1. YAZARLAR

  2. Ahmet Mayalı

  3. Yaz bana, dua et bana

Yaz bana, dua et bana

Mart 1996A+A-

Edebi bir tür olarak 'mektup', edebiyat tarihi boyunca kimi zaman fikri, edebi ve sanatsal tartışmaların, kimi zaman duygusal alışverişlerin, kimi zaman da roman ve benzeri anlatı eserlerinin formunu oluşturmuş, tabir caizse onlara yataklık etmiştir. Farklı görüşlerin tartışıldığı mektuplaşmalarda genelde muhatapların her ikisini de okumak mümkün olabilmişken, duygusallığı ağır basan veya bir roman malzemesi olarak kurgulanan mektuplaşmalar monolog halinde bir seyir takip edegelmiştir. Ama bu monolog, çoğu zaman kuru diyaloga tercih edilebilecek; canlı, duygulu ve coşkun bir atmosfer yaratmayı da başaran türden bir monolog olabilmiştir. Çünkü sesini hiç çıkarmasa da, bir önceki mektuba tepkisini ya da genel hal ve gidişatını, bir sonraki mektuptan anlamaya çalıştığımız giz(em)li bir muhatabı vardır yazarımızın.

Metin Önal Mengüşoğlu'nun Pınar Yayınlarından çıkan "Ağabeyime Mektuplar"ı da işte böyle suskun ve meçhul bir ağabeye yazılmış mektuplardan oluşuyor. Aslında suskunluğunu hep korusa da, tümden meçhul kalmıyor bu ağabey. Her şeyden önce, kendinden büyük 'karındaş'ı olmayan Mengüşoğlu'nun "ağabey"i ile kardeş çocukları olduklarını öğreniyoruz. Ayrıca küçük yaşlardan itibaren aynı ilgileri birlikte paylaşarak; İslam'ı ve hayatı okumaya beraberce koyulduklarını ve ağabeyin de "Asyalı Ozan" gibi sanatçı duyarlılığı ile yoğrulu olduğunu öğreniyoruz. Ve son mektupta da, hayatının tekdüzeliğinden yakınan ağabeyin mesleği hakkında bilgi sahibi oluyoruz: Mengüşoğlu, hakimlik yapan ağabeyinin "eli kalem tutan, düşünen, duyarlı bir insan olarak, kendini yıllardır soğuk duvarlar arasında hapsetmiş olmasını" yakıştıramıyor ona ve kınıyor ağabeyini. Öyle anlaşılıyor ki, ağabey de rahatsız durumundan. İsraf edilmiş ömre mazeret bulmanın çaresizliğini yaşıyor belli ki. Ama sanatçı parıltısını tümden gölgeleyememiş "soğuk duvarlar". Bunu, Mengüşoğlu'nun, ağabeyine hatırlatma olsun diye mektubuna aldığı ve gerçekten usta işi olan dörtlükten anlamak mümkün: "Kaygusuz başını beyaz yastıklar / Çalmasın sahib'ol n'olur çocuğum / Onu bir gece de benden çaldılar / Uyanıp baktım ki yok çocukluğum".

Aslında, Pınar Yayınları'nın kitabın sunuşunda da hissettirdiği gibi, ağabeyin kimliği o kadar önemli değil. Çünkü "bütün hüneri samimiyeti olan" mektupların sıcaklığı, doluluğu, öğütleri, iç döküşleri, uyarıları ve sanatkâr bir yordamın berrak kaynaktan dosdoğruca yürünecek yolu işaretleyici, okuyucunun zihninde muhatabın kimliğini geri plana atmayı başarıyor.

"Ağabeyime Mektuplar"ın başına "On yıl sonraki (bir) önsöz" yazmayı gerekli gören Mengüşoğlu, onca zamana rağmen yazılanların güncelliğini koruduğunu vurguluyor. Bunu da, kendinden kaynaklanan bir ileri görürlülüğe değil de düşünce dünyamızdaki durağanlığa bağlıyor. Bununla birlikte bir takım değişim ve dönüşümlere tanıklık edildiğini de atlamıyor Mengüşoğlu: "İslam düşmanları karşısında acziyet ve komplekse kapılarak, İslam'ın geri olmadığını, değişime ayak uydurabilecek esnekliği bünyesinde taşıdığını söyleyip duran" bazı müslümanların da bu "değişim" ve "dönüşüm"e onay ürettiklerini belirtiyor. "Son Peygamber döneminden bu yana, transformasyon anlamında hak olanda, insani olanda, doğru ve yanlış olanda, ahlaki ve gayri ahlaki olanda, fıtri olanda değişen nedir?" diye soran yazar, müslümanların 'tecdid'le 'değişim'i birbirine karıştırmaması gereğini öğütlüyor ve ardından ekliyor: "Birileriyle birarada, huzuru (!) bozmadan, hele ille de kardeşçe (!) yaşamakla ödevli filan olmadığımızı ve yalnız mü'minlerin birbirleriyle kardeş olabileceğini asla unutmamalıyız".

Mengüşoğlu, düşünsel ve sanatsal anlamda ortaya bir şeyler koymayı amaçlayan amatör ruhlu çabalara; bir yılgınlık, kötümserlik psikolojisiyle dudak büken, küçümseyen ve hatta "Arkadaş biz bu filmi gördük, makarayı çevir" diyenler hakkında da şu tesbitlerde bulunuyor: "'Biz bu filmi gördük' derken kendi başlangıç noktalarını nasıl da unutmuş gözükürler? Nasıl da kendilerinden sonra yeryüzüne yeni kuşaklar geleceğinden, geliyor olduğundan ve onların gereksinmelerinden habersizdirler. Yeni kuşakların da birer başlangıç noktaları olacağını neden hesaplamazlar?".

Toplam 13 mektup yazmış ağabeyine Mengüşoğlu. 1 Kasım 1983 tarihli ilk mektupla başlayan karşılıksız yazılar serisi, "Bu sana son mektubum" cümlesiyle başlayan ve 1 Eylül 1984 tarihini taşıyan mektupla son bulmuş. Yürekten koptuğu yerin sıcaklığını taşıyan "Yaz bana, dua et bana, sevgili ağabeyim, selam sana" şiirselliğiyle bilen ilk mektuba da, daha sonrakilere ve ondan sonrakilere de cevap vermeyen ağabeyine, yazmasından ümidini kesmiş olmakla birlikle yine aynı şiirsellikle veda ediyor Mengüşoğlu. Şükranlarını sunuyor yine de ve Allah'a emanet ediyor onu.

Ancak bir ara ağabeyinden yanıt gelmiş olmalı Menguşoğlu'na. Çünkü 1 Mayıs 1984 tarihli mektupta (sh.61): "Beş aylık yazışmalarımızın bir dökümünü yapalım diye yazınca, nasıl da kıyıcı bir biçimde kaleme asılıp veryansın ediyorsun hayatındaki tekdüzeliğe. Suçlamadık hiçbir anını ve yönünü bırakmıyorsun tekdüzeliğin. Farkediyorsan eğer, gizli gizli kendini aradan sıyırıveriyorsun. Böylece kurtuldun gitti öyle değil mi ağabeyim?" diye yazması için, 1 Nisan 1984 tarihli mektubunda (sh.58-59) "Yazışmalarımıza başladığımızdan bu yana tam beş koca ay geçti. Bir döküm yapmanın zamanı geldi sanırım" şeklindeki isteğine ağabeyinden bir yanıt almış olması gerekiyor. Ve bu yanıt da, muhtemelen 1 Nisan 1984 ile 1 Mayıs 1984 arasında bir tarihte eline geçmiş olmalı. Oysa ki, 1 Eylül 1984 tarihli son mektubunda Mengüşoğlu, "Senden, şu bıkıp usanmaksızın sözünü ettiğim, yıllar önceki son mektubundan bu yana bir pusula dahi almadığımı bir kere daha yüzüne karşı söylemek istiyorum" diyor. Doğrusu biraz kafa kurcalayıcı bir durum. Tabii ki burada, kurmaca bir eserin gerçeklik zeminindeki mantık kaymalarını irdelemiyoruz. Onun için de bu durumu biz, günleri çoğaltan hasretlerin yükünü sırtlanmış "Asyalı Ozan"ın yüreğinde, ayların yıllara tahvil edildiğine yoruyoruz. Zaten Mengüşoğlu da mektuplarından birinde Goethe'nin bir yanılgısını düzeltirken şöyle demiyor mu: "Bütün trajik durumların ana motifi hicran (ayrılık)dır".

Önemsiz de olsa kitapta kafamızı kurcalayan bir diğer husus da, son iki mektubun, diğerlerinden farklı olarak neden "Ağabeyime Notlar" üst başlığıyla yayımlanmış olduğu. Oysaki, bunlar da diğerleri gibi 'mektup'. Hatla Mengüşoğlu da sonuncusuna "Bu sana son mektubum" hitabıyla başlıyor. Bir de diğer mektuplarda ihmal edilmemesine rağmen, 1 Mayıs 1984 tarihli mektubun başına alıntılanan dizenin kime ait olduğu belirtilmemiş. "Hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten" dizesinin Ülkü Tamer'e ait olduğunu not düşelim. Ola ki, merak edeni çıkar.

Kısa, fakat derin soluklu bir okuma sofrası kurmuş Mengüşoğlu. Fikre, hisse ve sanata dair değişik tatlar bulabilmek mümkün bu sofrada. Son sözü yine ozan söylesin:

Eksilen bir şey vardı bazı

yerlerimde

Kendime kelimeler ekleyip

artırdıkça

Yitip gidiyordum dökülen

esvaplarımın içinde

O ağlamaklı yüreğimi

göremiyordu kimse

Oysa avuçlarımda

taşıdığım buz

Yetişirdi karnındaki

yangını söndürmeğe

Yurdum,

kehribar renkli toprağım, taşram

Benim ağustos sıcağında

üşüyen tarafım

Hüzünlü bir tebessümden başka

ne verdin bana

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR