1. YAZARLAR

  2. İsmail Yusuf Er

  3. Derinleşen Ekonomik Sorunlar, Dayatılan Finansal Teoriler ve Batılı Refah Yanılgısı

Derinleşen Ekonomik Sorunlar, Dayatılan Finansal Teoriler ve Batılı Refah Yanılgısı

Eylül 2022A+A-

Yaklaşık iki yıl boyunca dünyadaki üretimi ciddi oranda sekteye uğratan salgına karşı başvurulan tartışmalı önlemlerin ardından dünya ekonomisi ciddi şekilde yara aldı. Bir başlayıp bir biten kapatılmalar ve korumacı politikalar sebebiyle tedarik zincirlerinde meydana gelen bozulma, birbirine entegre olmuş dünya sanayileri için bir yıkıma dönüştü. Artık hiç ilgisi olmayan insanlar bile mikroçiplerden ya da tahıl emtiasından bahseder oldu.

Zaten bu süreç öncesinde ticari gerilimler gibi sebeplerle çalkantıların yaşandığı dünya ekonomisinde özellikle 2021 sonu ve 2022 yılında enflasyon ana gündem maddesi haline geldi. 2021 yılı sonlarından başlayarak ABD’li FED’in faiz davulları çalması ve buna karşın AB Merkez Bankasının daha ihtiyatlı bir tutum takınmasıyla piyasalar faiz-enflasyon-resesyon tartışmalarına başladı. Bu dönemde Türkiye’nin arka arkaya politika faizinde indirim kararı alması da eleştirilerin odağına yerleşti.

ABD, AB ve Türkiye’nin enflasyon verilerine baktığımızda şöyle bir uyuşma var, geçtiğimiz yılın ortalarından beri her üçünde de enflasyon sürekli olarak artış gösteriyor. ABD’de yüzde 1 dolaylarında olan enflasyon Mart 2021’de yüzde 2,6 olurken arkasından yüzde 4, 5, 6, 7, 8 ve 9’lu rakamları görüyor. AB’de ise Mart 2021’de yüzde 1,3 olan yıllık enflasyon bu dönemden artmaya başlayarak yüzde 9 sınırına kadar dayanıyor. Türkiye’de ise epey süredir yüzde 10 civarı bir banda oturan enflasyon 2020’nin son aylarında artış göstermeye başlayarak 2021 sonlarında yüzde 20’ye yaklaşıyor ve 2021 sonunda 40’a yaklaşıyor, 2022’de ise yüzde 80 bandına dayanıyor. Yani her ne kadar enflasyon rakamları arasında 10 katlık bir fark olsa da enflasyonun artış eğrisi aşağı yukarı aynı şekilde ilerliyor. Yüzde 1 civarı enflasyon yaşayan bölgelerde 9 kat artarak yüzde 9’a gelen enflasyon yüzde 10’un kanıksandığı Türkiye’de de 8 kat artarak yüzde 80 seviyesine ulaşıyor. Bu üç örneğe baktığımızda, Türkiye’de Merkez Bankası politika faizi 2021 ortalarında yüzde 19 iken 600 baz puanlık bir indirimle yaklaşık 12 ay içerisinde yüzde 13’e düşerken AB bu süreçte politika faizini yüzde 0’da tutuyor ve Temmuz ayında ilk defa artışa giderek yüzde 0,5 yapıyor. FED ise Mart 2022’de başlayarak faizi yüzde 0,25’ten yüzde 2,5’a kadar 10 kat artırıyor. Peki bu örneklerin tamamında enflasyon oranı niye benzer katsayı ile artış gösteriyor? Gerçekten dayatılan “Faizi yükselt, enflasyonu düşür!” iddiası doğru mu? Agresif şekilde faiz yükselten, faiz yükseltmemek için direnen ve faizi düşüren üç örnekte enflasyon aşağı yukarı aynı eğriyle artış gösteriyorsa bize dayatılan ekonomi tezlerini tartışmanın zamanı gelmedi mi?

Tam bu noktada enflasyonun gerçeği yansıtmadığını düşünenler olabilir ve haklıdırlar ama bu haklılık sadece Türkiye için değil dünya için de böyledir. Hissedilen enflasyon ile resmî enflasyon arasındaki fark özellikle son bir yıldır birçok ülkede epeyce büyüdü.

Sömürü Bitti mi?

Türkiye’deki ekonomi yönetiminin başarı ve başarısızlıklarını bir kenara bırakıp daha geniş perspektiften bir inceleme yaparak konu daha net anlaşılabilir diye düşünüyorum. Normalde iktisat sınırlı kaynaklarla sınırsız ihtiyaçlara cevap verme ilmi olarak bilinir. Bu semavattan koparılmış beşerî nazar ile rızık ve bereket gibi kavramların yitirildiği ortadadır fakat bu tartışmayı çok açarak konuyu başka bir yere taşımak da istemiyorum. Batılı devletler iktisada sınırsız ihtiyaç ve sınırlı kaynak gömleğini biçtikten sonra kendi “sınırlı” kaynaklarının sınırını artırma çabasına girmişlerdir. Bu noktada sömürgecilik faaliyetleriyle hassaten Afrika olmak üzere “az gelişmiş” yaftası yapıştırdıkları tüm bölgeleri birer çiftlik edasıyla işletmeye başlamışlardır. Bir yandan fiziksel iş gücü olarak insanları, bir yandan bakir coğrafyaların yeraltı ve yerüstü kaynaklarını ve bir yandan bu coğrafyaların pazarlarını her yönden talan etmiş ve kendi çıkarları için kullanmışlardır. Bugün insan haklarını dilinden düşürmeyen müreffeh Batı’nın temellerinde bu kanlı tarih yatmaktadır.

Günümüze geldiğimizde durum değişmiş midir? Batı tövbekâr olup insanları ve coğrafyaları sömürmekten vazgeçmiş midir? Halen şu sıralarda dahi birçok irili ufaklı ülke İngiltere, Fransa, ABD, Hollanda gibi ülkelerin sömürgesi olarak yaşamını sürdürüyor. Birçok ülkenin birçok başka ülkede askerî üsleri bulunuyor. Artık Fransa’nın bile kullanmadığı Frank niye Afrika’da kullanılmaktadır? Niye Afrikalı bankalar döviz rezervlerini Fransa’da tutmak zorundadır? Fransa Hazinesi her sene Afrika üzerinden yaklaşık 500 milyar dolar para kazanmaktadır. Bu sisteme sesini çıkaran Afrikalı liderler ise ya öldürülüyor ya da darbeyle indiriliyor. Fransa’da bulunan 59 nükleer santralin uranyum ihtiyacı Nijer ve Mali’den sağlanmaktadır. Bugün Batılı ülkeler Afrika’nın her yerini şirketleriyle de sömürmektedir. Şekerden kakaoya, kahveden muza, pırlantadan altına ve türlü madene, hangi noktada her ne değerli bir ürün varsa Batılı bir firma oraya çöreklenmekte ve insanların elinden yok pahasına bu değerleri çalmaktadır. Kâğıt üzerinde ise her şey legaldir. İşte bu yasallaştırılmış korsanlık düzeni Batı’nın refahının kaidesini oluşturmaktadır.

Akademi Neye Hizmet Eder?

Avustralyalı ekonomist Profesör Howard Nicholas bir seminerde şu ifadeleri kullanıyor: “Afrika, küresel olarak gelişmiş ülkelerin refahı için temel bir gerekliliktir. Bir hammadde üreticisi olarak Afrika’nın kritik bir rolü vardır. Sahra altı Afrika’nın bundan kaçmasına izin verilemez. Sahra altı Afrika’yı olduğu yerde ve fakir tutmak için her şey yapılmalıdır. Geri kalan herkesin refahı için bu hayati öneme sahiptir. Tüm ekonomik yapılar, tüm küresel kurumlar ve herkese öğretilen ekonomi; hepsi Afrika’yı tam olarak bulunduğu yerde tutacak şekilde tasarlandı. Avrupa, ABD ya da Çin olsun, bu hep aynıdır. Afrika’nın yoksullaştırılmasına ihtiyacımız var. Çünkü bu hammaddelerin sudan ucuz olmalarına ihtiyacımız var. Çünkü eğer Afrika farklı bir şey yaparsa sizi temin ederim Avrupa, Kuzey Amerika ve Asya’daki herkesin refahı düşer. Batı’nın büyük bir kavga olmadan buna izin vermeyeceğine sizi temin ederim. Üniversiteler ve akademik kurumlar bu işin suç ortağıdır. Pek çok Batılı akademisyenin işi Afrikalıları yaptıkları şeyi aynen yapmaya devam etmelerine ve fakirliklerinin onların kendi hatası olduğuna ikna etmektir.

Kaynağından koparılmış ve çürümüş Batıl(ı) bilgi anlayışı aktığı tüm coğrafyaların da canlılığına zarar veriyor. Yüzüklerin Efendisi adlı meşhur eserde kendisini takanlara kısmi ayrıcalıklar veren bir yüzük vardı fakat yüzük eninde sonunda kendisini yapan bir büyücüye hizmet ediyordu. Büyücü dışında yüzüğü elinde tutanlar aslında sadece büyücüye edilen hizmetin bir parçası haline geliyorlardı. İşte Batılı bankacılık sistemi, faize dayalı ekonomi teorileri ya da teknolojiyi üretme ve sunma biçimleri… Her biri yalnızca Batı’ya hizmet eden bir dişli sisteminin parçaları. Bunları kullanım kılavuzlarına göre kullandığınızda size refah getireceğini söylerler; oysa bu sistemler sömürgecilik faaliyetleri ile birlikte çalışmaya programlanmıştır. Malum olduğu üzere 1944’te imzalanan BrettonWoods Anlaşması ile paranın karşılığının altın olması bahsi son bulmuş ve dolar küresel çapta rezerv para haline getirilmiştir. Peki karşılığı olmayan bir para nasıl basılmaktadır? Merkez bankaları kâğıt parayı ya da kâğıt paraya karşılık gelen dijital parayı karşılıksız üretir. Bu parayı çeşitli şekillerde ve faizli olarak bankalara satar. Bankalar da bildiğiniz yöntemlerle ve faizli olarak bu parayı özel ve tüzel kişiler ile devletlere satarlar. Sonra da bu para tekrar merkez bankasına yollanır. Peki tüm bu parayı merkez bankası bastığına göre ve bu paranın faizi için daha fazla kâğıt para bulunması mümkün değilse bu faiz nasıl ödenmektedir? Yani merkez bankası 10 birim para üretip 11 birim karşılığında satıyorsa arta kalan 1 birimlik parayı nereden bulacağız? İşte bulunamadığı için sistem krize girmeye muhtaç kalıyor. ABD’de her sene borç limiti sebebiyle kriz çıkması ve borçlanma limitinin yükselmesi bundan kaynaklanmaktadır. Ödenemeyen faiz bir çığ gibi büyümektedir. Sonuçta sistem dönüp dolaşıp dışarıdan para enjekte edilmesini zorunlu kılmaktadır. Bunun içinde birkaç yöntem vardır: yatırım çekmek, ihracat yapmak, özelleştirme yoluna gitmek ya da sömürmek gibi seçenekler. Eğer ürettiğinizin üzerinde tüketiyorsanız ve yatırım çekemiyorsanız sisteminiz bir yerde borç yükü karşısında ezilir. Sömürecek kimse de yoksa ülke olarak iflas edersiniz. Bu, bireylerin bütçeleri için de geçerli bir hesaptır. Söylemeden geçmek doğru olmaz, burada yatırım diye bahsettiğimiz hadise de Afrika’daki şirketler örneğindeki gibi aslında sömürünün takla atmış bir biçimidir. Hiçbir yabancı şirket ülkenize hibe vermeye ya da fayda sağlamaya gelmez; bu ya bir tekelleşme ya da hammadde veya işgücünüzü ucuza temin etme hamlesidir. Maalesef ki pek çok ülke bu sömürü biçimi için çok uluslu şirketlere yalvarır hale gelmiştir.

Krize Sebep Veren Ekonomi Teorileri

Türkiye yıllarca cari açık vererek büyüdü ve borç yükünü artırdı. Özelleştirme ve yatırım gibi yollarla eline geçen parayı özellikle inşaat sektöründe değerlendirirken ihtiyacı olan pek çok ürünü dışarıdan satın aldı. Birkaç sene önce sistem alarm vermeye başlayınca da hızlı bir “yerli ve milli” üretim seferberliği başlatıldı. Üzerine siyasi gerilimler ve çatışmalar gibi başka sorunlar eklenince de sistem krize girdi. Bu özeti hepimiz üç aşağı beş yukarı zaten biliyoruz. Peki niye borç yükü Türkiye’nin çok üzerinde olan Batılı ülkeler benzer bir krize girmiyorlar ya da krizleri bir şekilde aşıyorlar? Yüz milyarlarca dolarlık krizlerden sonra bile ekonomik güç pozisyonlarını nasıl sürdürmeye devam ediyorlar? Mesela Çin’de son aylarda patlayan emlak krizinin boyutları trilyon dolarlarla ifade edilirken yuanın dolar karşısındaki konumu sadece 0,16’dan 0,15’e geriledi. Çin demişken Çin’in de Türkiye ile benzer şekilde faiz oranını son 1 yıldır düşürdüğünü ve enflasyon oranının sadece 2-3 kat kadar arttığını da ifade edelim.

Politika faizine ayrı bir parantez açacak olursak, geçtiğimiz günlerde kerameti kendinden menkul bir profesör video çekerek politika faizi ile piyasa faizinin birbirinden farklı olduğunu, Merkez Bankası politika faizi daha yüksekken piyasa faizi daha düşüktü, demek ki politika faizi düşünce piyasa faizi çıkıyor gibi düz mantık bir tahlil yaptı ve ne yazık ki birçok kişi bu zayıf tahlili paylaşır oldu. Sanki son bir yılda sadece Merkez Bankası faizleri değişmiş de Rusya-Ukrayna çatışmalarından tedarik-üretim sorunlarına kadar enflasyonu körükleyen diğer hadiseler gerçekleşmemiş gibi bir bakışla bankaların enflasyonist ortamdaki kâr maksimizasyonu çabalarını görmezden gelen bu zat temel meselelerin bile üzerini örterek hareket ediyor. Özellikle Türkiye’de bankalar mevduat yetersiz olduğu için Merkez Bankası ya da yurt dışından borç bularak müşterilerine kredi temin etmektedirler. Peki Merkez Bankası bankalara sunduğu likidite yöntemlerindeki politika faizini artırırsa piyasa faizi yerinde duracak mıdır? Ya da bankalar yurt dışına yönelerek gereksiz döviz borçlanma yoluna gitmeyecek midir? Politika faizini takiben artacak olan piyasa faizinin tek zararı borçlananların yükünü artırması da değildir. Yüksek faiz maalesef ülke içinde nakit para akışını kısıtlar; nakit para sahipleri fabrika açmak, iş kurmak ya da alışveriş yapmak yerine paralarını bankaların faizli mevduatlarında değerlendirirler. Bu da ekonomik aktivitenin donması anlamına gelir. Geçtiğimiz günlerde demeç veren Nobel ödüllü Joseph Stiglitz de arz kaynaklı enflasyonist ortamda, yani daha çok üretime ihtiyaç duyulurken faizlerin yükseltilmesinin üretim faaliyetlerini sekteye uğratıp daha fazla enflasyona sebep vereceğini söyledi.

Tüm ekonomik sorunların çözüm anahtarını bulmuş ya da bulacak değilim fakat şunu açıkça söyleyebilirim ki unvanları ne olursa olsun bilmiş tavırlarla “Faiz yükselmeli!” “Reform yapılmalı!” gibi açıklamalar yapagelen ekonomistlerin pek çoğu Howard Nicholas’ın sözünü ettiği akademik sistemin zihinlerini bulandırdığı insanlardır. Batı’nın ekonomisi de ekonomi teorileri de girdiği her ortamı krize sokacak ve her zihni zehirlemeye devam edecektir. Nasıl bir kurtarıcı olarak ortaya çıkan bankalar bugün bütün suların başını tutup bireyleri, şirketleri ve ülkeleri tahakküm altına aldıysa bankaların neşet ettiği yerden türeyen ekonomi teorileri de bu tahakküme hizmet etmekten ileri gidemez. Bize düşen önce bu atmosferin dışında düşünmeye çabalamak olmalıdır.

Ekonomi, ekonomistlere bırakılmayacak kadar değerli diye bir söz vardır ve bu, muhabbetler sırasında sıklıkla dile getirilir. Ekonomi alanından biraz çıkarak birkaç örnekle durumu netleştirmek istiyorum. Hepimizin korkulu rüyası haline gelen ve başta çocuklarımızı korumaya çalıştığımız GDO belasını gıda alanına sokanlar köylüler değil mühendislerdi. Afrika’da çocuklar üzerinde deneysel ilaçlar kullanarak ölümlerine sebep olanlar da arkadaşları değil tıp profesörleri idi. Bir insanın isminin sol veya sağ tarafında yer alan bir unvan onu herhangi bir alanda yüzde yüz haklı hale getirmez.

Gücü sermayeye ya da devlete teslim edip bir şekilde insanlara sahici olmayan bir haz vaat eden sistemlerin aksine İslam iktisadı hazza odaklı değildir. Pazar yerini mezarlığın yanına kuran Peygamberimizden (s) ve onun takibinde oluşan bakiyemizden koparak insana tüketen cesetler olmaktan başka hiçbir rol biçmeyen sistemlerde çare aramamız beyhude olacaktır. Müslümanlar olarak eşyayı devletin, şirketlerin ya da şahısların kadim ve ebedî mülkiyeti olarak görmek yerine emanet bilincini tekrar kuşanmalı, başta borç mekanizması olmak üzere iktisadi alanları yeniden oluşturma çabasına girmeli, faiz-kriz girdabından kendimizi korumalıyız.

Peygamberimiz (s) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz, faiz (parayı) artırsa da nihayetinde yokluğa götürür.” (İbn Hanbel, I, 395)

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR