1. YAZARLAR

  2. Hamza Türkmen

  3. Küresel İstikbarın Korkusu ve Reel Siyasetin Önemi

Küresel İstikbarın Korkusu ve Reel Siyasetin Önemi

Temmuz 2013A+A-

Ülkenin birçok iline taşınmaya çalışılan Taksim Gezi Parkı Ayaklanması, eylemcilerin kimilerine göre Kemalist-laik ulusal devleti İslami esaslara göre dönüştürme eğilimine karşı Marksist, ulusalcı bloklardan oluşan “demokratik isyan cephesi”nin müştereken adım attığı bir devrim/ihtilal başlangıcıydı; kimilerine göre de yerel ve küresel dengeleri gözetmeyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a karşı bir “diz çöktürme” kalkışmasıydı. YnkLabs Grub’un 31 Mayıs-24 Haziran tarihleri arasında Gezi olaylarıyla ilgili atılan 1 milyon 385 bin küsur twitter hesabı üzerinden yaptığı bir istatistiğe göre de Gezi direnişine katılan toplam insan sayısının sadece %20’si örgütsüzdü.

Öncelikle Mısır, Suriye, Tunus, Balkan Müslümanları gözlerini merak ve endişeyle yakıp yıkan bu gösterilerin vahametine ve nereye evirileceğine dikerken; Türkiye’de ilk andan itibaren İslami camia içinde kazanımlarımızı koruma konusunda tedbirlerimizi konuşma dirayeti gösteren maalesef ki çok az insan ve tüzel kişilik harekete geçti.

Başbakan Erdoğan’ın Kuzey Afrika’da olduğu süre içinde, 6 Haziran gününe kadar tesettürlü kardeşlerimize pis ellerini uzatan, Dolmabahçe Camii’ni necis halleriyle işgal eden, Başbakan’ın annesi özelinden her türlü küfür ve sloganlarla İslami değerlerimize hakaret eden ve toplumsal kamplaşmayı körükleyen bu kalkışmayı ülkenin birçok şehrinden yapılan canlı yayınlarla ekranlarda izledik.

Bu fitne ve ifsad hareketi karşısında bizim mahallenin birçok kanaat önderi, yazarı ve TV yöneticisi 12 tane ağaçla, yeşille, böcekle, masum gençler edebiyatı ile hepimizin tutsağı olduğumuz kapitalist ekonominin AVM’leri ile 28 Şubat sığınmacılığından kalma bir siliklik ve kafa karışıklığı içinde yalpalayıp durdular. Sistem içi ilişkilerin, okulundan bankasına kadar uzanan sivil boyuttaki kirliliği ile, aslında sistemin yönetiminde karşılaşılan kirlilik arasında yoğunluk farkı var ama ciddi bir mahiyet farkı yok. Sistem içi ilişkilerin kirliliğinden ne kadar arınıldığı veya arınılabileceği ile ilgili kapsayıcı bir ilmihal çalışmamız da bulunmuyor. Tabii ki sistem içinde üzerimize sıçrayan kirleri tartışmak, yanlışları söylemek ve eleştirmek hakkımız. Örneğin 1 Mart 2003 Irak Tezkeresi protestolarında amacımız fıtri kazanımları ve Çevre iradesini yıkmak değil, yanlışları ilkeli bir duruş ve ittifak mantığı içinde engellemekti. Ama eleştiride amaç bağcı dövmek ve Çevre’nin haklarını gasp etmek olunca iş değişmeli ve Gezi Parkı örneğinde olduğu gibi imtihanımız basiret ve ilkeli siyaset doğrultusunda kazanılmalıydı.

Çoğunluğu rant ve ikbal ekseninde AK Parti iktidarının sağladığı imkanlarla idame-i hayat etmenin sefahatını süren 28 Şubat artığı kimlik erozyonlu bu kuşak, ne ulusalcı Kemalist gençliğin imkanlarını, ne Marksist ve anarşist gençliği ve yapılanma biçimlerini, ne uluslar arası ilişkiler ağındaki kamplaşmanın Türkiye politikalarıyla irtibatını doğru analiz edip tavır geliştirme eğiliminde oldular. Aynı şekilde Müslüman coğrafyadaki devrimler ve reformlar sürecinin küresel güçlerce nasıl değerlendirilip tartışılmakta olduğunu, kafa ve ikamet konforlarını bozup alanlarda irtibatlarını fiili olarak takip edip temsilcileriyle diyaloglar içine de girmediler. Çevreye ve İslami kesime hitap eden medya, genellikle masa başı haberciliğine sosyal medya koğuculuğunu da eklemiş, yüzeysel ve iktibasçı bir haber ve kanaat ağı oluşturma pozisyonunda devam etmektedir.

Gezi Parkı olayları dışında Malezya’dan Mısır’a kadar uzanan Erdoğan’a destek gösterilerinde atılan “Dik dur eğilme bütün ümmet seninle!” sloganındaki ruhun ve özlemin gösterdiği istikameti bile kavrama yeterliliği açısından kimliksel idrak zayıflıkları yaşayan bizim mahalleye hitap eden medya, çoğu STK ve cemaat önderlerimizin ve görünür olma peşindeki entelektüellerimizin durumları içler acısıdır. Bu tür atalet içinde olanlar AK Parti’ye gönül versin veya vermesin, afaktaki ve enfüsteki yaşanan sorunlarla vahyi ölçülerin sahih irtibat ve çözümlerinden oluşan “tertil fıkhı”na dayanan bir çözümleme ve şahitlik algısını ya kavrayamıyorlar ya da Kur’an’daki Rum vakıasının stratejik derinliğini fıkhetme sorumluluğundan bigane şekilde risksiz alanlarda, kendi mevzilerinde yaşayabileceklerini veya hayali hedef ve romantik söylemlerle İslamlaşma kurguları oluşturabileceklerini zannediyorlar.

Kimilerine Muhasebe Kimilerine Tövbe

Sivil darbe teşebbüsü diyebileceğimiz Gezi Parkı kalkışması riski karşısında bizim mahallenin insanları ancak 6 Haziran’da Tunus’tan Yeşilköy Hava Limanı’na gelen Başbakan Erdoğan’ın alan konuşmasını müteakip harekete geçmeye ve bloklarının nerede olduğunu anlamaya başladılar. İstanbul ve Ankara’da Başbakanlık bürosu ve konutunu işgal eyleminden, pasif engelleyici pozisyonunda kalan polise orantısız fiili şiddet uygulanmasına, yüzlerce araç ve dükkanın yakılmasından eylemcilere kasa kasa Efes Bilsen biralarıyla lojistik ikmal sağlanmasına kadar haytalıkların magazinsel boyutu dışında, bizim mahallenin tutukluluk yapan zihniyetine, sığınmacı, mazeretçi, bana neci, olayların dışında kalmaya çalışan, bütünsel okumadan ve ilgilerden kopuk insan ve çevrelerine tabii ki bazı sorular yöneltmeliyiz.

Yönelteceğimiz sorular ilgi veya metodik atalet içindeki kardeşlerimiz içindir. Yoksa bu sorularımız ayyaş Kemalistlerin, anarşistlerin, LGBT mensuplarının ve vahyi sabitelerin düşmanı Marksistlerin “din adamlığı”na soyunan İslami kelimeleri yerlerinden değiştiren, Batılı paradigmaya ait olarak “Antikapitalist Müslümanlar” terkibini kullanan ve güç babalarının ekranlarına malzeme olanlar için değil.

Ayrıca bu sorular, Türkiye’de toplumsal kutuplaşmayı ağaç ve böcek edebiyatıyla başlatan Avrupa Birlikçi, neo-liberal, Siyonist dostu, ulusalcı, Kemalist, Marksist, anarşist, LGBT’li, radikal Alevi, Gulat Şia ve CHP militanı ekollerin başından beri örgütlü bir şekilde oluşturdukları “Demokratik isyan cephesi”nin başlattığı toplumsal kamplaşmada, Suriye direnişinde olduğu gibi Musaların değil Nemrutların safını seçen Ramazan El-Buti gibi derin devlet yılışığı veya şöhret olmayı ve bireyciliği meslek edinen eski İslamcılar için değil. Bu tür inhiraf içinde olan eski İslamcılardan bir öbeği, sözde “demokratik isyan cephesi”ne çiçek, böcek, ağaç edebiyatıyla kalkan oluşturmaya çalışan eski İslamcı ve ikbalini İran Gulat Şia yönetimi-Alevi hattında ve derin ilişkiler ağında arayan ve usulu’d-din konusunda, tertil fıkhı ve şahitlik konusunda kimliği oturmamış ve sosyal disiplinler fantazileriyle kafası karışmış gençleri kullanan eski tüfekler! Hepsi için tövbe kapısı açık, ama özellikle genç dimağlar için. Bile bile münker cephesi veya bloğunu seçenler ve onlara destek verenler de bundan böyle Müslümanların etkinlikleri ile ilgili yaptığımız istişari toplantılarda bize kolaylık sağladılar. Bir bakıma teşekkür ederiz. Artık kimin camia içinde kimin ötekilerin safında olduğunu biliyoruz. Onların safında pazarlıklı bir ittifakları bile yok. Evet bu ıslah edicilik iddiasındaki münkir isyana kalkan oluş, onlar için bir ittifak bile değil, sadece Nemrutlara bir sığınma…

Tutarlılık Umudu Olanlara Muhasebe İçin Sorular

Gezi Parkı Direnişi söylemiyle gerçekleştirilen haytalıkların magazinsel boyutu bir tarafa, bizim mahallenin saf tuttuğumuz kişi ve cemaatlerinin düşünsel, tavırsal veya metodik suskunluğuna, mahcubiyetine veya demagojilerine yönelttiğimiz sorular ise şunlar:

1- Saflarımızın birbirine değmesine rağmen “Yaşadığımız ülkenin sistemi ve devleti bizim değil, o halde sorunları ve tartışmaları da bizi ilgilendirmez.” diyerek, “sadece kendi inanç ve yorumları ekseninde Kur’ani bir davet ve yapı oluşturmayı” muvahhid tutarlılığı olarak gören romantik hayalcilerimizden misiniz?

2- Yoksa siz hala Batıcı ve NATO’cu Türkiye sistemi içinde Çevrenin ve Müslümanların özgürleşmesi için güç yakalamaya çalışanları satır veya cümle aralarına gizlenerek Kamer Sûresi’ndeki hitapla bağdaştırıp “Sizin kafirleriniz, onlardan daha mı iyidirler?...” sorusuyla karalayan “takiyyeci tekfirci”lerin veya “estetik tekfirci”lerin asabiyelerinden elbisenize sıçrayan kirlerle mi yaşıyorsunuz?

3- Ya da Müslümanlar için önemli açılım alanları oluşturan dünyadaki ve Müslüman coğrafyamızdaki değişim-dönüşüm süreçlerini; Türkiye’deki, Mısır’daki veya Suriye’deki insanlık ve Müslümanlık adına elde edilen kazanımları hala çift kutuplu dünyadan kalan ve ABD politikalarını kadir-i mutlak gören masa başı analizlerle mi izah ediyorsunuz? Yoksa bu alandaki analizleriniz, Müslümanların geleceğini ulusal ve mezhebi çıkarlarıyla biçimlendirmeye çalışan aklı tutulmuşların ezberlerinden mi ibaret?

4- Ayrıca reform veya devrim süreçleriyle yerel ve küresel vesayetlerden kopma eğilimi gösteren coğrafyamızın aktörleriyle müzakere-istişare çabalarınız ne düzeyde? Türkiye, Tunus, Mısır, Libya, Yemen, Fas, Suriye gibi coğrafyalarımızda gönlü Müslüman halkların fıtri ve vahyi haklarından yana olan politika yapıcılarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Onlar, küresel kapitalizmin kullandığı ve egemen piyasaya hizmet eden iradesiz araçlar mı? Yoksa onlar, Rusya-Çin-İran ekseninin, ABD-AB ekseninin, Siyonist eksenin ve Soros gibi küresel sermayenin “tu kaka” ilan ettiği küresel cahiliyyenin yeni engelleri mi?

Çin, Rusya, Avrupa, ABD’de neo-liberal ekonomik hedefleri geliştirebilmek için İslamofobiyi araçlaştırma politikaları yanında, mevcut İran yönetimi gibi iç asabiyesini devam ettirebilmek için bu cahili anaforun fiili veya zihinsel doğrultuda kuyruğuna takılanlar söz konusu. Müslüman coğrafyada 300 yıllık boyun eğmişlik sendromundan kurtulma çabalarıyla gerçekleştirilen reformlar veya devrimler süreci ve ayağa kalkma/intifada çırpınışları bu küresel odakları ve soysa-siyasal enstrümanlarını oldukça rahatsız etmektedir.

Vesayetten Uzaklaşma Eğilimi ve Reel Siyaset

Bu bağlamda Taksim Gezi Parkı Kalkışması ve Mısır’da bir sene önce seçimle iş başına gelen İhvan-ı Müslimin’in adayı Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi devirmeye yönelik 30 Haziran Tamarrud Ayaklanması Müslüman coğrafyanın bağımsızlaşmasına karşı laik elitlerin, İslam düşmanlarının, global sermaye komisyoncularının ve vesayet rejimi artıklarının statülerini ve ikballerini koruma çırpınışları olarak belirginleşti. Gezi Parkı ve Tamarrud ayaklanmaları coğrafyamızda “yerel ve küresel vesayetlerden kurtulma eğilimi”nin dünya istikbarını ne kadar korkuttuğunu ortaya koydu. Bu global sistemden ayrışma eğilimi; Müslüman halkları kullanılacak sürüler gibi gören seküler elitleri, garpzedeleri, işbirlikçi mahvilleri, menfaati veya yaşam tarzı Batı paradigmasının tüketim kültürüyle ve itikadıyla bütünleşmiş kesimleri de ne kadar öfkelendirdiğini ve ceberutlaştırdığını açığa çıkardı.

Müslüman coğrafya olarak yaşadığımız dram ve çaresizlik Birinci Dünya Savaşı ile kesinleşmişti ve coğrafyamız 1921 Kahire Konferansı ile ciddi anlamda kadastroya tabi tutulmuştu. Her birimiz kendi coğrafyamızda, temellerinden yükseltilen Kabe’nin çevresine daha sonradan musallat olan cahiliye atmosferi gibi fiili bir kuşatılmaya ve tutsaklığa duçar olmuştuk.

Gerek iç gerek dış zafiyetlerimizden arındıracak vahiy temelli bir “tertil fıkhı”na ve “istikamet ilmihali”ne ihtiyacımız mutlaktı. Bu ihtiyacımıza, diktatörlük ve vesayet şartlarını gözeterek yazılmış Rabbani ve Nebevi metod kitapları, cevap verebilme konusunda yetersizdi. Bu tür kitap ve söylemler, kuşatıldığımız cahili sistemler içinde reel siyasetle veya reel-acil sorunlarla ilgilenmeyi hep ideal siyasetten ve vahyi çizgiden sapma hatta laikleşme-sekülerleşme olarak değerlendirdi. Onlara göre tevhid mücadelesi kavramlar düzeyinde kalan, sistemin açtığı sorunlarla ilgilenmeyen, “sarayda imanını gizleyen adam” gibi şahitliğini gizleyen ve kendi bağlıları ile yetinen istisnai şartların fıkhına tutunmalıydı. Bu kendi tarihi şartlarıyla biçimlenmiş Nebevi ve Rabbani metod vazetme iddiasındaki birbirinin kopyası kitap ve söylemlerde, yaşanan toplumun itikadi, sosyal, siyasi, ekonomik sorunlarıyla ilgilenen ilk dönem ayetlerinin günümüzde güncellenecek analizlerini ve şahitlik görevinin rolü ve önemiyle ilgili vurguları bulamazsınız. Bu kitaplarda ve ezberlenmiş söylemlerde şahitlik-şehitlik kavramının Kur’ani açılımına bile rastlayamazsınız.

Oysa Rabbimiz Mekke cahili ortamında yürütülen tevhid mücadelesi/ideal siyaset içinde içtihada açık reel siyasetin ne demek olduğunu ilk defa Kâfirun Sûresi’yle öncü sahabeye ve tüm Kur’an talebelerine öğretmiştir. Rum Sûresi’nin ilk ayetleri de ilk Müslümanlara tüm kuşatılmışlıkları içinde vahyi siyasetin reel politiğini öğretmiştir. Müşrik özellikler taşıyan Rum’un diğer müşrik güç olan Sasaniler karşısında galibiyetinin sevinçle karşılanacağının gösterilmesi, doğru ilkelere dayanan reel siyasetin ne demek olduğunun da bir talimiydi. Reel siyasetin doğru olan ilke ve örnekliği de, Kur’an kıssaları içinde Yusuf Peygamber’in mücadelesi üzerinden en güzel ve açık bir şekilde öğretilmiştir. İlaf, eman, himaye, panayır gibi müşrik sistem içi araçları müdahane yapmadan ve açık İslami kimlikle ile kullanma sünneti de, Kur’an’ın reel politiğin ilkelerini göstermesi bağlamında örnek içtihadlara gidebilmiştir.

Hiç birimiz çağa cevap verecek ve çağ içinde sosyal ve siyasi bir örnekliğe ulaşabilecek vahiy temelli ve Muhammedi Sünnet’in günümüz şartlarında açılımı diyebileceğimiz bir Şura yönetim modelinin uygulama örnekliğinin ne olduğunu; “ticaretin helal, ribanın haram” olduğu vahyi ilkesine dayanan adil bir ekonomik üretim-tüketim modelinin  ne olacağını; tahsiniyat kademesine çıkan bir medeniyet tasavvurunu hayatın bütün şubelerinde nasıl uygulayabileceğimizi henüz cevaplandıramıyoruz. Çünkü öncelikle vahye inananların var kalması, kendi nitelik ve kalitelerini yükseltmeleri, küresel komplo ve saldırılara rağmen kazanımlarına sahip çıkmaları gerekmektedir.

Daha içinde yaşadığımız toplumda İslami duyarlılıklarımızı veya İslamcılığımızı temsil etmek ve kamusal alanda temsil edilebilir kılmaktan öte, fikri ve ameli boyutta Kur’an nesli idealimizi yeterince modelleştirememiş bir durumdayız. Sünnetullahı, sünnetullahtaki aşamaları ve Seyyid Kutub’u idama getiren stratejik içtihadlarını bile İslami kadrolar yeni yeni idrak edip uygulanabilirliklerini test ediyorlar. Kendi kimlik ve şahsiyetimizin ve küçük çaplı sosyal çevrelerimizin kemale ermesi, tedricilik açısından içinde yaşadığımız toplumun ibadi formlarla tanıştırılmasından, tesettür konusuna kadar bilgi ve bilinç derinliğine ulaştığını göstermiyor.

Toplumsal değişimi ihtilal mantığı doğrultusunda yukarıdan aşağıya değil de, sünnetullah doğrultusunda aşağıdan yukarıya doğru merhale merhale ıslah projeleri doğrultusunda gerçekleştireceksek, her merhalenin reel politiğini de doğru ilke ve ölçülerle tartmalıyız. Reel siyasetimiz İslami meşruiyetini daru’l harp fıkhı gibi içinde şazz ve vahyi ölçülere aykırı değerlere dayanarak izah etmeye kalkarsa, İttihad Terakki Hareketi’nin pragmatizme yaslanmış iktidar hedefli ve darbeci politik İslamcılığından kurtulamayız.

Bizler, önce bizlere biçilmiş ulusal sınırlar içinde kimliğimizi resmi ideolojilere teslim etmeden ve vahyi ölçülerle saflaştırarak var kalmalıyız. Özgürlüğümüzü, kitlenin ıslahını temin ve vahyi değerlerimizi modelleştirme yoluna yürüyebilmemiz için reel siyasetin ilkelerimizle de açılımını ve içtihadi gereklerini gerçekleştirmeliyiz. Taksim Gezi Parkı olaylarında veya Mısır’daki Tamarrud kalkışmasında tarafını bilmeyen ve Müslümanların dayanışmasından yana olmayan kişinin zaten ideal siyasetle de reel siyasetle de alakası yoktur. Yaşadığımız ülkede olup bitenler kadar, ellerini bize uzatma iradesi gösteren diğer ulusal sınırlar ötesinde kalan kardeşlerimizin de reel şartlarını vahyi ölçüler içinde değerlendirmeli ve istikamet müşterekliğimizin gereklerine göre davranmalıyız.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR