1. YAZARLAR

  2. Mustafa Akman

  3. Kırılma Noktam Haksöz Oldu

Kırılma Noktam Haksöz Oldu

Mart 2016A+A-

1980 askerî darbesinin ilk yıllarıydı. İlahiyat fakültesine henüz kaydolmuş; geleceğe dönük düşünsel anlamda bir yığın plan projeyle yola koyulmuştum. Bu arada herhangi bir meşrebe mensup olmadan ve hiçbir cemaatin güdümüne girmeden gelmiş olmanın avantajlarını yaşıyordum. Gerçi lise yıllarımda Nurculuk söyleminden ve Risale kültüründen haberdar insanlarla beraberliğim olmuş ve onlardan işittiğim, görüp okuduklarım farkında olmadan zihnime birtakım izler nakşetmişti. Keza yakın çevremin Arvaslar (Seyyidler) ile -tekyönlü- saygıya dayalı ilişkileri, Arapça medrese ve feqalarıyla yakın teması dolayısıyla ezberimde mezhepsizlik, Vahhabilik gibi bazı negatif sloganlar yerleşmişti. Lakin bunlar bende henüz kemikleşmiş bir bakış açısı ve algı türüne dönüşmemişti. Bu itibarla nispeten de olsa çeşitli yazarlardan okumalar yapıyor ve farklı yaklaşımları dinleyebiliyordum.

Derken başkalarından maada Seyyid Kutup (r) ile tanıştım. Daha öncesi de olmakla beraber özellikle fakülteden itibaren iyi bir okuyucu idim ve hamdolsun bu özelliği hiç kaybetmedim. Kısa denecek bir zamanda Fi Zılal-il Kur’an’ı bitirdim. Ne var ki bitirirken gerek paralelinde okuduğum kitap ve yazılar gerekse çeşitli münakaşalar dolayısıyla sağlam bir tekfirci olmuştum.

Tekfir söylemi bana hâkim olmuştu zira FiZılal'in özellikle ilgili (mesela En'am 55) bölümlerini yani toplumu tekfir etmek gerektiği çıkarımını yaptığımız yerlerini defalarca okumuş, o kanaate varmıştım. Elbette bu birtakım yönlendirmeler ve işaretlerle oluyordu. Fakat doğrusu Fi Zılal ve Yoldaki İşaretler de isteyen için o tür bir istinbatı yapmaya yetecek malzemeyi vermiyor değildi. Hele bu, tekdüze bir yorumla noktasal kilitlenmeyi de peşinden getirmişse artık cemaatlerden ve de bireylerden sadır olan her davranış ve söylemi kısacası her şeyi o gözle görmek mümkün hale geliyordu. Kısacası ben de böylece bir meşrebin mensubu oluvermiştim.

Benim (aslında artık bizim de diyebiliriz) bir duruş ve kabulümüz vardı. Bu kabul tevhid merkezliydi ve tevhidi halka ulaştırmak ise temel meseleydi. Tevhidi kendilerine ulaştıracağımız halkın ise birebir tamamı kâfirdi. Bunlardan dinî yaşamla alakası kesilmiş ya da mesafe koymuş olanlar açısından sorun gözükmüyordu. Dini bütün veya yarım yamalak olanların ve tabii ki dinî alanda icra-i faaliyet eden cemaatlerin ise akidelerine şirk bulaşmış, mürted ve hatta müşrik olmuşlardı. Kısacası din adına sözü olan bilaistisnaherkes müşrik idi. Hal böyle olunca onlardan teberri etmek de gerekiyordu. Bunun için de klasik fıkıh edebiyatında bu teberriyi derinleştirecek ve hatta zorunlu kılacak ne varsa muhakeme edilmeden, zevkle benimsenmeliydi. Farkında değildik ama klasik kültürün ve bu arada hadis denilen sözlerin yani rivayetlerin esiri haline gelmiştik.

Bu minvalde hayata devam ediyorduk. Birebir bizim gibi düşünmeyen ya da şöyle bizden birinin “Filan kes Müslüman oldu!” şeklindeki tezkiyesi olmadan birini Müslüman görmek tekfire konu olmak için yeter sebepti. Bu şu demekti: Rivayete dayalı oluşan bir kardeşliğimiz vardı ve kardeşlerden birinin tekfir ettiğini tekfir etmemek, kâfir sayılmak için yeter sebepti. Bir kere ne şekilde olursa olsun “tevhidi kabul etmek ve şirki reddetmek” yeterli değildi. Tekfir etmeyenleri tekfir etmek de gerekmekteydi. (Lafı uzattığımın farkındayım, fakat atlatacağım badirenin mahiyetini anlamak adına icap etmektedir.)

Bu arada dinî söylemi olan şahıs ve yayınları da izlemek gerekiyordu ki mesajlarındaki çelişkileri ve şirklerini temellendirmek adına doneler yakalamak ve bunun üzerine birtakım argümanlar geliştirmek mümkün olabilsindi. Bu hal üzere zaman ilerliyordu ve ben okumalarımı gittikçe çeşitlendiriyordum.

Bu dönemlerde Haksöz diye bir dergi çıkmaya başlamıştı ya da şu veya bu şekilde çıktığından haberdar olmuştum. Tıpkı benim gibi ama hakikaten tekfir dışında, benimle aynı şeyleri yazıp anlatıyorlardı. Bu sebepten okuyup tanımam gerekiyordu. Tabii ki amaç çarpıklık noktalarını tespit etmek ve bunu ilan-ı âlem etmekti. Zira haklılığımızı önce kendimize ve sonra 'tevhid çağrısı'na muhatap kitlelere izah edebilmek gerekiyordu.

Ne var ki ben Haksöz’den ‘garip’ şeyler öğreniyordum. Tekelime aldığım ve özel/gizli mahfillerde gizli metotlarla anlattığım/ız tevhidi, onu bozan şeyleri, dinin dejenerasyona uğramasını, tasavvuf ekolünün hem çarpıklığını ve hem de bu dejenerasyondaki etkisini yüksek sesle/alenen ifade ediyor ve benden daha kaliteli değerlendirme ve sunumlarda bulunuyordu.

Yazarlarının sosyal davranış ve duruşlarında samimiyet ve fedakârlık gözlüyordum. Siyasal iktidarlara yönelik her tür ilgi, talep ve irtibatı “Hâkimiyet Allah'ındır!” şemsiyesi altında küfür görüyordum ama bu ekipten sistem içi araçlar ve bunların kullanımına ilişkin gittikçe bana da isabetli gelmeye başlayan bir dile vakıf oluyordum.

Aslında böylece ben farkında olmadan Haksöz’den öğrendiklerimle bir değişime uğruyordum. Oradan aldıklarım beni etkiliyor ve ben sabitelerimden kuşkulanmaya başlıyordum. Gerek meydanlarda sergiledikleri hak-hukuk mücadelesi ve böylece hatırlattıkları -dahası aşıladıkları- direniş ruhu ve gerekse benden olmayanların onlar hakkında sürdürdükleri kara propaganda çerçevesinde onlara ait diye ifade ettikleri (mesela sünneti inkâr, âlimlerin dediğini öncelememek gibi) değerlendirmeler bu müfterilerin lanse etmeye çalıştıklarının aksine çok isabetli şeyler olduğuna dair bende oluşan kanaatler ve derken dergi merkezine gidip gelmelerim dolayısıyla kendilerini daha yakından tanımaya başlamam evet bütün bunlar beni derin düşüncelere sevk ediyordu.

Elbette o günkü kabullerime ters gelen ciddi farklılıklarımız vardı. Bir kere tekfir, bu yetmez tekfir etmeyeni tekfir olgusu yoktu kendilerinde ve ben düzen içinde, hâkimiyetini reddetmek adına adeta hayatı durdurmak demeye gelen her şeyden uzak dururken onlar, zamanla bana da makul gelmeye başlayan temellendirmelerle içinde yaşadığımız sistemin araçlarını kullanma imkân ve hatta gerekliliklerinden bahsediyorlardı. Bu sebeple belirttiğim ikinci hususa dair badireyi aşmak olanaklıydı. Lakin birincisi yani tekfir ne olacaktı?

İşte bu çıkmazı yaşadığım dönemlerde yavaş yavaş hemfikir olduğum zevatla bunları paylaşmaya ve duruşumuzun yanlış olabileceğine dair sesli değerlendirmelerde bulunmaya başladım. Temel meselemiz diye kabul ettiğimiz tevhid ve şirk noktasında hemen hemen aynı düşündüğümüz bunlar ve onlara benzeyen diğer insanları nasıl tekfir ederiz? Bu soru önemli bir kilometre taşı olarak beynimi hep kurcalayıp durdu.

Artık kendimi ciddi bir dönemecin ucunda görüyordum. Ya hiçbir şey olmamış gibi (dönemeci görmezden gelerek) yola devam diyecektim. Dolayısıyla kendimle çelişecek meşrebin yörüngesinde yürümeye devam edecektim ya da bir şeylerin olması gerekiyordu. Ve ben bu ikinciyi tercih ettim. Olamazdı, kendi yorum ve anlayışımızı üstelik itikâdî konularda nass yerine koyarak bizimle olmayan her dindarı müşrik saymak olacak şey değildi. Hele bunlar gittikçe daha yakından tanımaya başladığım tevhidî düşünceye sahip olduğunu gördüğüm Haksöz çevresi ve bunlar gibi Kur'an'ı merkeze alarak yola koyulan diğer zevat gibi, benimle yorum farkından başka farklılığı olmayan bu fedakâr oluşumlar özelinde gerçekten olacak şey değildi. Elbette insan olmak hasebiyle bu kimselerin de birtakım eksiği kusuru ve hatta donanımsal yetersizliği olabilirdi. Fakat böylesi şeyler tekfire mi konu olmalıydı?

Haksöz ile tanışma gerekçelerim, onu takibe alıp hangi niyetle kullanacak olduğum gerçeği ile onun bende yaptığı değişim gerçekten ipin iki ayrı ucunda olmak kadar farklıydı. Ben ne amaçla yaklaşmıştım, o bende neyi oluşturmuştu. Bunun için Allah'a hamd ediyorum.

Tabii ki bu kez bizzat kendim bu vesileyle tekfire konu olmuştum. Karalamalar, dışlamalar vs. ama ben -üzülmekle beraber- bunları hiç umursamadım. Doğru yolda olduğumu ve isabetli bir karar verdiğimi düşündüm; tıpkı Haksöz’ün özellikle öncü kadrosunun tercihleriyle, amel ve inançlarıyla doğru yolda olduklarına kanaat ettiğim gibi.

Evet, gerçekten Haksöz bende kelimenin tam anlamıyla bir kırılmaya neden olmuştu. Sonrası mı? Tabii ki artık bu minvalde okumaya, düşünmeye ve yazmaya devam. Evet, işte hayat bu istikamette devam ediyor ve ben söz konusu çaba ve gayretin sonraki jenerasyonlara daha da sağlıklı surette geçmesi ve daha da gelişip ıslah çabamızda nice 300.Sayılara ulaşmak temennisinde bulunuyorum.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR