1. YAZARLAR

  2. Hamza Türkmen

  3. Vesayet Sistemlerinde Kimliksel ve Siyasi Özgünlük Meselesi

Vesayet Sistemlerinde Kimliksel ve Siyasi Özgünlük Meselesi

Eylül 2022A+A-

Kur’an-ı Kerim’de dünya ve ahiret hayatı irtibatlandırılırken, dünyanın bizler için ahireti kazanmak amacıyla hakkın ve adaletin gerçekleştirilmesinde bir imtihan alanı olduğu ve insan için süslü kılınan dünya nimetlerine aldanılmaması hatırlatılmaktadır.1 Rabbimiz, hac ibadetini yerine getirdikten sonra nasıl dua edeceğimizi de tüm müminlere bildirmiştir:

“Rabbimiz! Bize dünyada da ahirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru.2

Ancak yüz seneden beri dünyanın geçici menfaatlerinden yararlanmayı helal ve haram sınırlarını çiğneyerek hayatın mutlak amacı haline getiren küresel kapitalist sistemin hâkimiyeti ve telkinleri altında yaşıyoruz. İtikadi, hukuki ve yaşayış tarzıyla ilgili “cahiliye”nin Batılı paradigma çerçevesinde küreselleştiği süreçte ittihad-ı İslam talebi, yeniden İslami uyanış ve diriliş çabaları devamlı olarak emperyalist politikalar istikametinde kötüleniyor ve suçlanıyor. Sosyal ve siyasal alanda da sürekli “Siyasal İslam başarı gösteremedi!” veya “İslamcılık iflas etti!” tarzı spekülatif suçlamalar yaygınlaştırılmaya çalışılıyor. İslami olanı seküler temelde yeniden tanımlamak isteyen küresel oligarklar ve işbirlikçi müfsidler tarafından yaygınlaştırılmaya çalışılan bu tür suçlamalarla tevhidî uyanış sürecimizin önünde barikatlar kurulmak veya rüzgârımız kesilmek isteniyor.

Münzel vahye ilgi gösterip İslam’a sevgi duyanları günahlarıyla birlikte dünyevi bolluk ve refah (istidrac3) ile buluşturmak; fani dünyanın aldanışlarıyla büyülemek ve biçimlendirmek isteyen yerel ve küresel bir şer cephesiyle karşı karşıya bulunuyoruz. Böyle bir süreçte ekonomik eğilimleri, idari veya siyasi itibar kazanma hevesleri içinde nefislerin kötü yanını okşayan, istidrac sapmasına yuvarlanan aldanış örnekleri sürekli gündeme getiriliyor.

Varoluşumuz gereği imtihan dünyasındayız. Zorluklar, korkular ve hileler karşısında hak ve adaletten yana azmini yitirmeden basiretle sabredenler ve dünyevi hesaplarına takılmadan sahih amellerini, İslami mücadelesini devam ettirenler var ve bu cevher potansiyelimiz en önemli maddi ümidimizdir. Ancak küresel kuşatmanın albenisi veya dünyevileşme karşısında itikadi tutumundan siyasi ve ekonomik ölçülerine, yaşama ve giyim tarzına kadar çözülenler veya çözülme yollarına sapanlar da var.

Kimileri dün “İslami kimliğim” dediği başörtüsünü çıkartarak; kimileri “İnfak için daha fazla para kazanacağım!” diye girdiği reel ekonomi yollarında “faiz” ve “ihtikâr4 hastalığına bulaşarak; kimileri dün “cahiliye” dediği ulusalcılık, sınıflılık, kariyer veya statü aidiyetlerine tazimde bulunma dönekliğini yaşayarak; kimileri Kemalist cumhuriyetin idollerine riyakârca rahmetler okuyarak; kimileri de tevhidî uyanış sürecinde edindiği kimlikten vazgeçtiğini ve “İslamcılığı çöpe attığını” açıklayarak acınası inhiraflar yaşıyorlar.

Birileri liberalizmin veya “nefs-i emmare”nin aşıladığı “birey” veya “ben” olma müstağniliğini veya bencilliğini yaşamanın; birileri yerel ve küresel müstekbirlerin ve müfsidlerin entelektüel övgülerine ve ikbal vaatlerine muhatap olabilmenin; birileri de tarihselci ve neo-modernist eğilimlerin müstekbirlerce itibar gören mevki ve statüleri kaçırmamanın derdinde.

Çözülüşlerine bin bir türlü teviller getirenler var. Ama İslami mücadele çizgisinden uzaklaşıp fıtratı, vahyî değerleri, Kur’an ahlakını ve Resulullah’ın sünnetini kenara bırakanların dikkate alınacakları tek olumlulukları; ancak ölüm gelip çatmadan “nasuh bir tövbe”ye5 yönelmeleri olacaktır. Öte yandan tüm cahilî kuşatmalar ve çözülmeler karşısında muttaki duruş sahibi şahsiyetlerimiz de var. Bizler kötü örneklikleri yok saymayalım ama teşvik için gündemde ve dost sohbetlerinde iyi örneklikleri dillendirelim.

İslami şahidlik ve mücadele görevinde Resulullah’a (s) uymaya çalışanlardan ayrılıp “ökçeleri üzerinde geri dönenler6 gibi, dijital çağda da İslami birikiminden sıyrılıp “aydınlanmış”(!) seküler modeller haline gelenler, demokratik aldanışlar gündeminde pazarlanmaktadırlar. Tabiî ki bu tür dönüşlerin kabahatinde “ene”leri yücelten kibirlilik hali söz konusu olduğu kadar, çevre etkenlerinin de illiyet bağı vardır. Örneğin rehberlik iddiası içindeki mübelliğlerin, İslami oluşum ve cemaatlerin -asılları belirlemede bireyin ve aklın ön planda olduğu, din ve geleneksel olanın arka plana bırakıldığı- modernitenin küresel kimliksel kuşatmalarına karşı ikna edici yeterli bir müfredata ulaşamamış ve cazibe oluşturacak sosyal bir model ortaya koyamamış olmaları7 -yani bunlar-ortak zaaf ve eksiklerimizdendir. Ayrıca ailelerimizi/ehlimizi İslami asıllara göre eğitmeye veya öğrenim almaya teşvik ve ortak yorum gereken konularda “teşavur8 pratiğine sevkedebilme azmi, iç dinamizmimizle ilgili önemli bir muhasebe alanımızı oluşturmaktadır.

Ailemiz veya ehlimiz için İslam’ın esaslarını ve “şûrâ” ahlakını paylaşacağımız bir yeterliliğe ulaşmak hususunda sabır içinde, hangi emeği gösteriyor ve fedakârlıkları paylaşıyoruz? Bu sorunun muhasebesini yapabilmek bütün mümin ve müminelerin sorumluluğudur.

Ulusal sistemlere mahkûm olduğumuz 20. yüzyılın ilk çeyreğinden bu yana kötü gidişatı durdurabilmek için inzivaya çekilmeyi çözüm olarak görenler yanında; mevcut siyasi işleyişte yer almayı hedefleyenlerimiz veya mevcut iktidarı demokratik yollarla veyahut devrimle ele geçirmenin çare olabileceğini düşünenlerimiz de oldu. Yani çaresizlik hissiyatının çaresi olarak ya Hicri ikinci ve üçüncü asırdaki mutasavvıflar gibi inzivaya çekilişi ya da saltanat sistemleriyle iş tutar gibi başımıza yeni inşa edilen seküler ulusal sistemlerin siyasetinde ve politik zemininde rol almayı veya zorla iktidara gelme hedefini temel bir çıkış yolu olarak gören Müslümanlarımız oldu.

Arapçada “siyaset” sevk ve idare, yetiştiricilik ve ihtiyaç gidericilik anlamlarında kullanılmıştır. Bütün resuller de yasaklı, sınırlı veya imkân oluşturabildikleri ortamlarda vahyin tebliği ve hayatlaştırılması örneklikleriyle birlikte amelî veya siyasi çabalar içinde olmuşlardır. Ve her halükârda açık kimliklerini / şahidliklerini ortaya koymuşlar, hakkın ve adaletin yürüyen tanıkları olmuşlardır.

Resullerin kıssalarına ve siretlerine baktığımızda siyaset, iktidar öncelikli değildir. Allah’ın elçisi Muhammed’in (s) siretinde siyaset, topluma egemen olan şirk kültürünü ve uygulamada hüküm süren tuğyanı, her türlü şirki ve zulmü nefislerden ve halkların kültüründen söküp atmak amaçlı vahiy ümmetinin inşası ve niteliğinin geliştirmesi gayretleriyle birlikte gerçekleştirilmiştir. Vahye inanan tüm müminleri de Kitab-ı Mübin’inde Rabbimiz bu farziyete yönlendirmektedir.9 Resulullah’ın fiilî sünneti olan Siyer-i Nebi de bu uygulamanın “üsve-i hasene10 olan tanımıdır.

Artık Türkiye’de sayıları az da olsa tevhid inancını bütünsel olarak kavrayan ve bu kavrayışı tanıklaştırmaya çalışan, hak ve adalet ölçülerini hayatlaştırmak isteyen insanlarımızın çabası birbiriyle irtibatsız değil. Bu kişiler arasındaki “tearuf”u,11 esnek veya yakın irtibatları güçlendirmeye çalışmak “muslihun”un12 her daim gündeme taşıması gereken bir görev olmalıdır. Bu uğurda cihadı üstlenme keyfiyeti inzivayı veya zalimlerin yoluyla uzlaşmayı ve resmî ideolojilere göre kılıflanmayı değil, saadet-i dâreyn mutluluğunu kazandıracak bir tanıklık veya “şûrâ istinbatına13 dayanan kucaklayıcı, özgün ve sivil bir siyaset takibini gerektiriyor.

Bu yolun istikamet kazanması da inşallah nefislerinde mutmain bir bilince, İslami kimlik olarak itikadda ve amelde Resulullah’ın (s) örnekliğini takip ederek vahyî tanıklık özgünlüğüne yönelenler tarafından oluşturulmalı ve tanıklaştırılmalıdır.

İnziva Formu mu Gizli Mücadele mi, Ulusal Sistemde Alan Açmaya Çalışmak mı?

Zaaflarımızdan da yararlanarak ümmeti parçalayıp ulus toplumlara dönüştürmek isteyen egemen konumdaki Batı temelli ilerlemeci hayat görüşünün ve içimizdeki Garpzedelerin baskıcı, yasakçı ve kanlı hak ihlalleri ile yaşattıkları zulümlerle hem-hal olmuş bir süreçten geliyoruz. Batıcı-Kemalist sistemin baskısı karşısında pasif direniş gösterenler içinde, çözüm arayışı için bir türlü çaba gösteren tutumları üç başlık altında tasnifleyebiliriz:

Birincisi: İnziva Formu

Türkçü-laik inkılâpların dayattığı ceberut süreçlerde hayatta kalan Müslimlerin önemli kısmı gerek imkânlarını koruyabilmek için gerekse gelecek nesillere bildikleri İslami değerleri taşıyabilmek için uzun süren inzivacı bir savunma merhalesine geçtiler.

İkincisi: Gizli Mücadele Eğilimi

Uzun süren inzivacı yaklaşıma mukabil; 1960’lı, 1970’li, 1980’li yıllarda İslami mücadelenin geleceğini gizlenerek mayalamayı tasarlayan bazı niyetler veya küçük öbekler halinde birtakım pratikler oluşmuştu. Ancak bu tür niyet ve teşebbüsler sistem tarafından marjinalleştirilip korku objesi haline getirilecek mecralara kilitlendi.

Üçüncüsü: Mer’i Sistemde Mevki Almayı Önemseyenler veya Alan Açmaya Çalışan Demokratik Teşebbüsler

İnziva pasifizmi veya gizli mücadele hayalciliği karşısında, vesayet şartları içinde kimliğini ve söylemini kılıflayarak rol alma eğilimi daha büyük bir taban oluşturdu. Ulusal sistemin politik mecrasında iç ve dış vesayeti geriletmeye, anasır-ı İslam’ın mirası olan “Türkiye halkı”nı hem ekonomik zayıflık hem totaliter baskılardan kurtarıp inanç ve düşünce serbestisine ulaştırmak niyetiyle imkânlı kılma iddiasındaki teşebbüsler adalet, imkân ve serbestî arayışındaki kitlelerde karşılık bulabildiler. Ama mer’i anayasa çerçevesi içinde reel politik şartlarda karşılıklılık içinde olan bu buluşma, mevcut sistemde iktidar merkezli bir İslamcılık algısına; adalet ve liyakat konusunda pragmatik davranan ilkesiz bir güç tutkusuna ve bu süreçten nemalanmak için İslami esasları arka plana itici tevillere de neden oldu.

1970'li yılların başındaki Milli Nizam Partisi (MNP) ile ve onun çizgisini takip eden MSP, RP, FP ve SP hatta İslami niyet ve beklentiler içinde algılanan AK Parti icraatları içinde çoğu Müslümanın duçar olduğu şaz ve tevilci pratikler söz konusuydu. Yaşanan bu şaz ve tevilci yaklaşımlar resmî ideoloji yemininden seküler kutsal günleri tazime, defile fahşasına bulaşmaktan eğlence sektörüne iltifatlarda bulunma kirliliğine kadar uzanmaktaydı. Reel politik alan çukurlar, barikatlar ve tuzaklarla doluydu.

İslam’ı ve Müslimliğini gelecek nesillere taşıyabilmek, ehliyle yaşatabilmek ve ahiretini kurtarabilmek niyetiyle cahilî ortamdan geri çekilip inziva hayatına kapananların veya kendini ferdî olarak “iman kurtarma” çabasına adayanların; aynı gayelerle “Firavun’un hanedanında imanını gizleyen adam14 örnekliğine benzer kıssa bilgilerine dayanarak cahilî ulusal sistemler içinde yer alıp Müslüman nesillere ve ehline İslam’ı öğrenip yaşayabilecekleri bir vasat hazırlama niyetinde olanların samimi arzularını ve amellerini eksik ve zaaflı görebilir ve adalet içinde eleştirebiliriz ama samimiyetlerini kötüleyemeyiz. Çaresizliğini gizli mücadele anlayışı içinde tepki göstermek veya gelecek kalkışmalara hazırlanmak tercihi ile cevaplamaya kalkışanları da benzer bir yaklaşım içinde değerlendirmeliyiz. Parçalar şeklinde de olsa inziva tutumu içinde olanların da gizli mücadele safhasını gerçekleştirdiği inancıyla davrananların da müşrik sistemin işleyişinde yer alan İslami niyetli tutumların da İslami direnişe ve birikimimize kazandırdıkları olmuştur. Bu çabaların eksiklerini, zaaflarını ve yanlış taraflarını irdelememiz, bu insanlarımızın niyetlerini kötülememiz anlamına gelmemelidir.

Tabiî ki işaret ettiğimiz her üç tutumla ilgili göstermemiz gereken iyi niyetimiz, ihanet içinde Müslümanlara tuzak ve komplo kuranlar için geçerli değildir. Ümmet varlığına ve değerlerine tuzak ve komplo (‘mekr’ ve ‘keyd15) kuranlara göstereceğimiz tepkinin dozajını Resulullah’ın(s) siretindeki örnek davranışlardan dersler çıkartarak ayarlamalıyız.

İslami kaygı taşıyarak pasif, uzlaşmacı veya illegal üç farklı tutum içinde olan muhataplarımızı ise zaaf, eksik ve yanlışlarından dolayı kötülemeyi değil; hikmetle, sabır içinde, bilgi yeterliliği, üslup ve takva nezaketi içinde uyarmalıyız. Ve uyarmaya kalktığımız konularda kendi güzel hasletlerimizin, hasen amellerimizin de gelişip gelişmediğine dikkat etmeliyiz.

Ayrıca ister inziva şeklinde olsun ister müşrik düzende cahilî mekanizmalar içinde reel politika veya yasama veya reel ekonomi alanında var olmayı seçmek şeklinde olsun ister gizli mücadeleyi mutlaklaştıran yaklaşımlar olsun İslami değerleri korumayı ve müminleri imkânlı kılmayı amaçlayan niyet ve amellerin en doğru değerlendirmesinin tabiî ki haşr gününde Rabbimiz tarafından yapılacağını unutmamalıyız.

Rabbimiz, İslami mücadeleyi taşımaya azimli müminlere, hak istikametinde vahiy ile biçimlenen özgün adalet ortamları gerçekleştirmeyi; bu zemin için de itikadımızı ve amelimizi her türlü şirkten, tahmil edilen cahilî yasalar ve yönetimlerden, kapitalist ekonomik sistemden arınma imkânını ve iradesini nasip eylesin.

Nasıl Bir Çözüm Yolu?

Tabiî ki inzivacı yaklaşımların veya gizli mücadele tasarımlarının alternatifi, reel politika mecrasında var olmak değildir. Ama dağılmış ve rüzgârını kaybetmiş bir ümmetin çocukları olarak özgün ve ilkeli çözüm arayışlarını sünnetullaha uygun bir şekilde nasıl yakalayabiliriz?

Vahyi, modern şartlarda uygulamaya koymak konusunda örneklik oluşturacak fiiliyatta yaşayan bir resulümüz bulunmuyor. Ama onun izinde rehberliğine uyacağımız, “güven ve korku”ya dair haber ve meselelerimizi götüreceğimiz “ulu’l-emr16 heyetimizden nasıl bir çözüm bekleyebiliriz? En önemlisi de yerelde veya ümmet coğrafyasında farziyet ifade eden “tedebbür, tefekkuh, teakkul, istinbat” açısından tutarlı ve sahih birikimlere sahip böyle bir heyetimiz yok. Zaten bu rehberlik makamını uzun bir dönemden beri kaybetmiş bulunuyoruz. Bu makamın veya makamların “manevi şahsiyetini” genellikle İslami mücadelenin ıslah öncüleri ve takipçileri dillendirdiler, yaşadılar, yazdılar, anlattılar ve çoğu zaman da bedel ödediler. Ama “ulu’l-emr” emrini modelleştirememenin eksikliği, kurtuluşu tekil veya komite türü öncülerde görme zafiyetini getirdi.

İnziva pratiğinin, vesayet sistemi içinde alan açma gayretlerinin veya gizli mücadele tasarımlarının kimliğini gizleyen, takiyyeci, reformist, inkılâpçı veya ihtilalci yaklaşımların şaz olan yolları aşılamadı.

Dijital çağın kuşatması altında yaşadığımız süreçte çözüm yolunun aydınlığı, İslami kavrayışı uyumlu “sabikun” neslinin inşasıyla ve çağdaş/modern ilmihal konularımızla alakalı “şûrâlar” oluşturma bilincini ete kemiğe büründürerek istikamet bulabilirdi.

1970’li yılların ortalarından itibaren bu istikamete hizmet eden çabalar Türkiye’deki tevhidî uyanış sürecini besledi. Ama bu çabaların taşıyıcıları arasında müfredat ve metodik açılımlar hakkında yeteri kadar yakîni müzakereler yapılamadı ve güvene dayanan birlikte iş yapma becerisi geliştirilemedi. Ancak en iyilerimiz bile bağlayıcı şûrâ yeterliliği yerine, istişare/danışma oturumlarının emekleriyle ya da tekil ve komisyon veya komite kararları ile yetinmek zorunda kaldı. Sevk ve idare konusunda istişare örfünü yaşatmak bile ideal ve katılımcı bir gelecek için hazırlıktı. Ama “tevhidî uyanış sürecimiz” olması gereken bir modelleşmeye ulaşamadı.

İttihad-ı İslam istikâmetinde mevcut birikimimizi yeniden diriltmek ve ıslah etmek azmi ile 1908’de yayınlanan Sırat-ı Müstakim’in devamcısı Sebülürreşad mecmuasında dile getirilen çağrı ve tebliğlerin önü 1925 Takrir-i Sükûn Kanunu ile kesildi. Muvahhid ve muslih müminler ağır imtihanlardan geçti ve bedeller ödedi. Türkiye sınırları içinde kalan Müslümanlara kimlik olarak zorla Türk ulusçuluğu gömleği giydirilmeye çalışılırken yaşanan inziva ve kimliksel geri çekilme halini aşarak ilk defa İslam’ı itikadi ve siyasi bütünlük içinde açıkça savunma tanıklığını 1970’li yılların ortalarında gözlemledik.

Biz “ulusçu, sağcı, devletçi değiliz”, biz “Türkiyeli Müslümanlarız” çağrısı; ayrıca itikadi ve siyasi boyutuyla tevhidî bütünlüğü yayın hayatında gündeme getiren genç Müslümanların muvahhid kimlikli sesi oldukça önemliydi. Nisan 1976’da yayınlanmaya başlayan Düşünce17 ve Eylül 1977'de yayınlanmaya başlayan Yeni Ölçü18 dergileri, tevhidî uyanış sürecimizin kamuoyuna yansıyan açık ve sorgulayıcı, fikrî ve amelî inşaya dönük ilk teşebbüsleriydi.

Düşünce dergisi ilk sayısının takdim yazısında günübirlik siyasi hayatla ilişkili olmayacaklarını ama bu alanda kendilerinden olanların yanında olacaklarını19 beyan etti. Derginin yazı heyeti, 1977’de yapılan ve dindar kesimin partisi olmak iddiasındaki MSP’nin ağır bir yenilgi aldığı ‘Türkiye Genel Seçimleri’nden sonra, politik alanla ilgili yaklaşımlarını İslami özgünlük içinde net bir şekilde vurgulamıştı: “MSP, İslamcı ya da şeriatçı bir parti değildir; fakat İslamcıların veya Müslümanların partisidir.20

1977 yılında Ankara’da yayın hayatına başlayan Yeni Ölçü dergisi, MSP’nin genç tabanına sahip çıkan bir üslup içinde tevhidî bilinçlenme sürecinin tezlerini o cenaha taşımaya çalışan önemli bir araç oldu. Yeni Ölçü yayın hayatı boyunca, -MSP’li yetkililerin dışlamasına da mahal vermeyecek bir yaklaşımla- 70’li yılların sosyo-politik konjonktürü içinde sağ-sol çatışmasına bulaşmak istemeyen MTTB’li ve Akıncı gençler içinden “üstad ve ağabeyler saltanatı”nı ve resmî ideolojinin onayladığı din anlayışını aşacak bir nesil veya bir “Müslüman gençlik” şuuru oluşturmak amacı taşıyordu.21 Müslümanları nasslardan ve Resulullah’ın sünnetinden anladıkları bakış açısıyla uyaran ve ilkin fikirde ve amelde sahih İslami kimliklerin oluşumunu önceleyen bu çağrılar, cahilî sistem içinde yer alanların tutumlarını Mümtehine suresinde tasniflendiği22 gibi değerlendiriyordu:

İman edenlerle din hakkında savaşmayan ve onları diyarlarından çıkarmayan kimselere iyilikle yaklaşmak ama aksi davranış ve niyetler içinde olanları asla dost görmemek.

Yeni Ölçü yazı heyeti, MSP’nin 1977 Türkiye Genel Seçim yenilgisini Uhud muhaberesine benzeterek ele alan dönemin Müslüman köşe yazarlarının yanlışlarına uyarı yapıp “di’li geçmiş kipiyle” tashih yolunu açan şu hatırlatmada bulunmuştu: “MSP laik düzen içerisinde mücadelesini veren sosyo-politik bir hareketti. Vahiyle kurulmadığına göre Nuh’un gemisi olma özelliğine sahip değildi. Zira, Nuh Peygamber, gemisini, Allah’ın emri ile yapmıştı…23

Ümmet bağımız, “nimet”i kaybetme halimiz24 ile birlikte Batılı işgal hamlesi ve proje olarak da İslam âlemine ihraç edilen 20. yüzyılın başlarından itibaren fiilen yürürlüğe giren fikrî ve siyasi “ulusçuluk” uygulaması ile dağılma sürecine girdi. Ulusçuluk veya galat-ı meşhur olarak milliyetçilik akımı, icat ve inşa edilen ulus/milli devlet statüleri, İslami kimliğimizi baskı altına aldı; İslami uyanış ve ıslah çabalarımızı engelledi. Bu engelleme küresel müstekbirlerin baskı ve yönlendirmeleriyle de sürmektedir.

Artık “ümmet bağı” yerine ikame edilmeye çalışılan “ulus/millet bağı”, reelde parçalanmış ulusal tutsaklığa mahkûm oldu. Bu uluslaşma türü ırkçı değildi ama “vatan, bayrak, devlet, kavim” ayrılıklarına yönelme, seküler kutsallara dinî kılıflı izahlar getirme sığınmacılığı içindeydi. Uluslaşma algısı terbiye edilmiş haliyle de İslami oluşumların ve hareketlerin müfredatlarına sızan veya tevilci seküler engebeler oluşturdu.

20. ve 21. yüzyıllarda müminler için “Nasıl bir çözüm?” sorusu, öncelikle uluslaşma/millilik çeşitlerinin sekülerleştirici bütün sanal veya beşerî kutsallarını “La/Hayır” diyen bir hitapla cevaplandırmalıydı. “Şirk”i tarihin soyut tartışmalarında değil, Yaradan’ı dışlayıp insan aklını onun yerine geçiren Batılı paradigmanın ürünü ve Müslümanlara devrimler veya dayatmalarla biçim veren ulusal yapılarda aramalıydık. “Nakıs Halife” toplumunun dağılması travmasından sonra ulus devletler içinde ortaya konan İslami niyetli yaklaşımların tabiî ki olumlu hâsılasını tahkik etmeli; ama bu tarzların ulusal sistemin işleyiş formlarına göre şekillenen şaz algı ve pratiklerini aşmaya çalışmayı çözüm yolunda birincil gündem yapmalıydık.

İktidar Merkezli İslamcı Aldanış

Ümmet gücü zayıflayan ve ulus devletlerin tebaası konumuna düşen Müslümanlar, ulus devletler statüsü içinde iktidarda yer almayı veya iktidar olmayı niçin önemsediler?

Öğretmen, imam veya bürokrat olarak ulusal sistem mekanizmasında yer almak veya iktidar olmak için önemsenen öncelik, yürürlükteki vesayetten kurtulmak veya yeniden inşa süreçlerini başlatmak için imkân oluşturmak gayesini mi taşıyordu? Yoksa ulusal cahilî sistem içinde elde edilen statüleri tahkim etmek ve bâtıl nemalanma imkânlarını çoğaltmak eğilimleri içinde mi olunuyordu? Bu mecrayı güç ve birikimleri oranında mücadele alanı olarak gören Müslümanlardan bu alanlarda yer alan siyasilerin ve iş insanlarının belirttiğimiz bu iki eğilimi de birlikte taşıyanları, güven ve eminlik ilkelerini zedelemektedirler.

Bu konumdaki asıl soru şudur: Hizmet için iktidara ulaşılması, politik ve ekonomik güç ve statülerin elde edilmesi geçici araçlar olarak mı görülüyor; yoksa milli/ulusal devleti ve ekonomik kalkınma hedefli mer’i sistemi tahkim etmenin veya reorganize etmenin kimliksel erimeye iten bir tutsaklık yolunu mu oluşturuyor? Politik veya ekonomik güç olma yolundaki Müslümanlar elde ettikleri imkânları hak ve adalet yolunda araçsallaştırmakta mıdırlar yoksa yürürlükteki sistemle beraber statülerini devam ettirip yükseltme bencilliğinin veya bahanelerinin içine mi sürüklenmektedirler?

Ulusal sistemin bürokrasisi içinde yer alarak, iktidara ulaşarak veya ekonomik büyüme çabaları ile insanlığa ve Müslümanlığa sunulacak bazı hizmetler olabilir. Ama sivil istişare ve tavsiyeleşme ya da muhasebe kanalları kuramayan bürokratların, politikacıların veya iş insanlarının mer’i sistemin işleyişi içinde ulusal ve küresel kapitalist sistem tarafından devşirildiği de görülmektedir. Yani karşıtına benzeme sendromu karşımıza çıkmaktadır. Ulusal sistem yönetimlerinde iktidardaki aktörler değişse bile resmî paradigmanın dokunulmazlığı yanında devam ettirilen en önemli hakkaniyetsizlik, “siyasetin/politikanın pragmatizmi getireceği” veya “siyasetin/politikanın her zaman ahlakla yürütülemeyeceği” ya da “dış politikada ideallerin değil menfaatlerin geçerli olduğu” iddialarıdır.

Önemli olan ötekilerin ana kurallarını belirlediği başı kaostan ve koalisyonlardan kurtulamayan “parlamenter sistem” çoğulculuğu veya monist uygulamaları meşrulaştırmaya açık “başkanlık sistemi” inisiyatifçiliği içinde eşit hizmetin ve adalet tevzisinin sağlanıp sağlanamayacağıdır. Bu tartışma içinde sanki İslami yönetim özgünlüğünü taşıyormuş gibi saltanat geleneğinin bir ifadesi olan Osmanlı yönetim sistemini İslam’la aynılaştırma yanlışına düşülmemelidir.

MNP geleneği ile politik söylemde yer bulan “Yüce Padişahlar” güzellemesi ve II. Abdülhamid’i güncelleme eğilimleri, içinde yaşanılan sistemi İngiliz parlamenter monarşisine dönüştürme hayalini taşıyor gibi. Oysa İngiltere’de parlamenter monarşi değil, küresel kapitalizme yön veren sermaye baronları önceliklidir. Ayrıca Osmanlı padişahlarını da kendi tarihî şartlarında değerlendirmek gerekir.

Artık düşman atlarına karşı at beslemek yerine, F-35 uçaklarına karşı alternatif uçak projelerini pratiğe geçirme telaşı içinde olunduğu gerçeğini kavramalıyız. Yönetsel çözüm açısından da vahyî ölçülerimizle cihanşümul bir model inşa etmek yerine, tarihî şartlarda üreyen monarşinin veya demokrasinin keyfî tanımlarına hapsedilmemeliyiz. “Şanlı tarih” güzellemeleriyle alternatif üretmek hayali yerine, bu tarihin örfündeki şaz “saltanat” ve “siyaseten katl” uygulamalarının bilinç altlarımıza serpilen kirlerini en azından nasıl ayıklayacağımızı ve “eceli gelen ümmetleri/medeniyetleri25 yaşatmak yerine, hayatı vahiyle yeniden nasıl tazeleyeceğimizin derdini iman eden insanlarımızın muhayyilesine yerleştirmemiz gerekiyor.

Ayrıca ister parlamenter sistem ister başkanlık sistemi olsun, aktörler değişince değişmeyen tek umdenin ulusal çıkarlar olduğu görülebilmeli; ara çözüm tartışmalarının üstünde ulusçuluk vesayetinin oluşturduğu dayatmaların nasıl aşılacağı cihanşümul ölçekte, tatmin ve ikna sağlayabilecek biçimde gündemleştirilmelidir.

İktidar olma önceliği peşinde olan İslami mücadele anlayışı, ister devrimci ya da ihtilalci tasarımlar peşinde olsun ister demokratik yöntemler taşıyan bir hüviyet taşısın koşturacakları zorunlu alan ulusal sınırlardır. Vesayeti ve seküler ulusal sistemleri kendi öz güçlerine dayanarak ve kitlesel olarak nasıl aşacaklarının sahici hazırlıklarını yapamayan İslami çalışmalar da yerel ve küresel vesayeti aşmak isteyen özgürlükçü ama varlıklarını “çağdaş medeniyet seviyesi”ne ulaşmanın güçlü kılacağına inanan sosyo-politik hareketler de köklü bir inkılâbı gerçekleştirecek genel bir bakış açısı ve birikimden mahrumdurlar.

Bu tür çabalar “daha büyük olumsuzluğa karşı daha az olumsuzluk taşıyan” tercih özneleridirler. Yoksa insanlığa ve gençliğimize alternatif sunabilecek bir hidayet hareketi değildirler.

Tercihlerin “daha az olumsuz”dan yana kullanılması, söz konusu olumsuzluğun meşrulaştırılması anlamına gelmemelidir. Hakikat ve Müslümanların maslahatı söz konusu olduğunda bu tür ehven-i şer tercihlerin hükmü geçerli olmamalıdır. Böylesi bir muhasebe için de yine ehliyet erbabı Müslümanların “şûrâ” çalışmasına ve “ulu’l-emr” heyetine olan ihtiyaç öne çıkmaktadır.

Kuşatılmışlığın aynı zamanda çözüm olarak süregelen bildik ve şaz ezberlerin aşılmasında, İslami esaslara dayanarak gündemimize alternatif yorum ve analizler teklif etmesi gerekenlerin, var olagelen pratikleri eleştirmekten veya İslamcılık söylemini dışlamaktan öte bir seçenekleri yok. Bazıları da dertlerini İslam’ı azaltmaya çalışanlarla paylaşıyorlar.

Reel siyasette tartışmalı veya galat-ı meşhur olarak kullanılan İslamcılık bir taraftan gömlek çıkarır gibi sıyrılmak istenen, bir taraftan da günah keçisi ilan edilen bir tanımlama. Reel siyaset içinde yer alan AK Parti, Deva ve Gelecek partileri, hatta Saadet Partisi içindeki veya çevrelerindeki ve bu mahfillerden CHP ve HDP saflarına geçen zevat veya “eski İslamcılar”, bu ifadenin çağrıştırdığı anlamı bölücü olarak değerlendiriyor ve bu kimliği aştıklarını söylüyorlar. Bu zevattan bazıları LGBT’lilerin bile Müslüman olabileceğini iddia edip Müslümanlığı temel ritüellerden bile soyutlayarak sekülerleştirmeye çalışıyorlar. Bazıları da “AKP hükümetini iflas etmiş İslamcı bir iktidar” olarak değerlendirip “siyasal İslam” düşmanlığı yapıyorlar.

Oysa Olivier Roy isimli Fransız oryantalist ve destekçileri 1992 yılından bu yana “Siyasal İslam’ın İflası” tezini gündemleştirmeye çalışıyorlar, bahsettiğimiz zevat da bu yalana gecikmeli olarak katılıyor. Herhalde Türkiye’deki iktidarı darbe dışı baskılarla değiştirmekten bahseden ABD Başkanı Joe Biden’in, Batılı oligarkların ve Garpzedelerin gönlüne girmeye çalışıyorlar. Demek ki saflarımızdan çözülen veya devşirilenler bu iflas ilanını veya İslamcılığın bittiğini 30 yıllık geciken bir “intihal” veya analiz tembelliği ile anlayabiliyorlar(!).

Yasin Aktay’ın vurguladığı gibi biten veya bitmekte olan siyasal İslam değil, aksine “siyasal İslam” kavramlaştırmasının kendisidir.26 Birileri siyasi tutumla ilgili ayetlerin Kur’an’ın ancak yüzde 1’ini oluşturduğunu27 söylese de Kur’an’ın gösterdiği bütünlükçü yol haritası da Resulullah’ın sünneti de tevhidî ilkelerin amelî uygulamaları da siyasetle ilgilidir.

Diğer taraftan genel sosyoloji bilgisinin kabulüne göre “Her şey gibi politika da toplumun ihtiyaç ve taleplerine göre şekil alır.28 iddiası demokrasi teorisinin romantik söylemini tekrar ediyor gibidir. Bu iddiaların reel hayatta karşılığı olabilir ama bu yaklaşım fıtratın temayülleri ve kapasitesi bağlamında bağlayıcı ve aşılamayacak bir hüküm değildir.

Diğer açıdan da mevcut kalıpları aşmaya değil, reel politiğin işleyişine katmaya ve İslami potansiyelden güç almaya yönelik bir yaklaşımla “İslamcılığın bitişinden çok dönüşümünden, bu dönüşümün de katılımcı siyaset kanallarının açılması nispetinde mümkün olacağı”ndan bahsedilmektedir. Ve “Hilafetin kaldırılması travması üzerinden yürüyen İslamcılığın, şimdi bir tür ‘vatandaşlık siyaseti’ ile yeni bir tarz-ı siyaset ortaya” koyma eşiğinde olduğu söylenmektedir.29

İnzivacı tutumu aşma hamlesi ulusalcıların çitlerini ördüğü pazarda demokratik veya ihtilalci çözüm arayışı deneyimlerini yaşadı. Mevcut ulusal sistemin devlet mekanizmasında 20 yıllık AK Parti iktidarı döneminde ümmetin ve Müslüman gençlerin niteliksel gelişimi değil, Türkiye’nin gücü, beka güvencesi ve imkânları büyüdü. Türkiye büyürken yönetici muhafazakâr demokrat kadrolar tabiî hakları ve hukuk mekanizmasını geliştirmeye değil, diğer ulusalcı ideolojik öbeklerle Türkiyeciliği tahkim etmeye çalıştılar.

Yasakçı tek parti dönemlerinde, 12 Eylül ve 28 Şubat askerî darbe süreçlerinde topluma dayatılan tek tipçi modernist ve ulusalcı kimlik karşısında, muhafazakâr AK Parti iktidarı icraatta kamusal hizmet olarak bazı imkânlar sağladı. AK Parti iktidarı kimliksel söylem olarak sadece post-modern çoğulcu bir tavırla demokratik kimlik haklarının önünü açtı fakat hangi niyetle olursa olsun ırkçı yanını dışarıda bıraktığı milli/ulusal kimliğin yeniden idolleştirilmesi sapmasına rehberlik etti. Demokratik mücadele sahasında alan açmaya çalışan dindar insanlarımızın çoğu Aktay’ın dediği “İslamcılığı yeni bir tarz-ı siyaset” boyutuna taşımak yerine, tek parti döneminde bulaşılan “milli dindarlık” gömleklerini yeni bir tarzda dikmeye ve giymeye başladılar.

Rabbimiz hergün tekrarladığımız, öncelikle muhasebe ve yenilenme imkânı sağlayabilecekإِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ  نَسْتَعِينُ niyazında ifade ettiğimiz “biz” olabilmeyi; “hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir ümmet” veya ümmet nüvesi olmayı; ümmet öncülüğü ve örnekliği ile bizlere “felah, necat, halas, fevz, kurtuluş, zafer30 istikametinde yürüyenlerin yolunda olmayı ihsan eylesin.

İslami bütünü parçalayan veya bazı önceliklerini örten tartışmalı tutum ve yollardan ayrı durarak açık şahidlik ve tutarlılık gerektiren tebliğ ve adalet mücadelemizin özgünlüğünü korumalıyız. İslami özgünlük, diri ve sağlıklı bir tohum meseli31 gibidir. Zemini bulunduğunda “Bir tohumda yedi başak ve her başakta yüz tane (tohum)” olacağı örneği merhaleci mücadele ve tanıklık çizgimizi de aydınlatmalıdır.

Tarihi zaaflarımızın yükü altındayız. Ama sünnetullah algımız içinde gerekli yönetsel ve birlikte yapılacak istinbat kurumlarımızı oluşturma güç ve niteliğine henüz ulaşamasak da gideceğimiz istikametin yolunu açık ve anlaşılır kılmalıyız. Bu yol ıslah ekolünün dünden bugüne taşıdığı ince ama “hablullah”a32 tutunmak azim ve kararlılığındaki yaşayan “şehidlik yolu33 ve tutumudur. Engeller büyük, yükler ağır ama ahiret yurdu gerçektir. Önemli olan menzilimizden bir adım daha ileri gitme çabası içinde rıza-i ilahiyi kazanabilmektir. Islah ekolünün münevveri ve şairi rahmetli Akif’in dediği gibi:

Allah’a güven, sa'ye sarıl, hikmete râm ol
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.

 

Dipnotlar:

1-Âl-i İmran, 3/14.

2- Bakara, 2/201.

3- A’raf, 7/182; Kalem, 68/44. “İstidrac kişinin günahlarına rağmen istediği bolluk ve refaha kavuşması demektir.” (Müsned, IV, 145) Derece derece azaba yaklaştırılmak. 7/182 (Râgıb el-İsfahânî, Müfredat).

3- Haksız kazanç sağlamayı yasaklayan ayetlerin (Bakara, 2/188; Nisa, 4/161;Â’raf, 7/85) ihtikârı da kapsadığını söyleyebiliriz.

5- Tahrim, 66/8.

6- Bakara, 2/143.

7- Şûrâ fıkhını ve “ulu’l-emr” heyetini kurumlaştıramamış olmaları.

8- Bakara, 2/233; Bkz. H. Türkmen, Şûrâ ve Şûrâ Yönetimi, Ekin Yay., 2021, s. 36-37.

9- Â’raf, 7/181; Âl-i İmran, 3/104, 110.

10- Ahzab, 33/21.

11- Hucurat, 49/13.

12- Hud, 11/117.

13- Nisa, 4/83.

14- Mü’min, 40/28.

15- Neml, 27/50; Mürsilât, 77/39.

16- Nisa, 4/59; 4/83.

17- H. Türkmen, “Türkiye’deki Tevhidî Uyanışa Verilen Hizmet: Düşünce Dergisi”, Haksöz, Ocak 2000, Sayı: 106.

18- H. Türkmen, “Pratik Mücadelede Kimlik Oluşturucu Bir Araç: Yeni Ölçü Dergisi”, Haksöz, Mart 2000, Sayı: 108.

19- Takdim Yazısı, Düşünce, Nisan 1976.

20- Başyazı, Düşünce, Temmuz 1977, s. 3.

21- Başyazı, Yeni Ölçü, Haziran 1978, s. 3.

22- Mümtehine, 60/8-9.

23- Başyazı, Yeni Ölçü, 1977, Sayı: 51, s. 7.

24- Enfal, 8/53.

25- Â’raf, 7/34.

26- Yasin Aktay, İslam ve Sekülerleşme Kaynakları, Tezkire Yay., Ankara, 2017, s. 259.

27- A. Vehbi Vakkasoğlu, Bediiüzzaman Said Nursî’den Siyasi Tesbitler, Yeni Asya Yay., İstanbul, 1977, s. 7.

28- Mustafa Aydın, “Siyasal Gelişmeler ve Parlamentarizmin Çöküşü”, Umran, Ağustos 2022, Sayı: 336.

29- Aktay, A.g.e., s. 262.

30- Enfal, 8/45.

31- Bakara, 2/261.

32- Âl-i İmran, 3/103.

33- Bakara, 2/143.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR