1. YAZARLAR

  2. Yılmaz Çakır

  3. Hak ile Tavsiyeleşmek

Hak ile Tavsiyeleşmek

Mart 1996A+A-

İçinde yaşadığımız toplumda Kur'an mesajına kulak vermenin onu yaşamaya ve yaşatmaya gayret göstermenin önemi çok büyüktür. Yaratılış amacına uygun hareket etmeyi unutmuş, vahyi bildirimleri terk etmiş ya da terk ettirilmiş insanlar arasından sıyrılarak Kur'an'ın arı duru kaynağına ulaşabilmeyi başarmak pek de kolay bir iş değildir. Tevarüs edilen geleneğin hurafelerini aşmak bunu yaparken çağdaş modern kafirlerin tuzağına da düşmemek elbette büyük ve önemli bir iştir. Her şeyden önce bu, basiretli olmayı, gayretli olmayı, samimi olmayı gerektirir. Şükürler olsun ki bugün, bu yoldaki ve yöndeki gayretlerin daha bir arttığı gözlenmektedir.

Dört Terimlerle, Yoldaki İşaretler'le, Fizilali'l-Kur'anlar'la toprağa atılan tohumlar yeşermiş, ülkenin çok değişik yerlerinde ekin olmaya durmuştur. Her ne kadar bu ürünlerden kimileri şimdilik bünyelerinde bir takım zayıflıkları, eksiklikleri ve hatta yanlışlıkları taşıyor olsalar da bu onların önemini ve değerini ortadan kaldırmaz.

Ankara'da bazı müslümanlarca; Süreli Siyasi Haber Yorum Bülteni olarak çıkartılan "Mücahede Bülteni"ni de bu çerçevede değerlendirmek icab eder. Mücahede Yayınlan'nın çıkarttığı söz konusu bültenin elimize ulaşan ikinci sayısı "Kur'an'a Davet" başlığını taşımakta. Kur'an'ı yaşamaya, tatbik etmeye dönük çabalara ayetlerle ışık tutmak ya da ayetlerin ışığında Kur'an'ı yaşamlaştırmaya çalışmak gibi halis bir niyetin taşıyıcısı olduklarını sandığımız bu kardeşlerimizin söz konusu bültendeki kimi ifade ve yorumlarının yanlışlığını düşünüyor olmamız bizi "hak ile tavsiyeleşme" espirisi dahilinde hareket etmeye şevketli. Bu cümleden olarak Mücahede Bülteni'nde göze çarpan şu yanlışlıklara dikkat çekmek istiyoruz.

1- Bülten'in 28. sayfasında şöyle denmektedir: "Vakıfların önemli olan yönü egemen güçten izin alınmasıdır. Tüzüğü ne olursa olsun bütün vakıflar egemen gücün kontrolünde oldukları için, yapılan hareketler onun adına yapılmış demektir. Bunu vakıfçılar kabul etseler de etmeseler de böyledir... Yani vakıfçılar zulmünden korktukları sistemin icazetiyle davet yapmakta, sistemin izin verdiği ölçüde yüce Allah'a kulluk(!) etmektedirler."

Mücahede Yayınları'nın Evrensel Mesaj adıyla yayınladığı kitapta da parti, dernek ve vakıf kuruluşlarına yönelik olarak ortaya atılan ve "icazet alma" eleştirisiyle başlayıp "tağuta kulluk etme" iddiasıyla sonuçlandırılan hükümlerin hatalı olduğunu düşünüyoruz, özellikle söz konusu kitabın ilgili bölümünde varılan hükmü doğrulama sadedinde alıntılanan ayetlerin (2/2, 68/8, 4/144, 60/4) içeriklerinden böyle bir hükme varmayı zorlama olarak değerlendirmek mümkündür. Zira ayetlerde tağutu inkar, kafirleri dost tutmamak emredilmektedir. Dernek ve vakıf kurmayı tağuta kulluk etmek olarak nitelendirmenin ve onlar için "onların çoğu Allah'a şirk koşmadan iman etmez" (12/106) diyerek müşrik demenin maalesef ucuz bir tekfir metodu olduğu ortadadır.

Dernek ve vakıf kurmak nasıl olur da şirk olur. Eğer izin almak noktasından diyorsanız bu insanları müşrik ilan etmek için yeterli olabilir mi? "Zorunlu" olarak gerçekleştirilen bir prosedür gereğince hareket etmeyi böylesi bir ağır dille eleştirmek yerine kurulan dernek, vakıf vesairenin yapıp ettiklerine göre değerlendirilmesi daha doğru ve faydalı olmaz mı? Meseleyi hemen aklımıza gelen bir iki örnek çerçevesinde Kur'an'da, Hz. Yusuf'un evinde kaldığı kadının şirretlikleri sadedinde anlatılan olaylar çerçevesinde düşünelim. Kadın kendisinin Yusuf'a olan ilgisini kınayanları çağırır ve Yusuf'a "çık karşılarına" der (12/31). Yusuf, 'tağut'un bu emrine uyar. Ama aynı 'tağut'un Kur'ani ilke ve ahlaka aykırı isteklerine zindana atılma pahasına uymaz. Çünkü emirlerden biri şekilsel (bir tür prosedür gereği) İken, diğeri inanç (muteva) ile ilgilidir.

Yine Mümin suresi olarak da bildiğimiz surede, sureye adını veren mümin adamla ilgili anlatılanlar da ilginçtir. Allah Firavun ailesinden ve onun sarayında mümin bir adamdan bahseder. Ve onun Musa'ya arka çıkmasını övgüyle anlatır. (40/28-35) Oysa Firavun sarayında bulunmak Firavun'un prosedürlerine uymakla mümkündür. Mümin adam prosedürlere takılmadığı için tebliğini yapmıştır. Daha doğrusu burada önemli olan onun sarayda olup olmadığı değil, orada ne yaptığıdır.

Hz. Muhammed'in siyerindeki "eman" müessesesi ile peygamberlerin aşiretlerinin onlara arka çıkmaları da tağut ve mümin ilişkisinin şekli, basit, ilişkilere dayanarak mahkum edilemeyeceğini gösterir. Eğer tağuttan izin almayı şekilden ibaret görmeyip muhtevaya da yansıtırsak elbette bu tağuta kulluk etmek olur. Ama neden böyle olsun ki, bunun böyle olmadığı tağutun bizatihi kapattığı, ya da kapatmak için can attığı dernek, vakıf ve partilerle de sabit değil midir?

Yine izin almak sadece dernek, vakıf vasaire için mi şirktir? Mesela yayınını yaptığınız kitap ve bülten için gösterdiğiniz posta kutusu için tağuttan müsade aldınız denilebilir mi? Yine kuruluşu bizatihi dernek ve vakıf gibi bir takım şekilsel formalitelere bağlı radyolara sırf bu yüzden şirk yuvalan diyebilir miyiz? Eğer evet derseniz onlara nasıl olur da sizin kitabınızı tanıttılar diye teşekkür edebilirsiniz? (bkz. Evrensel Mesaj sy. 247)

2- Bültenin 28. sayfasında kurum ve kuruluşlarını tağutun izni çerçevesinde sınırlamayanlar için kullanılan "kendinizi kendi ellerinizi ateşe atmayın" ayeti ile "kim şeref istiyorsa (bilsin ki) şeref tamamen Allah'ındır" ayetleri de sanırız yanlış yerlerde kullanılıyor. Hele "kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın" ayeti böylesi bir uyarı için pek uygun bir kullanımı oluşturmamaktadır. Malların Allah yolunda harcanmasını böyle yapılmaz ise bunun insanın kendisini tehlikeye atması demek olacağını beyan eden Kur'an ayetini tabi bağlamından kopuk düşünmek hata olur. Aynı şey ikinci ayet için de söz konusudur. Şerefi tağutun yanında aramak, tağuta yandaş olanlar içindir. Onu ortadan kaldırmak için çaba gösterenlere, velev ki yanlış araçlarlar kullanmış olsalar bile böylesi bir yakıştırma uygun olamaz,

3- Bültenin 27. sayfasında da Şura suresinin 7. ayetini yorumlama bağlamında "Bugün şehirlerin anası başkentler olduğuna göre davet yoğun olarak başkentte ortaya konulur, çevre yerlerindeki davet ve davetçiler merkezle bütünleşmek zorundadırlar" diyorsunuz bu söyledikleriniz müminlerin bir araya gelmesi birlik ve beraberlik içinde olması kaygısıyla ise -ki öyle olduğunu sanıyoruz- güzel bir hassasiyetin Fakat şehirlerin anasının bugün için bütün ülkelerin başkentleri olduğu düşüncesi pek doğru olmasa gerektir. Özellikle yaşadığımız ülke de dahil olmak üzere birçok ülkenin başkenti diğer bir çok şehrinden daha önemsiz ve "ummu'l-kura" olmaya daha az layık bir görüntü içindedir. Şehirlerin anasını sadece yönetimin merkezinin bulunduğu yer olarak algılamak da doğru olamaz. Kültürün, ticaretin, sanayinin, nüfusun, işlekliğin vb. bunda önemli payı vardır. Vakıa itibariyle de durum bunu göstermektedir. Burada da aslolan nerede bulunurlarsa bulunsunlar şu ya da bu şehirdekilerle bütünleşmekten ziyade doğruları yakalamış insanlarla ve doğruyu yaşamak cehdi içinde olanlarla bütünleşmek gereğidir. Bu hususta Kitabullah'ın mesajı açıktır. "Hayır işlerine koşun nerede olursanız Allah sizi bir araya getirir. Şüphesiz Allah her şeyi yapmaya kadirdir." (2/148)

4- Kur'an bize Rabbimizin yoluna "hikmetle ve güzel öğütle davet et" buyurmaktadır. Yine bu hususta Firavun'a bile güzel söz söyleme emri verilmektedir. Hülasa tebliğci tebliğini eğip bükemez ama üslûbunu, tebliğ biçimini güzel kılmak durumundadır. Mücahede bülteninde yer alan kimi cümlelerin bu dikkat ve hassasiyetle çeliştiğini düşünüyoruz. Örnek olarak müslüman bir şahsiyetten bahisle şunlar deniliyor: "Bir zamanlar, demokratik sisteme küfretmeyi radikallik sayan, Kur'ani gerçeklere yönelmek yerine, sağdan soldan kimi kitaplardan topladığı "şeriat" sözcüklerini demokratik düzen alerji duyuyor diye gazetesinde toplayıp yazan, küfre karşı tepkisellikten kaynaklanan bir tavırla kati bir tutum izleyen, biçimsel olarak ülkücülüğün heyecanını taşıyan ve bunun sonucunda bir uçak kaçırarak - onu da yüzüne gözüne bulaştırdı ya- bir sürü şamatayla cezaevine giren...." bu ifadeleri Kur'ani güzel üslup ile bağdaştırmak mümkün müdür? Hani kendisini taşlama tehdidine rağmen babasına tebliğ ederken "Babacığım" diyen İbrahim örneğimiz? Hani Firavun ve kavmine "Ey kavmim sizin için o çağrışma gününden korkuyorum" (40/33) diyen 'mümin adam' örneğimiz? Bu konularda daha dikkatli olmak Kur'ani ahlakımızın bir gereği olmak durumundadır.

5- Son olarak "Kur'an'a Davet ve Kur'an ile onlara karşı büyük cihad" düsturu ile daha fazla uyuşacağını düşündüğümüz bir hususa dikkat çekmek istiyoruz. Gerek söz konusu bültende gerekse adı geçen kitapta Allah adına kandıranları sembolize etme bağlamında "Samiri" yerine "belam" sıfatını kullanıyorsunuz. Oysa Allah ve peygamber adına kandıranlara, Samiri sıfatı daha uygun ve doğru düşmektedir. Zira Samiri Kur'ani bir ismi ve vakıayı sembolize ettiği gibi Allah ve rasülü adına insanları kandırmayı da içerir. Bu konuda özellikle Taha suresinin 85-91. ayetleri ile konuyla ilgili diğer ayetlere bakılabilir. Bel'am ismine gelince bu isim Kur'an'da bulunmayıp Araf suresinin "Onlara şu adamın haberini de oku kendisine ayetlerimizi verdik de onlardan sıyrıldı çıktı. Şeytan onu peşine taktı. Böylece azgınlardan oldu..." (7/175-177) ayetlerinin muhatabı olarak İsrailiyat'tan tefsirlere aktarılmıştır. Adı Bel'am ibn Baura olduğu söylenen bu şahıs ile ilgili hiç de hoş olmayan birçok rivayette bulunulmuştur. Yine tefsirlerde Araf suresinin ilgili ayetleri ile ilgili olarak başka kimselerin adı da anılmıştır. Misal olarak, söz konusu hitabın Ümeyye ibn Salt'a yönelik olduğu, yine kimilerine göre hitabın Ebu Amr er'Rahib adlı bir rahibe yapıldığı da iddia edilmiştir. Bizce bütün bu isimlendirmeler zanna uymak ve "gayba taş atmak"tır (18/22) "Kur'an'a Davet" İsrailiyyat küllünün etkilediği zanlarla yapılamayacağı gibi Kur'an terminolojisi de İsrailiyyat menşeli olamaz. Hem zikredilen ayetlerde bahsedilen şahsın özelliği Allah adına kandırmak değil, Allah'ın ayetlerini terk etmiş olmaktır. Bu da kanatimizce olayın önemli bir yönünü teşkil eder.

Hülasa Kur'an'a davet gibi temiz güzel niyet ve gayretlerimizi daha bir yoğunlaştırmak hepimizin sorumluluğu olarak durmaktadır. Allah kendi Kitab'ını yaşama ve yaşatma çabasında olanların yar ve yardımcısı olsun.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR