgili tüm hakların ve yetkilerin de kendisine ait olmasını şart koşuyor. Bu yerleşim birimleri ise Batı Yaka ve Gazze toprakları içinde muhtelif yerlere serpiştirilmiş durumda. Halen Batı Yaka bölgesinde 135 yerleşim birimi ile 120 bin Yahudi yerleşimci, Gazze bölgesinde ise 120 yerleşim birimi ile 3500 yerleşimci bulunmaktadır. Bunların çoğu hatta belki tamamı Filistinlilerin yoğun olduğu bölgelerin kontrol altında tutulması için askeri ve stratejik amaçlarla kurulmuştur. Örneğin bazı yerleşim birimlerinin çevresinde buraları koruma iddiasıyla içinde ikamet eden yerleşimci sayısının üç katı kadar asker bulundurulmaktadır. Bu durum o birimin tamamen askeri amaçla kurulduğunun açık bir göstergesidir. Bundan dolayı İsrail işgal devleti bu birimleri çok farklı yerlere dağıtmış ve buralara giden yollarla Filistinlilerin yoğun olduğu bölgeleri adeta bir örümcek ağı gibi örmüştür. Bu yerleşim birimleri yerinde kalırsa İsrail işgal devleti hem buraların oturum alanlarına, hem de buralara giden yollara hükmetmek istiyor. Şimdi siz bir devlet düşünün ki, sınırları içinde toplam 255 adet başka bir devlete ait yerleşim alanı ve bu alanları birbirine bağlayan yine başka bir devlete ait örümcek ağı gibi yollar var. Üstelik bu oturum alanları çok farklı yerlere serpiştirilmiş. O devletin bütün önemli stratejik noktaları, tepeleri, deniz kıyılarını gözetleyen yerleri başka bir devlete ait. Başka devlet o stratejik noktalara "güvenlik" gerekçesiyle binlerce asker yerleştirmiş. Bu askerler, söz konusu yerleşim alanlarında oturan sözde siviller ve onların ziyaretçileri, şeklen bağımsız diğer devletin coğrafi alanlarını delip geçen yollarda serbestçe cirit atıyorlar. Böyle bir devlette üniter bir coğrafi yapıdan, sınır güvenliğinden, dış tehditlere karşı güvenli bir savunma mekanizmasından, bütünlükten söz etmek mümkün müdür? Sınır güvenliği olmayan bir devletin vatandaşlarına vereceği pasaportun, gümrük kapıları oluşturmasının ne anlamı olabilir? Böyle bir devlet, kapısına silahlı asker dikilmiş, ama bütün pencerelerinden hırsızların, eşkıyaların, katillerin girebileceği bir saraya benzer. Yahut bir mahalle düşünün ki bu mahallede apartmanlar ve kaldırımlar bir yönetime, caddeler, sokaklar ve apartmanların gözlenmesine imkan veren noktalar başka bir yönetime ait. İşte 'Yol Haritası' planının önerdiği İsrail'in de kabul edebileceği Filistin devleti formülü böyle bir devlet formülüdür.

Devlet Değil Kapan

Bu bilgiler de gösteriyor ki 'Yol Haritası' planında "devlet" kavramı tamamen yanıltma amaçlı olarak kullanılmaktadır ve gerçek anlamda bir devletin hedeflenmesi söz konusu değildir. Böyle olmakla birlikte İsrail kuru bir vaadden ibaret olan bu soyut devlet kavramı için büyük tavizler istemektedir. İstediği tavizler hakkında aşağıda ayrıntılı bilgiler vereceğiz. Bu isteklerle, düşünülen devlet planını yan yana getirdiğimizde, 'Yol Haritası'nın nasıl bir komplo olduğunu ve böyle bir komplonun "barış" diye lanse edilmesinin ne kadar büyük bir oyun olduğunu anlamamız mümkün olacaktır.

Asıl Hedef Filistin Direnişi

Planın birinci ve en önemli hedefi Filistin direnişidir. İsrail, uzun süren direniş karşısında yıpranmanın ve yenilginin bir tecrübesini Güney Lübnan'da yaşadı. Buradaki direnişe karşı elindeki bütün maddi imkanları, askeri teçhizatı kullanmasına ve içeriden bir tampon güç oluşturmasına rağmen en sonunda mağlubiyet bayrağını çekmekten başka bir çıkış yolu bulamadı. Filistin'deki direnişin İsrail'e vurduğu darbeler daha etkili olmuştur. Çünkü Güney Lübnan'daki direnişin toplumsal etkisi daha çok burada tutulan askerler ve onların akraba çevresi üzerinde görülüyordu. Filistin topraklarındaki direnişin etkisi ise "İsrail toplumu" olarak nitelendirilen bütün göçmen toplum üzerinde kendini hissettiriyor. Bunun yanı sıra ekonomik kayıplar, diplomatik alanda karşısına çıkan zorluklar vs. de işgal devletini zorlamaktadır. Bu direniş aynı zamanda İsrail'in yayılmacı politikalarının önüne de set çekmiştir. İsrail, geleceğini garantiye alabilmek ve bölgeyle ilgili planlarını devreye sokabilmek için kendisini zorlayan Filistin direnişini tasfiye etmek istemektedir. İşte 'Yol Haritası' planının ana hedefi de budur. Planın birinci merhalesinde Filistin direnişinin tamamen durdurulmasının ve direnişçilerin elindeki tüm silahların toplatılmasının şart koşulması da bunun içindir.

İşgal devleti, Filistin direnişini tasfiye edebilmek için şimdiye kadar her yola, her metoda başvurdu. Şiddeti son raddesine kadar kullandı. Fakat başarılı olamadı. Şimdi bu işi Filistin Özerk Yönetimi tarafında oluşturulan iç yapıya devretmek istiyor ve bu isteğini kabul ettirebilmek için de bir havuç gösteriyor. O da Filistin devletinin kurulmasına fırsat verileceği vaadidir. Bu vaad karşılığında özerk yönetim tarafında oluşturulan yapının Filistin direnişiyle bilfiil savaşmasını, İsrail'i güvene kavuşturmasını, direnişçilerin ellerindeki tüm silahları toplamasını, bunun için gerektiğinde kuvvete başvurmasını istiyor. Bu talebin en önemli riski ise Filistinliler arasında bir kavgaya, fitneye sebep olması ihtimalidir ki böyle bir şey İsrail için en önemli hedeftir. İsrail, Filistinlileri birbirine düşürebilmek için şimdiye kadar muhtelif oyunlara başvurdu ama başarılı olamadı. Şimdi özerk yönetimin direnişi durdurma ve silahları toplama konusunda zora başvurması, direniş güçlerinin ise işgal devleti karşısında kendilerini güven içinde görmedikleri ve işgal devam ettiği sürece direnişten vazgeçmeyecekleri iddiasıyla buna itiraz etmeleri durumunda bir fitne ortamının oluşacağını ummaktadır. İşte Filistinlileri en çok korkutan da bu risktir.

Fitne ateşinin alevlenmesi durumunda İsrail en önemli arzusuna kavuşmuş olacaktır. İsrail için artık ondan sonrası önemli değildir. Çünkü böyle bir fitnenin Filistinlileri yıpratacağını ve devlet masalının da unutulacağını düşünüyor. Bilindiği üzere Siyonizm ve onun alt yapısını oluşturan saptırmacı zihniyet fitne konusunda büyük marifet sahibidir. Dört bin yıllık tarihleri incelenirse pek çok fitne ateşini yaktıkları görülür. Lübnan'da yıllarca süren, binlerce kişinin hayatına mal olan, yüzlerce evin yıkılmasına sebep olan ve bu ülkeyi adeta cehenneme çeviren fitnenin ateşini yakanlar da onlardı. Oysa zaman içinde onların bu ateşi ne şekilde yaktıkları unutulmuş, sadece Lübnan'daki karşıt güçlerin yaptıkları konuşulur olmuştu. İşgalci Siyonistler 'Yol Haritası' planıyla Filistin bölgelerini de aynen 1978-88 Lübnan'ı gibi fitne cehennemine çevirmeyi, kendileri kenara çekilip seyretmeyi ve gördükleri manzaralarla zevklenmeyi arzuluyorlar.

Barış Değil Savaş Planı

'Yol Haritası' dünya kamuoyuna sürekli "barış" planı olarak lanse edilmeye çalışıyor. Oysa bir konuda birilerinin aralarında anlaşmaya varmaları "barış"ın sağlanması anlamına gelmez. Filistin sahasında, İsrail işgal devletiyle, hakları gasp edilen Filistin halkı ve bu halkı temsil eden örgütler savaş halindedirler. Ebu Mazin ve Muhammed Dahlan ile İsrail arasında zaten savaş yok ki onların aralarında anlaşmalarına "barış" denilebilsin. Bilakis bu anlaşmanın hedefi savaşan taraflardan birine karşı diğer tarafın safının güçlendirilmesi ve öbür tarafa daha çok yüklenilmesi suretiyle onun yıpratılmasına, yenik düşürülmesine çalışılmasıdır. Yani ortada bir barış değil, Filistin direnişine karşı bir anlaşma ve ittifak söz konusudur. Bu ittifakla, Filistin direnişine karşı savaşın daha etkili hale getirilmesi ve onun isteklerinden vazgeçmeye zorlanması amaçlanmaktadır. Bu planla sadece içeride değil uluslararası platformda da İsrail tarafının safının güçlendirilmesi ve hakları gasp edilen Filistinlilerin isteklerinden vazgeçmeye zorlanmaları amaçlanmaktadır. Amerika'nın uluslararası planda yapmak istediği budur ve bu amacını her fırsatta ortaya koymaktadır. Bu itibarla söz konusu plana "barış planı" denilmesi "barış" kavramının zihinlerde oluşturduğu iyi intibaın istismar edilmesinden başka bir amaç taşımamaktadır.

Uluslararası Boyutta Savaş

 'Yol Haritası' sadece bölgesel anlamda değil uluslararası boyutta da savaş niteliği taşımaktadır. Amerika, Filistin direnişine tüm lojistik desteklerin kesilmesi, direnişçilere karşı savaşılması, direniş örgütlerinin tamamen dağıtılması için çeşitli çağrılar yaptı. Sadece çağrılar yapmakla kalmıyor muhtelif baskılar da yapıyor.

Bu savaşın önemli bir boyutunu da Filistinlilere sivil yardımların kesilmesi çabaları oluşturmaktadır. 'Ortadoğu Dörtlüsü' içinde yer alan Avrupa Birliği'ne bağlı ülkelerin bazıları bu yöndeki savaşlarını fiilen başlattılar. Filistin'deki yetimlere, evleri yıkılan ailelere, tutsakların mağdur ailelerine ve daha başka ihtiyaç sahiplerine yardımdan başka hiçbir faaliyetlerinin olmadığı tescil edilmiş bazı yardım kuruluşlarının çalışmaları durduruldu, banka hesapları donduruldu. Bu uygulamalara gerekçe olarak da söz konusu kuruluşların Filistin'deki direniş örgütlerine yardım ettiği iddiaları kullanılıyor. Oysa bu iddiaların ispatına yarayacak ve hukuki yönden geçerliliği olan bir tek müşahhas delil ileri sürülemedi. Arap ülkelerine de Filistin'deki ihtiyaç sahiplerine yardım edilmesinin önlenmesi için talimatlar verildi. Kısacası mağdur durumdaki Filistin halkına gidebilecek tüm yardımların engellenmesi ve böylece bu halkın İsrail işgal devletinin baskıları, şiddet uygulamaları karşısında iyice zor durumda bırakılması, böylece bu devletin dayatmalarına boyun eğmeye zorlanması, hak arama gücünden tamamen mahrum bırakılması amaçlanmaktadır. Yani savaş sadece Filistin'deki direniş gruplarına karşı değil Siyonist işgalin mağdur ettiği tüm Filistin halkına karşıdır.

Şarmu'ş-Şeyh ve Akabe Zirveleri

ABD başkanı geçtiğimiz Haziran ayı başlarında bazı Arap ülkelerinin liderleriyle Mısır'ın Şarmu'ş-Şeyh kasabasında ve Ürdün'ün Akabe şehrinde birer zirve gerçekleştirdi. Bu zirvelerin her ikisi de 'Yol Haritası' planının uygulamaya geçirilmesiyle ilgiliydi. Zirvelerde Arap ülkelerine ve Filistin Özerk Yönetiminin Başbakanı Ebu Mazin'e planın uygulamaya geçirilmesi merhalesinde neler yapacakları konusunda talimatlar verildi. Buralarda verilen talimatlar da planın bir barış değil savaş planı olduğunu çok açık bir şekilde ortaya koyuyordu.

Filistin Davasını Tarihe Gömme Çabası

Bu planın amaçlarından biri de Filistin davasını tamamen tarihe gömmektir. Bu plan yoluyla Filistin direnişinin bütün imkanlarının elinden alınması, Filistin halkının her türlü dış destek ve yardımdan yoksun bırakılması, her bakımdan İsrail işgal devletine mahkum hale getirilmesi ve ona artık başkaldıramayacak, kendinde hak arama gücü bulamayacak derecede zayıf düşürülmesi, böylece Filistin davasının tamamen tarihin derinliklerine gömülmesi hedeflenmektedir. Böyle bir şeyin gerçekleştirilmesi durumunda İsrail işgal devletinin Filistin toprakları üzerindeki "işgalci" sıfatıyla ilgili tartışmaların da artık son bulacağı umulmaktadır. Bu cihetiyle plan tamamen bir komplo mahiyeti taşımaktadır.

Mültecilerin Haklarından Vazgeçme Şartı

Burada mülteciler konusuna da biraz temas etmenin gerekli olduğunu düşünüyoruz. Bugün dünya üzerinde yaşayan dokuz milyon Filistinlinin beş milyonu tamamen Filistin toprakları dışında yaşamaktadır ve genellikle mülteci durumundadır. Bunların da önemli bir çoğunluğu mülteci kamplarında hayatlarını sürdürmektedirler. Filistin topraklarının içinde yaşayanların da yarıya yakını mülteci durumundadır. Bunlar da Filistin içinde kendi bölgelerini terk ederek başka bölgelere sığınmak zorunda kalan mültecilerdir. Bunların da geneli 1948'de işgal edilmiş topraklardan icbar ve tehdit yoluyla çıkarılmış ve Gazze ve Batı Yaka bölgelerine yerleşmişlerdir. Oslo sürecinde mülteciler konusu 'Nihai Anlaşma Merhalesi'ne bırakılmıştı. Fakat bu merhale hiç başlamadan üstüne kalem çekildi. Şimdi 'Yol Haritası' sürecinde İsrail, mültecilerin yurtlarına dönüş haklarından tamamen vazgeçilmesini, bu konunun hiç gündeme getirilmemesini bir ön şart olarak ileri sürmektedir. Yukarıda zikrettiğimiz 14 şarttan biri de buydu. Ne yazık ki Ebu Mazin, Akabe zirvesinde mültecilerin haklarından vazgeçilebileceği konusunda bazı taahhütlerde bulunma anlamı taşıyan açıklamalar yaptı ve bu açıklamalar Filistinlilerin büyük tepkilerine sebep oldu. Kısacası plan mülteciler meselesi açısından da bir komplo mahiyeti taşıyor ve İsrail yukarıda zikrettiğimiz basit bir "devlet" kavramı karşılığında milyonlarca insanın yurda dönüş haklarından da taviz verilmesini şart koşuyor.

Yerleşim Birimlerinin Durumu

'Yol Haritası' sürecinde ele alınacak konulardan biri de Gazze ve Batı Yaka bölgelerine inşa edilmiş Yahudi yerleşim merkezleridir. İsrail'in buralarla ilgili talebinden daha önce devlet planı hakkında bilgi verirken söz ettik. Ancak bu konuda da bir yanıltma söz konusu olduğundan, ayrıca üzerinde durulmasında yarar görüyoruz. İsrail işgal devleti anlaşma sağlanması halinde 1999'dan buyana yasal olmayan yollarla inşa edilmiş yerleşim merkezlerini tahliye edeceği vaadinde bulundu. Burada iki önemli yanıltma ve oyun bulunmaktadır: Birinci olarak belirtilen tarih öncesinde inşa edilmiş yerleşim merkezlerinin yerinde kalması ve buralar üzerinde İsrail hakimiyetinin tescil edilmesi amaçlanmaktadır ki, zaten yerleşim merkezlerinin çoğu o tarihten önce inşa edilmiştir. İkinci olarak da birkaç yerleşim merkezinin "yasal" olmayan yollarla inşa edildiği iddiasına binaen diğerlerinin "yasal" olduğunun kabul ettirilmesi amaçlanmaktadır. Oysa bu yerleşim merkezlerinin tamamı Filistinlilerden zorla, şiddet yoluyla gasp edilen araziler üzerine ve tamamen stratejik amaçlarla inşa edilmiştir. Buralardaki doluluk oranı da yüzde ellinin altındadır. Ancak işgal devleti buraları koruduğu iddiasıyla içinde ve çevrelerinde asker bulundurmakta böylece Filistin Özerk Yönetimine verilmesi planlanan bölgeleri kendi içinde askeri noktalarla kontrol altına almış olmaktadır.

Plan Başarılı Olacak mı?

'Yol Haritası' planının alt yapısının hazırlanması dayatma ile başlamıştır. Bu yüzden her ne kadar ABD'nin Irak'ta gerçekleştirdiği işgalden sonra ortaya çıkan uluslararası dengeler sebebiyle durum işgalci Siyonistler lehine olsa da 'Yol Haritası' planının önünde birçok engel bulunmaktadır. Bu engeller başarılı olmasını zorlaştıracaktır. Bunları özetle sıralayalım:

Birinci olarak: Filistin halkının ezici bir çoğunluğu bu plana kesinlikle olumlu bakmamaktadır. Bunun sebebi daha önceki Oslo sürecinde İsrail'in bu tür planları bir oyalama taktiği olarak kullandığının tecrübe edilmesi ve İsrail'in 'Yol Haritası' sürecinde Filistin tarafına kendi adamlarını oturtmasıdır.

İkinci olarak: Arafat'ın tasfiyesi çabası ve onun ikinci plana itilmesi 'Yol Haritası'nın başarısını olumsuz yönde etkileyecektir. Çünkü Arafat belli bir karizma kazanmıştır ve özerk yönetim içinde önemli bir kadrosu bulunuyor. Mahmud Abbas ve adamları ise İsrail ile ABD tarafından dayatılmış birer takma organ gibidirler. Yani doku uyuşmazlığı var. Arafat, kadrosu vasıtasıyla Mahmud Abbas'ın başarısını engelleyebilir.

Üçüncü olarak: Silahlarını bırakmak istemeyenler sadece Hamas ve İslami Cihad değildir. Sol grupların en etkilisi durumundaki Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ve ulusal çizgideki oluşumların en etkilisi durumundaki el-Fetih'in kalabalık bir kesimi de silahlarını bırakmama konusunda ısrarlıdırlar. Kısacası halkın direnişini temsil eden oluşumların hemen hemen tamamı Filistin devleti fiilen kurulmadan, gerçek anlamda bir bağımsızlık ortaya çıkmadan silahlarını bırakmayacaklarını, işgale karşı mücadeleye devam edeceklerini değişik vesilelerle açıkladılar. İsrail ise devlet konusunun konuşulacağı merhaleye geçilebilmesi için silahların toplanmasını şart koşuyor. Bu durum, Abbas'ın sadece İslami gruplarla değil Filistin direnişinin içinde yer alan tüm oluşumlarla uğraşmak zorunda kalacağını göstermektedir. Kaldı ki Mahmud Abbas'ın silahların toplanmasında kullanacağı emniyet güçlerinin epey bir kısmı da el-Fetih'le doğrudan ilişkilidir.

Dördüncü olarak: Halk, Filistin direniş güçlerinin elindeki silahların tamamen toplanması durumunda işgal güçleri karşısında daha zor durumda kalacağını biliyor. Bu yüzden Siyonist yılanın saklandığı deliğe her türlü korumadan, tedbirden uzak şekilde bir kez daha parmağını sokmak istemiyor. Bundan dolayı silahların toplanmasına karşı çıkıyor.

Beşinci olarak: 'Yol Haritası' planı biraz da bölgesel dengelerle ve şartlarla ilgilidir. ABD'nin bu sıralarda Suriye ve İran'a baskı uygulamasının, Lübnan'ı kafa kola almaya çalışmasının amacı bu şartları oluşturmaktır. Ama henüz ABD'nin istediği doğrultuda gelişmeler olabileceğine dair bir işaret alınmış değil. Şartlar da yakın vadede bu yönde gelişmeler olmasına uygun değildir.

Bütün bunlara rağmen Filistin direnişi ve halkı oldukça riskli bir döneme girmektedir. İsrail, Irak'ın işgal edilmesinden sonra tarihi bir fırsat yakaladığını hesap ediyor. Amerika da yine aynı işgal sebebiyle dünyadaki dengelerin kendisinin ve kendisine yön veren Siyonist lobilerin lehine döndüğünü, bu sebeple dayatmalar, baskılar yoluyla bir şeyler yaptırabileceğini hesap ediyor. İşte bu şartlarda başlayan 'Yol Haritası' sürecinin Filistinliler açısından taşıdığı en önemli risk, fitne riskidir. Allah'ın izniyle onlar işgalcilerin oyunlarına gelmeyerek fitne ateşine düşmezlerse, Siyonistlerin uzun vadede emellerine kavuşmaları zordur.

Türkiye'nin Tutumu

Türkiye'deki hükümetin 'Yol Haritası' planına destek verdiği ve bu planın her iki tarafın da lehine olduğu yönünde açıklamalar yaptığı bilinmektedir. Hatta zaman zaman planla ilgili görüşmelere ev sahipliği yapma tekliflerinde bulunuyor. Verdiğimiz bilgiler planın aslında bir "barış" planı değil komplo olduğunu, planın her iki tarafın değil sadece İsrail'in lehine, onun çıkarları göz önünde bulundurularak hazırlandığını ortaya koymaktadır. Biz hükümetteki yetkilileri bu konudaki bilgilerini düzeltmeye ve gerçekleri biraz daha yakından görmeye çağırıyoruz. Türkiye'nin içinde bulunduğu diplomatik konum belki hükümetin plana karşı tavır almasına engel olabilir ki zaten biz böyle bir beklenti içinde de değiliz. Ama en azından planın her iki tarafın da lehine olduğu şeklinde yanıltıcı ve yanlış bilgilere dayalı açıklamalar yapılmaması talebinde bulunma hakkımızın olduğunu düşünüyoruz.

Sonuç

Filistin'de bugün ortaya çıkan durum büyük ölçüde Irak'ın işgali sonrası ortaya çıkan durumun sonucudur. Amerika bu durumu İsrail işgal devletinin geleceğini ve işgal ettiği topraklar üzerindeki hakimiyetini garantiye alma amacıyla değerlendirmek istemektedir. Bu da gösteriyor ki Filistin davası dünyadaki dengelerle çok yakından irtibatlıdır. Bu, tarihte de böyle olmuştur gelecekte de böyle olacaktır. Bu açıdan Müslüman halkların hürriyetleri ve bağımsızlıkları ile ilgili hak mücadelesinde Filistin davasına öncelik verilmesi, bu davanın mutlaka sahiplenilmesi gerekmektedir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR