1. YAZARLAR

  2. Haksöz

  3. Türkiye’den Mısır’a Laik Tahammülsüzlük ve Kaos Stratejisi

Türkiye’den Mısır’a Laik Tahammülsüzlük ve Kaos Stratejisi

Temmuz 2013A+A-

Türkiye’de Haziran ayı boyunca yoğun bir gerilim oluşturan Gezi Parkı hadisesi pek çok açıdan ele alınıp tartışılabilir elbette ama yönetme hakkına ilişkin yaklaşım farklılığının olayın en çarpıcı yanını teşkil ettiği görmezden gelinemez. Şöyle ki, kendilerinin yaşadıkları kente ilişkin alınacak kararlarda söz sahibi vatandaşlar olarak kabul edilmeleri talebiyle başlattıkları bir eylemi hükümetin istifasına yönelik kalkışmaya evriltmeyi becermiş bir zihniyetten söz ediyoruz.

Bu zihniyet sahipleri özetle şunu diyorlar: Biz halkın çıkarlarını savunuyor ve geleceğini temsil ediyoruz; bu yüzden taleplerimiz mutlaka karşılanmalı; eğer hükümet bunu yerine getirmezse meşru sayılmaz! İlginçtir, kendi meşruiyetlerinin sağlamasını da sokağa çıkardıkları kitlenin cesametiyle yapıyorlar. Bu noktada ne siyasal sistemin kuralları, ne kendilerinin dışındaki geniş kitlelerin talepleri, tercihleri dikkate alınmıyor. Bu durum aslında bu ülkede her zaman karşılaştığımız ve halkı temsil etme iddiası bütünüyle temelsiz olmasına rağmen halk adına konuşma hakkını kendinde gören tipik bir aydın despotizmi vakasını yansıtıyor.

Gezi Parkı hadisesinde ortaya çıkan bu dayatmacı tutumun bir benzeri Mısır’da da karşımıza çıkmakta. Aralarında bir takım farklılıklar olmakla birlikte iki ülkede de dayatmacı tutumun tahammülsüzlük ve hukuksuzluk temelinde buluştuklarını görmek mümkün.

Mısır’da Yıkım Koalisyonu

Mısır muhalefeti Muhammed Mursi’nin cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmasının 1. yıldönümü olan 30 Haziran tarihini haftalar öncesinden ‘isyan’ kavramıyla özdeşleştirerek ülkeyi derin bir kaosa sürüklemenin hesapları içerisine girdi. Kitlesel eylemlerle Mursi’yi istifaya zorlamayı hedefleyen stratejinin hiçbir gelecek öngörüsünün olmadığı görülmekte. Zaten liberallerden, solculara, milliyetçilerden eski rejim artıklarına, Kıptilere kadar İslami hareket ve İhvan karşıtlığı paydasında bir araya gelmiş koalisyonun ‘Mursi istifa’ haricinde tek bir ortak ilke ya da hedefe sahip olmadığı ortada.

Şüphesiz İhvan hareketi özelinde açık İslami kimlikli bir kadronun Mübarek’i deviren halk hareketi sonrasında yönetimi oturtmaya çalıştığı Mısır ile Kemalist ideolojiyi referans alarak kendisine iktidar alanı açmaya çalışan muhafazakar AK Parti’nin Türkiye’si arasında önemli farklılıklar mevcut. Bununla birlikte her iki ülkede de iktidarı hedef alan hareketlerin kimliği, ilişkileri ve yöntemleri ciddi manada benzerlikler göstermekte.

Öncelikle muhalif hareketlerin İslamcı kadrolara karşıtlık temelinde bir araya gelebilecek en geniş koalisyonlardan oluşması dikkat çekmekte. Söylemler çok benzeşmekte. Türkiye’de Erdoğan, Mısır’da Mursi’nin şahsında somutlaştırılmaya çalışılan bir diktatörlük karşıtlığı söylemi öne çıkartılmakta. Yine her iki hareketin de dış destek tabanı oldukça güçlü. Ve şiddet olgusu her iki muhalif hareket açısından da yoğun bir tarzda başvurulan bir yöntem olarak öne çıkmakta.

Farklılıklara gelince, Mısır’da Türkiye’ye nazaran iktidar kadroları nezdinde net bir İslamcı kimlik ve söylem öne çıkarken, aynı şekilde kitle tabanının örgütlülüğü ve direnci de çok daha ileri seviyede bulunmakta. Buna karşın muhalif koalisyonun da yine Türkiye’ye nazaran çok daha geniş ve etkili olduğunu görmek lazım. Türkiye’ye nazaran Mısır’da iktidarın çok kısa bir süre öncesinde el değiştirmiş olması da yine bir başka farklılık noktası.

Gerçekten de Mısır’da Mursi karşıtı muhalif koalisyonun izlediği siyaset tam bir kaos stratejisi oluşturmakta. Daha bir yıllık bir iktidar söz konusu ama Mısır’ın yarım asırlık sorunlarının tüm faturası Mursi’ye ve İhvan hareketine kesilmeye çalışılıyor. Mursi’nin koltuğuna oturduğu günden başlattıkları gerilim ve çatışma siyasetiyle kesintisiz biçimde ülkeyi yoran, ateşe sürükleyen kadrolar sanki başarılı olabilmesi için fırsat vermişler gibi bir yandan da Mursi’nin başarısız olduğundan dolayı çekilmesi gerektiğini söylüyorlar.

Diktatörlük Suçlamasının Ardına Gizlenmiş Dikta Özlemcileri

Tam bir yıkım siyaseti takip ediyorlar. Şu anda muhalif koalisyon içinde yer alan pek çok isim gerek Mübarek döneminde gerek onun devrilmesinden sonraki ara dönemde görev almış isimler. Ara dönemde 36 milyar dolar olarak devraldıkları rezervi Mursi’ye 14 milyar dolar olarak teslim eden bu kadrolar ekonominin iyi gitmediğini ileri sürerek Mursi’yi suçlayabiliyorlar.

Mursi’nin diyalog ve işbirliği davetlerini ısrarla geri çevirmiş isimler diktatörlük eleştirisinde bulunabiliyorlar. Muhaliflerin oluşturduğu Ulusal Kurtuluş Cephesinin 3 liderinden biri olan Hamdin Sabbahi geçen Ağustos ayında Mursi’nin cumhurbaşkanlığı yardımcılığı teklifini reddetmiş bir isim. Aynı şekilde Muhammed el-Baradey anayasa referandumu öncesinde Mursi’yi Mübarek’ten de kötü olmakla suçlamış ve ‘firavun’ olarak tanımlamıştı. Ama aynı Baradey tüm bu süreçte gerilimi düşürmek için Mursi’nin oluşturduğu diyalog toplantılarının hiçbirisine katılmadı.

Muhalifler Mursi’yi diktatörlükle suçluyorlar ama bu nasıl bir diktatörlükse aylardır her çeşit aracı kullanarak halkı isyana çağırabiliyorlar. Şiddet çağrıları dahil hükümete karşı her türlü muhalefet serbest. Basına yönelik hiçbir kısıtlama söz konusu değil ve zaten medyanın neredeyse tamamı iktidar karşıtlarının elinde. Örgütlenme özgürlüğüne ilişkin hiçbir sınırlama yok. Legal, illegal her türlü oluşum serbestçe faaliyet yürütebiliyor. İlginçtir, Mursi ordu bir yana, polis teşkilatına dahi hakim değil.

Daha ilginci ise diktatörlük suçlaması yapan taraf güya diktatörlüğü temsil eden İslamcı kadrolara ve örgütlere karşı yoğun bir şiddet dalgası yöneltebiliyor. Bugüne kadar saldırılarda öldürülenler hep İhvan üyeleri; kundaklanan binaların tamamı İhvan’ın büroları ve yakılan araçlar hep İhvan teşkilatının araçları.

Ve tüm bu tabloyu doğru okumak için akılda tutulması gereken bir gerçek de şu ki, bugün halk adına konuşanlar, Mursi’nin istifası için bilmem kaç milyon imza topladıklarını ileri sürenler Mübarek’in devrilmesinden sonra gerçekleştirilen her seçimde yenilgiye uğradıklarını unutuyorlar. Bu zaman zarfında 2 seçim ve 2 referandum vesilesiyle halk 4 kez sandığa gitti ve sonuç her defasında İslami hareketin zaferi oldu. Mart 2011’deki kısmi anayasa referandumu; Kasım 2011-Ocak 2012 Meclis seçimleri; Mayıs-Haziran 2012 cumhurbaşkanlığı seçimleri ve Aralık 2012 anayasa referandumu hep İslamcıların zaferiyle neticelendi.

Seçim yoluyla başarılı olamayacaklarını anlayanlar sokakta şirretlikle iktidarı değiştirmeyi hedefliyorlar. Bu tutumlarıyla ülkeyi tekrar istikrarsızlığa sürüklemekten ve askeri bir cunta yönetimine zemin hazırlamaktan çekinmiyorlar. En garibi de, İhvan’ın iktidardan uzaklaştırıldığını varsaysak dahi kendilerinin asla iktidar olamayacaklarını göremiyorlar. Olamayacaklar çünkü hiçbir biçimde anlamlı bir koalisyon değiller. Yıkmak üzere toplanmış olsalar da, kesinlikle birlikte yönetebilmeleri mümkün olmayan bir cephe söz konusu. Ve sanki İhvan’ı devirecek olurlarsa İhvan’ın bir kenara çekilip meydanı onlara bırakacağını zannediyorlar.

Gelişmeler Mısır’da, Türkiye’de ya da Tunus’ta İslamcılık tehlikesine karşı harekete geçen laik muhalefetin ideolojik olarak ne kadar tutarsız, politik açıdansa ne kadar temelsiz bir zemine yaslandığını ortaya koymuştur. Yıllardır İslami hareketleri halk desteği olmaksızın iktidar olmaya çalışmakla suçlayanlar, yasal çerçeveye bağlı kalmamakla eleştirenler, İslamcı kadroları başkalarına tahammülsüzlükle itham edenler, İslami hareketi zayıflatma adına sözde savundukları tüm ilke ve kuralları ezip geçmekte tereddüt dahi etmemişlerdir. İslamcı kadrolara karşı sergiledikleri tutumlarıyla hazımsızlıklarını dışa vurmuş, halkın tercihine asla değer vermediklerini bir kere daha ortaya koymuşlardır. 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR