1. YAZARLAR

  2. Abdurrahman Çeliker

  3. Yitirdiklerimiz ve Uzaktakiler

Abdurrahman Çeliker

Yazarın Tüm Yazıları >

Yitirdiklerimiz ve Uzaktakiler

Mart 2016A+A-

I

İnsan, unutandır çoğunlukla. İstemeden de olsa unutur insan. İşte tam da bu yüzden hep bir hatırlatıcıya ihtiyaç duyarız da bir çeşmeden doldurur gibi suyu, doldururuz avuçlarımızı unuttuklarımızla.

Çekip gidendir insan. İsteyerek gideriz, bazen arkamıza bile bakmadan bazen de gitmek zorundayızdır.

Kim bilir, yalnız başımıza bir sokakta buluruz kendimizi ansızın. Dışarıdaki sesler umurunuzda olmaz, sokak kendi başınadır. Siz hiç yokmuşsunuz gibi devam eder yaşamaya. Köşe başını tutmuş dilenciler ellerini açmış, çocuklarınızın bağışlanmasını diler, birkaç kuruş kapmak için. Satıcılar kulağınızın dibinde bağırır. Ansızın bir omuz yersiniz seğirterek geçenlerden. Üstünüze abanır sokak, kaçmak istersiniz de bir anafor gibi hep içine çeker, kulaklarınız uğuldar. Ilık bir meltem soluklanır yüzünüzde sonra. Düşen omuzlarınızı kaldırıp silkinirsiniz. Adımlarınız daha bir cesaretlidir. Başınızı eğip selamlarsınız hayatı ve karışıp gidersiniz kalabalıklara.

Bir filmde duymuştum. “Babam ve Oğlum”du sanırım. “İnsan hiç özlemez mi? Özler elbette.” diyordu oyuncu. İnsan özler de bazen dünü bazen de yarını.

Özlem duydukça yitirdiklerimize, bir resim gelip düşer aklımıza yahut dejavu yaşarız, yüzümüzde bir tebessüm, gözlerimizde akmaya sabırsız bir iki damla yaş. Burkulur yüreğimiz. Genzimize bir asit sağanağı dolar da buruşur yüzümüz acıdan. Soluklanmak için oturduğumuz çay bahçesinde kenarları eprimiş bir film afişi takılır gözümüze yahut bir ilan. Hasır taburelerin sanlarla dolar birden. Hararetli konuşmalar yankılanır kulaklarımızda. Çaylar gelir demlice, ince belli, kırmızı beyaz porselen tabaklarda. Özenle dizilir, ulu çınar altında duvara yaslı masaya. Kış geldiğinde ipekten ince ağını terkeden örümceğin iplikleri gibi düşer masaya gülüşmelerimiz, kavgalarımız, uzunca süren sohbetlerimiz. Nihayet ulu çınar yapraklarını döker sokağa, yüzümüze bir yağmur damlası düşer. Masa boşalmıştır artık. Hasır tabureler eskimiş. Yüreğimize dokunurlar her daim yitirdiklerimiz yahut uzaktakiler.

Yarının özlemi daha bir kuşatır hayatımızı. Her daim ellerimizin arasında tuttuğumuz hayallerimize yolculuğumuzdur bizi biraz da insan tutan. Ne kış üşütür onları ne de eritir yaz sıcakları.

Omuzumuzda bir kuş gibidirler. Bir Leyla’nın peşinde koşmak gibi değildir bu. Onca kar-boran arasından başını usulca kaldıran bir kardelendir. Yokluklar, zorbalıklar, zorbalar gününden güneşli bir göğe dokunmaktır. Merhametle süzülmektir, titreyen El-Hamra’ya. Saçlarını okşamaktır, alnındaki teri, yüzünden sızan kanı silmektir, güzeller güzeli El-Aksa’nın. Keyrevan’ın daracık sokaklarından Akdeniz’in maviliğine koşmaktır, yalın ayaklı çocuklarla. Sarılıp öpmektir Urumçi’de duaya kalkmış elleri.

İnsan, unutandır, istemeden de olsa. Bir hatırlatıcıya ihtiyaç duyarız hep. Kâh okuduğumuz bir kitapla gelir, kâh bir sözdür hatırlatan. Bir gülüştür bazen sıcacık ısıtır sizi, bir ‘Şubat’tır bazen de dondurur hayatı. Hatırlamak, biraz da sorgulamaktır kendimizi. Çoğaltabilmektir güzellikleri, iyiliği genişletmek ve selamı yaygınlaştırmaktır.

Ben de soğuk bir Ankara akşamında yine soğuk bir kış gününe denk gelen tanışıklığımızı hatırladım sevgili dergi. O zamanlar henüz 3 yaşındaydın. Seni mahallemizin aykırı çocuğu olarak tanıtmışlardı. Ele avuca sığmaz bir çocuk olarak. Seninle bir araya gelmemize müsaade etmezlerdi. Kim bilir bizi de kendine benzetir, küçücük yaşına bakmadan gittiğin yerlere götürürdün, bilinmeze. Mahallemizin kıyısında öylece seyrederdin bizi. İçinde fırtınalar kopardı da biz bilmezdik. Görmediğimiz yerlerden haberler getirirdin de biz duymazdık. Ama bir gün, işte o soğuk kış gününde seni gördüm. Yine, her zamanki yalnızlığınla birlikte mahallemizin en ıssız yerinde öylece duruyordun. Kimsecikler yoktu yanımızda. Sana dokundum bütün cesaretimle. Yüreğindekiler dökülüverdi ellerime. Gizlice doldurdum ceplerimi. Sonraki gün, daha sonraki…

Seninle daha önce tanışan arkadaşlar buldum. Birbirimize seni anlatırdık. Sonra mahallenin kıyısında diğer çocukların bizimle oynamadığı haylaz çocuklar olup çıkıverdik sevgili dergi.

Sen büyüdükçe daha çok şeyler getirir oldun bilmediğimiz diyarlardan. Bizi de büyüttün kendinle birlikte. Sen anlatırdın, biz usulca dinlerdik. Bazen tartışır sana kızardık, bazen hep birlikte gülerdik. Yanlışlar derdik, yanlışlar insana ait. Bilirdik de yanlışlığımızı fırlatırdık bir taş gibi en uzağa. Bazen kavgaya tutuşurduk şehrin karanlık mahallesinin çocuklarıyla. Önümüzü keserlerdi hep. Sevincimizi alırlardı ellerimizden, ayaza kesmek isterlerdi gözlerimizdeki o şahan bakışları. “Vermeyin!” derdin. “İstediklerini verdiniz mi alamazdınız bir daha!” derdin. Seni görürdüm kavgada, hep en öndeydin. Kesmeye çalışsalar da daha bir gür çıkardı sesin.

II

Şimdi geriye dönüp baktığımda tam 25 yıl geçmiş. Biz yaşlandıkça sen daha bir gençleştin hiç bitmeyen enerjinle. Sanki 300 yıllık koca bir çınar gibi büyüdü dalların. Ama hâlâ mahallenin haylaz çocuğusun. Sokağın homurdayan hengâmesi içerisinde ellerinde bir avuç güneş öylece durursun mutmain, birilerine dokunmak için.

Hatırlar mısın bizi sevgili dergi? El yordamıyla yaptığımız tahtadan bir kulübemiz vardı. Doldukça dolardı içerisi. Buz kesmiş havalarda yüreklerimiz harlardı sobayı.

Hani şehrin en büyük meydanlarında dolaşırdık kol kola. Gıptayla bakarlardı yürüyenler ardımızdan. Okul çıkışlarında peteğe polen döken arılar gibi dökerdik, kitabın içindekileri. Kantinlerde yorulmadan konuşurduk, sesimiz, kanatlı demir kapıları aşıp meydanlarla buluşurdu.

Hatırlar mısın sevgili dergi? Ablalarımız vardı, başlarından omuzlarına dökülürdü bembeyaz örtüleri. Kocaman, demirden arabaların önünde mütemadiyen onlar vardı. Naiftiler, kibardılar bir o kadar da dağ gibiydi yürekleri. Gülümseyen yüzleriyle mağrur yürürlerdi, elleri havada savrulan kocaman bir yumruk gibiydiler.

Bir fotoğraf gelir hep gözlerimin önüne. Sen de hatırlar mısın? Hani, elleri havada kalabalık bir grubun en önünde yürürken çekilmiş Macide ve Özlem ablalarımızın. Beyazıt Meydanı’nı hatırlar mısın? Onlar hep oradaydılar. Koşarlardı oradan oraya. Yürekleri birbirine kenetlenmiş iki kız kardeş. Omuzlarında ağır bir söz taşırlardı ve örerlerdi hayatı, ilmek atlamaksızın.

Bir sabah vakti uğurlamıştık Ankara’dan onları. Mutmain adımlarla yürüyorlardı kol kola. Yüzlerinden eksilmeyen tebessüme rağmen hüzünlü bir halleri vardı. Kolay değil demiştim kendi kendime. Kolay değil. Elbette yaşanan onca zorluk, hüzünden incecik bir iz bırakır insanın yüzünde.

Sonra sevgili dergi, bir öğlen vakti yine kol kola uğurladık onları Rablerine Fatih Camii’nden. Hafızamda o fotoğraf kalmıştı, bir de evimizde asılı arkalarındaki El-Aksa’nın mağrur duruşlu kara kalem tablosu.

Hani Sivas’ta bir Mahmut ağabeyimiz vardı. Gülen ağabeyimiz. Gizli gizli bir araya gelip konuştuğumuz, sokaklarda yürüdüğümüz Mahmut ağabey. Yanımızdan ayrıldığını sen duyurmuştun her bir yere. Zor görevleri hep senin omuzlarına yüklüyoruz nedense. Mahallemizin en vefalı ağabeyi, Rabbinin katındaki fotoğrafın da güleçtir umarım.

Mahallemize armağan Nihat ağabey vardı, unutmadın değil mi? Ara sıra seninle yazışırdı. Kaleminden yağmur gibi dökülürdü kelamı toprağımıza da ansızın bir rahmet bahçesine dönerdi, şenlenirdi mahallemiz.

Sonra Ercüment ağabey vardı. Kaşlarını çattı mı kimse kalmazdı karanlık yüzlü adamlardan, etrafımızda. Sözleri, ağır bir top gibi döverdi yürek duvarlarını. O da mektuplar yazardı sana. Bazen hatırlamak için çıkarıp yeniden okuyormuşsun. Zor zanaattır hatırlatmak ki hatırlatanlarla yan yana yürümek gerek.

Gitmek istemezsin de zorla gidersin ya bazen. Ellerin bir ‘hoşçakal’a dahi kalkmaz.  Öyle ansızın gelir, çekip gitmek vakti. İşte öyle gidenler vardı yanı başımızdan. Şimdi uzaktan bir ışık gibi göz kırpıyorlar hayata. Biliyoruz, onlar orada kavga edecek karanlık bir mahalle bulmuşlardır mutlaka. Belki uzak durulan çocuklar olacaklar yine, sokak başlarında. Ama mutlaka güzellik dökülüyordur omuzlarından, kirli asfaltlara.

Çekip gidendir insan. İsteyerek gideriz, bazen arkamıza bile bakmadan bazen de gitmek zorundayızdır. Yeryüzü dar değil elbet. Vardır gidilecek bir yer, adalet adına. Ha Selçuk olmuşsun ha Sedat ne fark eder. Merhamet değil midir mağfiret olan.

Unuttum sanma sevgili dergi. Hemen öyle manalı bakma. Kimi kastettiğini biliyorum elbet. Unutmadım, unutmadım çünkü ellerimizle vermiştik onu toprağa, Ankara’nın en haylaz soğuğunda. Mehmet ağabey. Onca hastalığa rağmen boydan boya sabır boydan boya teslimiyet.

Bir de yüzlerine kapanan kapıların ardındakiler var elbette. Sanırsın dünya yüzlerine kapanmış. Duvarlar üzerlerine abanır da soluksuz kalırlar kan ter içinde. Sonra küçük pencerelerine bir kuş konar. Uzanır elleri hafifçe. Demir parmaklıklar aralanır da koğuşlar yıldızlarla dolar. Bir ferahlık sarar yüreklerini. Avuçlarına doldurup yıldızları fırlatırlar havaya. Sonra kitabı açıp ‘Bismillah’ derler, aydınlanır yüzleri, kapılar ardına kadar açılır. Ne gardiyan fark eder bunu ne duvarlar. Seccade ıslanır rahmet gözyaşlarıyla. Artık hükümsüzdür mahpusluk.

Meraklanma sevgili dergi, Cafer ağabeyin yüreğinden dökülen “Hasbunallah ve ni’mel vekil” sedasından başkası değildir. Bolu’ya da ulaşır, Edirne’ye de. Hemen yanı başımızdalar. Her ay gidiyormuşsun ziyaretlerine zaten. Ne güzel ediyorsun gidip de.

Keşke…  

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR