1. YAZARLAR

  2. Serdar Bülent Yılmaz

  3. Yeni Bir Tefekküh Zemini Kurmalıyız

Serdar Bülent Yılmaz

Yazarın Tüm Yazıları >

Yeni Bir Tefekküh Zemini Kurmalıyız

Mart 2018A+A-

İslamcılık, her dönemde tartışmaların odağında olagelmiş Türkiye’de önemli bir aktör. Bu tartışmaların bir kısmı kendisi dışında gerçekleşirken, bir kısmını ise iç tartışmalar oluşturuyor. İç tartışmaların ise eskimeyen, modası hiç geçmeyeni sistem ile ilişkiler konusu. İslamcılığın toplum ve sistem değerlendirmesi gruptan gruba ve zamana göre değişiklik göstermekle birlikte söz konusu tartışmanın temel argümanlarında neredeyse hiçbir değişiklik olmadı.

Toplum değerlendirmesi tekfirden tanımaya doğru bir yol aldı. Bir dönem Seyyid Kutub’un bir değerlendirmesi olarak ‘cahiliye toplumu’ adlandırması, açık bir tekfir içermese de örtük bir tekfiri barındırmaktaydı. Neredeyse belli bir İslami damar dışında kalan bütün toplum kesimleri kabaca cahiliye olarak adlandırılırdı. Zaman geçip bu yapıların toplumla ilişkileri geliştikçe cahiliye adlandırmasının çerçevesi ağırlıklı olarak dinle irtibatı olmayan seküler kesimlerle çok açık sapkınlık içinde olduğu düşünülen belli dinî kesimlerle sınırlandırıldı. Buna karşın bahsedilen sürecin hâlâ başında olan, az bir kısım hariç toplumun geri kalanını Müslüman olarak görmeyen çeşitli gruplar ve düşünceler de yok değil ve bundan sonra da olacak.

Benzer bir süreç sistem değerlendirmesi için de yaşandı. Sistemle ilişkiler konusunda sistemden tamamen izole olarak mücadele etme anlamına gelen sistemdışılık ideali zamanla pratikle karşılaştığı her alanda daralarak birçok yapı için belli alanlarla sınırlı kaldı. Sistem ile ilişkiler fıkhını salt teorik/soyut zeminde kuran ve soyut bir tevhid anlayışına sahip yapılar, pratik zeminde sistemle her türlü ilişkiyi bir “sapma” olarak değerlendirmekteler.

Teorinin, pratikle karşılaşmalarda yetersiz veya havada kaldığı görüldükçe ya daha bir içe çekilme, ya pratik zemini tevil etme ya da bulunulan zemini de dikkate alan bir fıkıh inşa etme yoluna gidilmiştir. Sistemle pratik zeminde gerçekleşen her karşılaşmada “haram/yasak alan”ın çerçevesi de daralmıştır. Hal böyle olunca da, yapılar durdukları yeri “müstakim” kabul ederek yekdiğerini sapma ya da entegre olma şeklinde itham etmişlerdir. Bahse konu tablo halen devam etmektedir.

İslamcılığın sistemle ilişkisi belli anahtar kavramlar çerçevesinde dönüp durmaktadır. Bunlar; sistem, sistemiçi-sistemdışılık, tağut, ilkesellik, muhaliflik, kimlik, değişim-dönüşüm, sapma, entegre olma şeklinde sayılabilir. Bunların dışında hatta üzerinde mutlaka değerlendirilmesi gereken bir diğer anahtar kavram ise “hareket fıkhı” ve “İslami siyaset teorisi”dir.

Şartlar Değiştikçe Fıkıh da Değişir

Fıkıh, değişkenler üzerinden şekillenir. Fıkha konu hususlar değiştikçe fıkhın da değişmesi gerekir. Bu yönüyle İslamcılığın genel olarak sağlam ve güncel bir hareket fıkhı üzerinden hareket etmedikleri bir vakadır. Fıkhın, metot tartışmalarında neredeyse hiç yer almayışının temel nedeni İslamcı yapıların büyük kısmında metodun rabbani görülmesidir. Çoğunlukla durulan yerin ve yorumun ilkeselleştirilmesi böylece sabitlenerek tabir caizce evrenselleştirilmesi sonucunda tartışılması gereken değişken hususlar tartışma dışı bırakılmıştır.

İslamcılığın Türkiye’de örgütlü yapılara dönüştüğü 70’li yıllardan bugüne camiaların İslami anlayışları, kapasiteleri, çapları ve aşamaları ile sistem, toplum, mevcut küresel dünya, araçlar ve daha nice husus değişmiştir. Hal böyle olunca İslami kesimlerin durdukları yer, sistem ve toplum değerlendirmeleri, bunlarla ilişki biçimleri, yani fıkıhları da değişmek durumundadır. Kur’an ve Resul’ün sireti de bize bunu Mekke ve Medine dönemlerinde Ehli Kitap, müşrikler ve sistemle ilişkilerdeki şartlara göre değişen uygulamalarla göstermektedir. Bu durumda sistem değişmişse sistemle ilişkiler de değişimin içeriğine göre yeniden şekillenecektir. Bu doğal olmanın da ötesinde esasen zorunluluktur. Bu değişimin sınırları, içeriği ve biçimi elbette İslami sabitelerle çelişmeyecek şekilde olmalıdır.

Ancak durduğu yeri ve bu sayılan meselelere dair yorumlarını ilkeselleştiren kesimler için her türlü değişim bir sapmayı işaretlemektedir. Her ne kadar bu yapıların da el’an durdukları yere gelene kadar nice değişimler geçirdikleri bir vaka ise de genellikle bu hassaten görmezden gelinmektedir.

28 Şubat’ın “Sistemi”nden Yeni Türkiye’ye

28 Şubat rejimi, İslam’a çok açık bir düşmanlık besleyerek, İslam’ı hayatın her alanından söküp atmak için çok yönlü saldırılar gerçekleştirmişti. Bu dönemde “devlet/sistem/paradigma” bu rejimle özdeş olarak okunuyor ve tanımlanıyordu.

Devlet kuruluş felsefesi itibariyle ve 2. Meclisten itibaren İslam’a ve Müslümanlara karşı uygulamaları zaman zaman yumuşasa da genellikle baskı ya da sıkı kontrol biçiminde cereyan etmiştir. Bu yönüyle de İslami kesimler, devleti “tağut” olarak tanımlayıp, devletin düşmanca tavrının gerektirdiği bir tavır geliştirmişlerdi.

28 Şubat sonrasında AK Parti iktidarı ile birlikte devletin seküler paradigması değişmemekle birlikte yönetim sisteminde ve uygulama zemininde gelinen noktada çok büyük değişimlerin yaşandığı inkâr edilemez. İslam’a son derece hürmetkâr, İslam’ı düşman olarak görmeyen, İslam’ı yok saymayan, laikliğin din ve vicdan özgürlüğü olarak yeniden tanımlandığı, ümmet menfaatinin gözetildiği, ümmet coğrafyasındaki mazlumların hamiliğinin yapıldığı, İslami söylemin devletin her kademesinde yer bulduğu ve “Yeni Türkiye” olarak tesmiye edilen bir vasata gelindi. Tabi ki bunlar devletin kapitalist, seküler karakterini değiştirmiyor. Ancak 28 Şubat’tan bugüne devlete hâkim olan anlayışın radikal bir biçimde değiştiği, devlete çöreklenmiş vesayet sisteminin büyük oranda kaldırıldığı, küresel emperyal sistemden nispeten bağımsızlaşıldığı bir sürece gelindiği de göz ardı edilemez.

İslami kesimin sistemi değiştirme mücadelesi veren AK Parti hükümeti ile ittifak kurarak, bu zemin üzerinden “sistemle ilişki”lerini yeniden inşa ettiği, yeni bir fıkıh belirlediği bir süreci yaşıyoruz. Burada AK Parti ile sistem arasındaki makasın Müslümanlık lehine daraldığı oranda İslami kesimlerin ikisi arasındaki ayrımı yapma ihtiyacını hissetmediği de açıktır. Muhalif kimliğin yöneldiği hedef, 28 Şubat döneminde bir bütün olarak tağutî düzen yani “sistem” olarak belirirken, bugün muhalif kimliğin daha fazla AK Parti üzerinden İslami kimliği hedef alan -mesela FETÖ, CHP, PKK, ABD gibi- yapılara yöneldiğini görüyoruz. Burada temel soru şu olmalıdır: İslami kesimler, AK Parti üzerinden milliyetçi, muhafazakâr, mukaddesatçı, laik, seküler, Kemalist unsurlardan oluşan sistem paradigmasını da içselleştiriyorlar mı yoksa bu hususta temelde bir ayrıma gidiyorlar mı?

Bu noktada ikisi zayıf üç tavrın öne çıktığını görüyoruz. Birinci ve zayıf olan tavır, AK Parti’nin her koşulda desteklenmesi ve AK Parti’nin sahiplendiği paradigmanın sayılan unsurlarının da benimsenmesi şeklinde ortaya çıkıyor.

İkinci tavır, AK Parti sahiplense bile sistemin paradigmasını içselleştirmeyen ancak bununla birlikte AK Parti’ye ciddi destek veren, AK Parti’nin sistem paradigmasını sahiplendiği durumlarda ise -mesela Atatürkçülük gibi- buna itiraz etmeyi hikmetli veya gerekli görmeyenlerin tavrı.

Üçüncü tavır ise AK Parti’yi genel hatlarıyla destekleyen ama yeri geldiğinde de itiraz etmekten ve eleştirmekten geri durmayan, sistem paradigmasını açıkça reddedip bunu beyan eden bir tavır. Bu tavır da birincisi kadar olmasa da ikinciye göre oldukça zayıf kalıyor.

Bunların dışında sistemdışılık idealiyle AK Parti de dâhil sistem ve AK Parti hükümetiyle her türlü yakınlaşmayı reddeden ve her üç tavrı da “sapma” ile itham eden kesimler de var.

Gerek üç grubun gerekse de sistemdışılık iddiası taşıyan yapıların arasındaki ayrışma, salt pratik uygulamalara bakışla ilgili değil, bunun yanında hatta ötesinde, esasen yukarıda ifade ettiğimiz anahtar kavramlar ve İslami siyaset teorisindeki farklı yaklaşımlarla ilgilidir.

AK Parti Dönemi ve Muhalif Söylemin Kaybı

AK Parti dönemi ilk günden başlayarak, istisnaları çok olmakla birlikte, genel hatlarıyla İslami kesimler ve ümmet lehine gelişen ucu açık bir inşa süreci. Reel politiğin şartlarıyla hareket eden bir parti olarak AK Parti’nin bu zeminden kaynaklanan nice hatası ve hatta büyük kusurları elbette anılan İslami kesimler tarafından görülüyor. Ancak sürecin ucu açık ilerlemesi, inşanın tamamlanmamış olması, bütün bu sürecin vesayet odaklarıyla bir çarpışma eşliğinde ilerlemesi, kazanımları kaybetme riskini barındırması gibi etkenler AK Parti’ye verilen desteğin, yapılan itirazdan daha güçlü olmasını ve dolayısıyla ikinci tavrın büyümesini sağlıyor.

Tabi bu denge durumu, muhalefet edilmesi gereken konularda bir söylem zayıflığını ve kimlik aşınması riskini de beraberinde getiriyor. “Muhalefet edilmesi gereken konular” kavramını özellikle kullanıyorum çünkü kronik bir muhalif tavırla her durumda iktidar veya sisteme muhalif olmayı İslami kimliğin mütemmim cüzü veya olmazsa olmaz parçası olarak gören anlayışı doğru bulmuyorum. Nasıl ki İslami devlet bile olsa her durumda ve şartta destek verilemeyecekse, ister seküler ister dinî referanslı olsun bir iktidara her durumda muhalif olmak da gerekmez. Muhalif kimlik vurgusu, İslam düşmanları karşısında İslami kimliğin yansıması olarak öne çıkarılabilir ancak her zaman ve durumda İslami kimliğin yerine ikame edilemez. Nitekim düşmanlık sona erdiğinde muhaliflik de anlamsızlaşacaktır. O nedenle kimliğimizi tanımlarken İslami kimlik dememiz ne kadar doğru ve gerekliyse; mutlak bir tanımlama biçimi olarak muhalif kimlik de o kadar indirgemeci ve daraltıcıdır.

Aslolan muhalefetin gerektiği, itiraz etmenin şahitliğimizin gereği olduğu durumlarda susmamak, iktidara itirazı haykırmak, mazlumun ve mağdurun sesi olmak, şahitlik görevimizden kaçmamaktır. Tağuta, İslam düşmanlarına, milliyetçilik gibi ifsad edici söylem ve politikalara, İslam’dan uzaklaştıran gidişata, zulme ve haksızlıklara muhalefet etmek Müslümanlığın gereğidir. Diğer yandan bu konularda kötü bir sicili olsa bile Müslümanların genel maslahatı ve yukarıda bahsettiğimiz ucu açık inşa süreci de göz önüne alınarak iktidara toptan bir muhalefet yapmak da tabi ki ne doğru ne mantıklıdır.

Özellikle 15 Temmuz’dan sonra OHAL sürecindeki haksız ve hukuksuz bazı uygulamalar, ürettiği mağduriyetler ortadayken ve bu uygulamaların yargı ve yönetim sisteminde adeta teamüllere dönüşmesi tehlikesi açıkça belirmişken itiraz eden çevrelerin bu kadar azlığı ve itirazların cılızlığı muhalif kimlikten öte İslami kimliğin aşınması olarak görülmeli ve bu husus İslami kesimlerin gündemine daha sahici bir şekilde girmelidir. Üstelik söz konusu mağduriyetlerin büyük bir kısmı İslami kesimlerden kişi hatta kurumların başına gelmektedir. İLKAV’dan Yalçın İçyer ve Mehmet Pamak’a yapılan haksız gözaltılar ve vakfa yönelik baskılar; Furkan Vakfı’na yönelik baskınlar ve Alparslan Kuytul ile vakıf yöneticilerinin tutuklanmaları ve haklarında yapılan itibarsızlaştırma operasyonları; OHAL KHK’larının sebep olduğu on binlerce kişinin mağduriyeti; El-Kaide ve IŞİD baskınları adı altında belli kesimlere yönelik haksız tutuklamalar; FETÖ ile mücadele adı altında yürütülen operasyonlarda yasalar adeta makable şamil kılınarak inandırıcı deliller olmaksızın binlerce insanın terör örgütü üyeliği iddiası ile hapse atılması; muhalefete yönelik baskılar ve daha başkaca hükümetin haksız uygulamaları karşısında itirazı yükseltmek İslami kimliğin bir gereğidir.

Sonuç Yerine

80’li yılların sonu, 90’lı yılların başından beri sistem ile ilişkiler konusunda hararetli tartışmalar yürütülmekte ve bazı İslamcı yapıların sisteme entegre olmaya başladıkları, eksen kaymasına uğradıkları ifade edilmekte ve her defasında bir felaket senaryosu üretilmektedir. Ne gariptir ki o gün sapma ve entegre olmakla itham edilen camialar İslamcı kimliklerini ve istikametlerini muhafaza ediyorlar ve fakat hâlâ aynı suçlamalara maruz kalıyorlar. Bunun nedeni sahiden de bir sapma ihtimalinin mevcudiyetinin yanında herkesin durduğu yeri mutlaklaştırması ve kullanılan klişelerde ısrar edilmesidir.

İslamcılığın sistem ile ilişkilerini tartışırken, kullanılan anahtar kavramlardan sapma ve entegre olma gibi kavramları çıkarıp yerine meseleyi daha paradigmal düzlemde konuşmayı mümkün kılacak ve üstelik ufuk açacak şekilde “İslami siyaset teorisi” ve “İslami hareket fıkhı” diskurunu meselenin merkezine çekmekte fayda var. Aksi takdirde ithamları aşamayan eleştirilerden kimsenin nasibini alamayacağı, bu eleştirilerin meselelerin çözümüne katkı sunmayacağı açıktır.

İslamcılık, dinamik bir yapıdır. Zira paradigmasının temel bileşenlerinden birisi içtihattır. Türkiye özelinde İslamcılık bir gençlik hareketi olarak başlamış ve kadroların olgunlaşması, birikim ve kapasitelerinin artması, kentlileşmesi, üye profillerinin genişlemesi ve yapısal aşamaları nispetinde fıkıhları, yönelimleri, perspektifleri ve siyaset felsefeleri değişmektedir. Kimi zaman gelinen nokta, pratiğin önünde sürüklenme şeklinde de olmuştur ve bundan sonra da olacaktır. Ancak İslami kesimlerdeki değişimler, genellikle pratik meseleler karşısında aktif içtihad süreçleri işletilerek gerçekleşmiştir.

Bazen şartların değişmesiyle yeni aşamalara geçilmiş bazen de -şimdilerde olduğu gibi- romantizm terk edilerek reel sınırlara çekilmek durumunda kalınmıştır. Her ikisi de bilinçsiz tercihler değil içtihadi süreçlerin neticesinde ortaya çıkan bilinçli tercihlerdir. İslamcılığın, AK Parti ile kurduğu ittifak tek taraflı bir teslimiyet şeklinde değildir ve hiçbir zaman da olmamıştır. AK Parti öncesinde de gerek Özal’ın ANAP’ı gerekse Erbakan’ın kurduğu siyasi partilerle kurulan ittifaklar için de bu durum böyledir.

Elbette bugünün dünden farklı yanları söz konusu. Bunun başında da AK Parti hükümetinin vesayet çarkını kırarak devleti dönüştürmede başarıyı yakalamış olması ve bunu halen sürdürmesi geliyor. Dolayısıyla kurulan ittifakta hem güçler dengesi AK Parti’nin lehine çok fazla bozulmuş hem de İslami kesimin bu süreçteki kazanımları bütün cumhuriyet dönemindeki kazanımlardan çok daha fazla gerçekleşmiştir. Bu ilişkinin/ittifakın Katolik nikâhı ile kurulmuş olmadığını, tarafların tavırlarının süreci belirleyeceğini de gözden kaçırmamak gerekir.

Gelinen noktada, İslamcılığın toplam birikimi ve tarihi gözden geçirilerek, mevzunun daha yapısal ve paradigmal düzlemde ele alınıp İslami siyaset teorisi bağlamında değerlendirilmesi, yeni bir imkân olarak meselenin son derece daraltılmış bir alandan kurtarılarak daha geniş perspektiflerle konuşulmasını mümkün kılacak bir tefekküh zeminin oluşturulması gerekmektedir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR