1. YAZARLAR

  2. Rıdvan Kaya

  3. Tutarlı Cemaat Olma Sorumluluğumuz ve Aşılması Gereken Engeller

Tutarlı Cemaat Olma Sorumluluğumuz ve Aşılması Gereken Engeller

Haziran 1999A+A-

Egemenlerin irtica olarak yaftaladığı ve sömürü sistemlerine yönelik öncelikli tehdit olarak hedefe oturttukları İslami gelişim, Türkiye gündemini belirliyor. Karşımızda kuruluşundan itibaren kendini İslam karşıtlığı temelinde tanımlamış ve istikrarlı bir çizgi izleyerek bugünlere dek bu düşmanlığını sürdürmüş bir düzen var. Son yıllarda İslami gelişimin hızlanmasına bağlı olarak düzenin söz konusu düşmanlığı açık ve topyekün bir savaşa dönüştürdüğü görülüyor.

Gerek halkın büyük bir çoğunluğu, gerekse de gündeme getirdikleri İslami taleplerden dolayı düzen tarafından savaşın hedefi olarak seçilen kesimler, sergilenen baskı ve zulümleri sadece dehşetli gözlerle izlemekteler. Ne ezilmiş, sindirilmiş yığınların, ne de doğrudan zulmün muhatabı olan kesimlerin olan bitene karşı durmaya, tavır almaya mecalleri de, niyetleri de görülmüyor. Şüphesiz ne eklektik anlayışlara sahip bilinçsiz, örgütsüz yığınlardan, ne de sahih anlamda İslami bir dönüşümü hedeflemeyen oluşumlardan sağlıklı tavırlar sadır olmasını beklemenin alemi yok. Mamafih söz konusu süreçte tevhidi duyarlılık sahibi oluşumların da genel olarak pasif ve belirsiz bir tutum sergilediklerini görmekteyiz ki, bu durum mutlaka üzerinde çokça kafa yormamız gereken bir husus olarak öne çıkmakta.

Müslümanlar olarak karşılaştığımız bu olumsuzluğun pek çok nedeni bulunmakta. En başta Türkiye coğrafyasında sahih ve bütüncül bir İslami anlayışın, kökleri çok eskilere uzanmayan, nisbeten yeni yeni filizlenmekte olan bir olgu olduğunu akılda tutmak gerekiyor. Ayrıca akidevi, fikri, siyasi, yapısal pek çok zaaf ya da eksiklik de bu sonucun teşkilinde belirleyici rol oynamakta. Gerekli birikim ve donanımdan yoksun, hedefi ve programı belirsiz, dağınık iç yapılanmalar ise bu zaaflarla malul tabloda özellikle öne çıkartılmayı ve üzerinde çokça durulmayı hakediyor. Burada İslami bir mücadelenin sürdürülebilmesi için tutarlı ve ilkeli bir cemaat olmanın gerekliliğine ve söz konusu cemaat olma iddiasının pratiğe taşınması noktasında ortaya konulan birtakım zaaflara değineceğiz. Tutarlı ve ilkeli olmanın öncelikli koşulu ve temeli olması açısından İslami kimlik noktayı nazarından konuya başlamak yararlı olacaktır.

Niçin Öncelikle İslami Kimlik?

Cahiliyenin ve şirkin tüm kurumları ve pratikleriyle egemen bulunduğu ve bu durumunu, bu konumunu her geçen gün bizleri daha bir kuşatan, boğucu bir tahakküme dönüştürdüğü bir ortamda var olmaya çalışan insanlar, müslümanlar olarak bulunuyoruz. Bu noktada 'Nasıl var olabiliriz?' sorusu devreye girmektedir ki, bunun tek ve yalın bir cevabı bulunmaktadır: Ancak direnerek var olabiliriz. Mücadele ederek var olabiliriz. Peki nasıl direnebiliriz? Ancak kimliğimize sahip çıkarak! Yani İslami kimliğimize her şart ve ortamda sarılarak direnebiliriz.

İslami kimliğimizi kuşanmamızın her geçen gün biraz daha zorlaştığı açık bir vakıadır. İslami bir uyanış, bir silkiniş emarelerinin görüldüğü her yerde olduğu gibi, Türkiyeli müslümanlar olarak da çift yönlü bir kuşatma, çift yönlü bir baskı ile karşı karşıyayız. Bu durumu batılıların ifade ettiği şekliyle klasik 'havuç ve sopa politikası' şeklinde ifade etmek mümkün.

Dikkat edilirse bazısına havuç uzatılmakta. Neyin karşılığı olarak, neyin ödülü olarak? Uzlaşmanın, teslimiyetin! Bazısının payına ise sopa düşmekte. Niçin? Direndiği için!

Tercih noktasında zorlanma ve kolay olanı, bedel gerektirmeyeni, hatta bilakis dünyevi planda avantajlar da getireni seçme yanlışına maalesef sıkça düşüldüğü bir gerçek. Kimlik netliğine ulaşılamaması ya da bulanık, çelişik, tutarsız kimlik yapısı en zayıf tarafı oluşturuyor. Zaten genelde Türkiyeli müslümanlar olarak net, sahih bir kimlik noktasında ciddi sorunlarımız var. Üstelik son dönemlerde mevcut kimlikler daha da ciddi tehditlere maruz katmakta. Çeşitli gerekçeler ileri sürülmek suretiyle, İslami kimlik sağcı, muhafazakar, milliyetçi anlayışlarla veya bu anlayışların çeşitli oranlardaki tezahürleriyle ciddi biçimde kirletilme sürecine sokulmak isteniyor, sokuluyor.

Şunu görmek gerekiyor: İlkeli olmamak savrulmayı besliyor.

Ve yine açıktır ki; savrulanlar, içinde bulundukları olumsuzluğu çeşitli tezler ve kalıplar üreterek meşrulaştırıyorlar.

Bireycileşme, dünyevileşme gibi eğilimlerin bulaşıcı bir hastalık gibi tüm bünyeyi kemirdiğini görüyoruz. Halbuki Rabbimiz Kitabı'nda bizleri bu tür hastalıklara karşı şiddetle uyarmaktadır. Nitekim Tevbe Suresi'nin (9) 24. ayeti çok çarpıcı bir örnek:

"De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız evler size Allah 'tan, Resulü'nden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez."

İlkeli olmamak sebatkar olmamayı ve sonucunda da dökülmeyi getiriyor. Tez zamanda başarılı olmaya endeksli bir yaklaşım vakıanın, pratiğin zorluğu karşısında çözülmeyi besliyor. Çözülme ise nifaka kapı açıyor. Bu halin müşahhas bir örneğini yine Tevbe Suresi'nin 42. ayetinde görmek mümkün:

"Eğer yakın bir dünya menfaati ve kolay bir yolculuk olsaydı mutlaka sana uyup peşinden gelirlerdi. Fakat meşakkatli yol onlara uzak geldi..."

Olaya münafıkça yaklaşanları bir kenara bırakalım; fakat zayıf unsurların, kolaya talip olup, zorluğa gelemeyen unsurların mücadele kaçkınlığı şu ayette de gözler önüne serilmektedir.

"...Kendilerine savaş yazılınca hemen içlerinden bir grup, insanlardan, Allah'tan korkar gibi hatta daha fazla korkmaya başladılar; 'Rabbimiz niçin bize savaş yazdın? Bizi yakın bir süreye kadar ertelesen olmaz mıydı?' dediler. De ki: 'Dünya geçimi azdır, takva sahipleri için ahiret daha hayırlıdır ve size kıl payı kadar haksızlık edilmez." (Nisa-4/77)

İş teorik plandan çıkıp fiili mücadeleye, fiili zorluğa dönüşünce mücadelenin zayıf unsurlarının kaçma bahanesi bulmakta pek zorlanmadıkları hep görülmüştür ve günümüzde de sıkça görülmektedir. Ne tür bahaneler olur bunlar? Örneğin:

-       Söylemimiz insanları itiyor.

-       Halkı, toplumu dışlıyoruz, kuşatamıyoruz.

-       Halkın değer verdiği şeylere tavır almak doğru mu? Bunları görmezden gelsek ne olur?

-       Ayaklarımız yere basmıyor, hayatın gerçeklerine gözümüzü kapatmışız, ütopyacıyız.

-       Hep slogan üretiyoruz. Projelerimiz nerede? vs. vs.

Bu tür tezlerle sıkça karşılaşmak mümkün.

Elbette bu tezlerin bir kısmında haklılık payı bulunması da muhtemel. Ama en haklı tespitler ve eleştiriler dahi asla bıkkınlık psikolojisinin ve mücadele kaçkınlığının meşrulaştırıcısı, bahanesi kılınmamak. Yani geliştirici, ilerletici eleştiri ile sıvışmak, kenara çekilmek için üretilen bahaneleri mutlaka birbirinden ayırmak durumundayız.

Bizim için aslolan başarı ya da başarısızlık değildir. Bizim görevimiz dünyevi planda sonuç almak değil, müstakim olmaktır. Üstelik biz inandığımız ilkeler doğrultusunda tutarlı davranır ve bu ilkeleri pratiğe taşıma noktasında müstakim bir hat tutturma cehdi içinde olursak sonuç almamız da kolaylaşacak, en önemlisi Rabbimizin yardımını hak edeceğiz. Ama tavizler pahasına, ilkesizlikle, uzlaşmacılıkla gerçek anlamda sonuç almak mümkün olmadığı gibi, elde ediyor göründüğümüz sonuçlar da aslında çoğu zaman bizim için, ahiretimiz için fitne kaynağından başka bir şey değildir.

Bu noktada zihinlerde yaygın bir şekilde şöyle bir soru belirmektedir: "Tamam dünyevi birtakım endişeler ve hesaplarla savrulma yanlışına karşı duralım, ilkelerimize sarılalım, bunlardan taviz vermeyelim. Ama bizim büyük, çok büyük hedeflerimiz var. Bu hedeflere ulaşma yönünde yapmamız gerekenler neler?"

Ne Yapmalı, Nereden Başlamalı?

Önce kafa karışıklıklarından kurtulmalı, zihinsel bulanıklıkları terk etmeliyiz. Tevhidi, Kur'ani çizgiyi gerek düşüncemizde, gerek amelimizde net bir biçimde yansıtma gayreti içinde olmalıyız. Sahip olduğumuz İslami anlayışımızı ve kavramlarımızı tarih içinde üretilmiş bulanık, kirli anlayış ve disiplinlerin gölgesinden kurtarmalı ve Kur'an'ın belirleyiciliğinde yeniden sahih temellere oturtmalıyız.

Sonraki adım mücadeleyi kendi gerçekliği içinde kavramak olmalı. Kur'an'ın bizden öncekileri vasfederken belirttiği şu yaklaşım bizlerin de sıfatı olmalı mutlaka:

"Onlar ki, halk kendilerine 'düşmanlarınız size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun!' deyince, (bu söz) onların imanını artırdı. Ve 'Allah bize yeter, O ne güzel vekildir' (hasbunallah ve nimel vekil) dediler." (Al-i İmran-3/173)

Bilmeliyiz ki, karşılaştığımız zorluklar, insanlardan gördüğümüz tepkiler, baskılar ve üzerimize gelinmesi, bize karşı güç kullanması mücadelenin doğal seyrinin bir gereğidir. İddia sahibi müminler olarak bu gerçek karşısında sarsılmamak, paniklememen ve asla yılgınlığa düşmemeliyiz. Mücadelenin sürdürücüleri ile zayıf unsurları arasında ayrışma kaçınılmazdır. Aslolan bizim hangi safta kaldığımızdır. Çevremizde gördüğümüz çözülme, dökülme vakıaları bizi ümitsizliğe sevk etmemeli. Kur'an-ı Kerim'de Bakara Suresi 249 ile 251. ayetlerde, Talut kıssasında anlatılanlar bu konuyla ilgili olarak bizim için örnek olmalıdır. Zalim Calut'un ordusuyla karşılaşmadan önce Talut'un ordusu ırmak olayı ile imtihan ediliyor ve zayıf unsurlar açığa çıkıyor. Kalanlar ise netleşip, bileylenip savaşı kazanıyorlar. 249. ayette bu sınama şöyle anlatılıyor:

"Talut askerlerim yürütüp çıkarınca dedi ki: 'Allah sizi bir ırmakla deneyecektir. Kim ondan içerse benden değildir. Ondan (kana kana) tadmayıp sadece eliyle bir avuç alan bendendir.' İçlerinden pek azı hariç, hepsi ondan içtiler. Nihayet Talut ve kendisiyle beraber inananlar, ırmağı geçince: 'Bugün Calut'a ve askerlerine karşı bizim gücümüz yok' dediler. Allah'a kavuşacaklarına kanaat getirenler ise: 'Nice az bir topluluk var ki, Allah'ın izniyle çok topluluğa galib gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.' dediler."

Mücadeleyi kendi doğası içinde kavramak zorundayız dedik. Eğer biz bunu yapmazsak, görünen o ki düşman bize bunu zaten kavratacak. Aktüel gelişmeler bile tablonun nasıl kızgınlaştığını ve netleştiğini ortaya koyuyor. Yeter ki biz kafamızı kaldırıp, olan bitene alıcı gözüyle bakmasını bilelim.

Mücadeleyi kavrama ile doğrudan bağlantılı ve yapmamız gereken öncelikli işlerden birinin de, müslümanların bünyelerine adeta sinmiş bir hastalık olan pasifist ve nemelazımcı tutum ve yaklaşımın terk edilmesi olduğu görülmelidir. Müslümanlara ilişkin genel tablo; sorumlulukların bir yerlere havale edilip, kafaların huzura erdirilmesi şeklinde tezahür etmektedir. Kur'an'da değişimin öznesi olarak sorumluluk yüklenen insan, içinde bulunduğumuz ortamda müslümanlarca edilgen, iradesiz, zillete boyun eğmiş bir zavallı konumuna dönüştürülmüştür. Halbuki açıktır ki, durağan ortamlarda ancak donukluk ve hastalık ürer, olumluluklar ise dinamik, canlı ortamlarda gelişir. Bunun için atalet ve nemelazımcılığı terk etmekle işe başlamak zorundayız.

Müslümanlar arasında yaygın bulunan ve üzerinde ciddiyetle durmamız gereken hastalıklardan biri de kendiliğindencilik anlayışıdır. Dile getirilen iddialar ve tasarlanan hedefler doğrul tusunda bir irade ve somut eylemler ortaya koymak yerine; tanımsız ve hayali birtakım beklentiler içine girmek ve arzulanan değişimin bir gün nasılsa gerçekleşeceğine dair hayaller kurmak şeklinde tanımlayabileceğimiz kendiliğindencilik tipik bir erteleyici tavır, daha doğrusu bir kaçış teorisidir.

Direngen Bir Cemaat Olma Zorunluluğu

Halbuki bilmekteyiz ki, müslüman olma iddiasını benimsediğimiz anda yeryüzünde Hakk'ın şahitliği görevini üstlenmişiz demektir. Bu görevi ise kendiliğinden gerçekleşmesi beklenen gelişmelerle değil, ancak irademizi ve çabamızı ortaya koyarak yerine getirebiliriz. Ve yine biliyoruz ki, şahitlik bireysel düzlemde ifa edilebilecek bir şey değildir. Kesinlikle toplumsal hayata taşınmak, toplumsal hayat içinde yerine getirilmek zorundadır. Açıktır ki; şahitlik sorumluluğu toplumsal boyutlarıyla gerçekleştirilmeye çalışıldığında mutlaka toplumsal bazda bir güç ve etkinlik ihtiyacını doğurur. Çünkü egemen sistemin sahip olduğu ezici güç ve imkanlarla bu çabalan engellemesinin, yok etmesinin önüne geçmenin; kısacası direnmenin başka yolu yoktur.

Örgütlü şirke karşı ne bireysel çabalarla, ne de kendiliğinden gelişmesi ve çoğalması beklenen tepkilerle sonuç almak mümkün değildir. Toplumsal hayatın bütünü üzerinde kuşatıcı ve tahakküm edici bir güce sahip bulunan müşrik zalim sistemlere karşı gevşek ve dağınık yapılarla değil sonuç almak, ayakta durmak bile imkansızdır. Kur'an-ı Kerim'de müslümanlar arasında olması gereken ilişki Saff (61) suresinin 4. ayetinde 'bünyanun mersus' kavramıyla şu şekilde ifade edilmektedir:

'Allah kendi yolunda kurşunla kaynatılmış binalar gibi, saf bağlayarak çarpışanları sever. '

İslami sorumluluğumuzu toplumsal planda yerine getirebilmek ve bizi kuşatan şirk sistemine karşı koyabilmek için disiplinli ve mücadeleci bir yapılanma, bir cemaat oluşturmanın gerekliliği görülmektedir. Kaldı ki, toplumsal bir dönüşümü hedefleyen bir inancın müntesipleri olarak, amaçladığımız dönüşümü gerçekleştirebilmek için mutlaka yapısal bir aktivite içinde olmamız gerektiği, Kur'ani buyruklar ve Rasullerin sünnetinin delaleti haricinde; akli bir zorunluluktur da.

Bu gerçeği bu şekilde vurguladıktan sonra, gerek oluşum aşamasında gerekse de sürdürülmesi sürecinde cemaat içi ilişkiler açısından ortaya çıkan (yada çıkabilecek) birtakım zaaf noktalarına temas etmekte yarar var.

Cemaat Tanımı Noktasında Temel Bir Zaaf

Öncelikle vurgulanması gerekli olan husus cemaat olarak tanımlanmış yapının niteliğine ilişkin belirsizlik konusudur. Türkiyeli müslümanlar adına ortaya konulan yapıların pek çoğuna ilişkin olarak; birlikteliğin tanımı, pratikte mevcut birlikteliğin ne anlama geldiği, içinde yer alan unsurlara ne gibi sorumluluklar yüklediği gibi temel sorular net karşılıklara sahip değildir. Birlikteliklerimiz çoğu kez ilke ve hederler noktasında bir kaynaşmışlığı değil, iğreti bir yan yana durma halini ifade ediyor.

Açık olmak gerekirse bir cemaat, bir yapı olma iddiasının sahiplerinin pek çoğunun yapısal birlikteliğin asgari şartlarını dahi bünyelerinde taşıdıkları söylenemez. Mevcut yapılar genelde tesadüfi veya teamüli ilişkiler ya da mahalle, bölge, iş, okul ilişkileri gibi çevre faktörlerinin etkisiyle oluşmuş; ortak bir irade ve bilinçli çabalara dayanmayan, sürekliliği ve iç tutarlılığı bulunmayan gelip geçici oluşumlar olmakla sınırlı kalıyor.

Daha işin başında temel tanım noktasında görülen bu zaaf şüphesiz temel bir tıkanıklık noktasıdır. Mutlaka giderilmesi gerekir. Bir cemaat olma iddiasını taşıyan oluşumlar çoğu kez daha yolun başında neye talip olduklarını, neyi amaçladıklarını netleştirememenin getirdiği açmazlarla boğuşmaktadırlar. İslami bir cemaat olma iddiası taşıyan oluşumlar mutlaka kendilerini bir tarikattan, bir hayır hasenat kurumundan, bir fikir kulübü veya arkadaş çevresinden ayıran şeyin ne olduğunu belirginleştirmen, netleştirilmelidirler.

Cemaat İlişkisi İçinde Zaaflar

Bu temel tespitin yapılmaması gerçek anlamda bir cemaat olma önünde ciddi bir engeldir. Fakat bunun halledilmesi her sorunun halledilmesi anlamına gelmez. İnsan unsuruna dayanan her türden oluşumda olduğu gibi cemaat içi ilişkilerde de çeşitli sorunlar, zaaflar yaşanabilir. Bunları kabaca şahıs düzleminde ve topluluk düzleminde şeklinde iki gruba ayırabiliriz.

Şahıs düzleminde görülen zaaflardan bazıları -başlıklar halinde- şunlardır:

Düşünsel yetersizlik ve sığlık. (Bu durum beraberinde kimlik bölünmüşlüğünü getirir.)

Dava bilincine sahip olmamak.

Ahlaki zayıflık, olgunlaşmamışlık. (Bu zaafiyetin de sabırsızlık; gevşeklik; nemelazımcılık; sorumluluk üstlenmemek veya sorumluluktan kaçınmak; tartışmacılık veya malumatfuruşluk yani bilgi sahibi olmayı bizatihi amaç edinmek gibi değişik tezahürleri bulunmaktadır.)

Bireycilik, kendi kişiliğini aşırı önemseme, öne çıkartma.

Dünyevileşmek, nefse hevaya tabi olmak,

Karamsarlık, kötümserlik. (Bu tutum zamanla yılgınlığı besler ve mücadele damarlarını kurutur.)

Topluluk düzleminde görülen zaaflara ise şu örnekleri verebiliriz:

Grup içinde fikri uyumsuzluk, fikri karmaşa ve tutarsızlık. (Kimin ne dediğinin ve neyi savunduğunun belli olmaması. Temel konularda mutabakatın bulunmaması.)

İlkesizlik (Vakıaya, pratiğe teslimiyet biçiminde tezahür eder. Dönüştüren değil, dönüşen daha doğrusu savrulan yapı vakıasına yol açar.)

Donukluk. (Savrulmaların önüne geçmek adına muhafazakar tutum takınmak, değişime kapalı olmak da gelişmeyi, ilerlemeyi tıkayan temel bir zaaftır.)

Belirgin bir hiyerarşinin bulunmaması. (Özellikle İşbölümü ve görev dağılımının yerine getirilmesi noktasında ciddi sıkıntılara yol açar. Herkesin herşeyi yaptığı, her işi üstlendiği bir yapı kolayca kimsenin bir şey yapmadığı bir yapıya dönüşebilmektedir.)

Grup içindeki fertler arasında diyalog bozuklukları (bir başka ifadesiyle kardeşlerle ilişkilerde ölçüsüzlük):

Birbirini dinlememe, değer vermeme;

Kusurunu görememe (aşırı subjektivizm);

Eleştiriye tahammülsüzlük (eleştiriyi saldırı kabul etme);

Gerektiğinde eleştirmekten kaçınma, hatırlatmama (idare etme mantığı).

Ve benzeri şekillerde tezahür etmektedir.

Bu ve benzeri zaaflar gerekli hassasiyet gösterilmeyip, önlem alınmadığında, zaman içinde yapıyı içinden çürüten kurt fonksiyonu görür. Yapısal işleyişin açık kurallara oturtulmaması, gevşeklik, adam kaybetmeme endişesiyle tavizkar tutumlar takınmak ve iç eğitime gereken özenin verilmemesi gibi nedenler bu zaafları büyütür ve neticede yapıyı bütünüyle işlemez hale getirebilir. Bu yüzden baştan ufak tefek eksiklikler, aksaklıklar olarak görülen bu zaaf noktalarının üzerine gidip, yara daha küçükken tedavisine çalışmak İslami bir cemaatin taşıması gereken bir sorumluluktur. İslami bir cemaat olmak uzun soluklu bir yürüyüşü seçmektir. Zaten uzun ve meşakkatli bir yolculuk, bir de gereksiz yükler ve yürümeyi engelleyen ayak bağları ile daha da zorlaştırılmamalı, imkansız kılınmamalıdır.

Yaşadığımız süreç tevhidi bilinç ve duyarlılık sahibi müslümanların sorumluluklarını ciddi biçimde artırmıştır. Gerek küfrün azgınlaşan saldırıları karşısında Kur'anî mesajı canlı tutmak ve gerekse de çaresizlik ve öfke duyguları arasında sıkışan, bunalan insanlara umut olmak Türkiye'de sahih ve kuşatıcı bir İslami direniş çizgisinin temellendirilmesi ile mümkündür. Bu sorumluluğun idrakinde olan müslümanlar işe ayaklarını bastıkları zemini muhkemleştirmekten başlamak durumundadırlar. Güçlü binalar kaygan ya da her an kayganlaşabilecek zeminler üzerine değil, sağlam zeminler üzerine atılmış güçlü temeller üzerinde yükselir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR