1. YAZARLAR

  2. Fırat Toprak

  3. Gezi Parkında Durup Düşünmek

Gezi Parkında Durup Düşünmek

Temmuz 2013A+A-

Son bir ayın tartışmasız temel gündemi olan Gezi Parkı olayını sağlıklı/hakperest bir tahlil için gerilimin yol açtığı kutuplaşmanın ötesinde durmak, durulmak ve hakkaniyeti temel düstur bilerek düşünmek gerekmekte. Devrim rüzgârının coşkusu ve Başbakan’a feda olmaya hazır ifrat partizanlık ile olaya yaklaşım adil olmayacaktır.

Hadisenin -en azından başlangıç itibariyle- arkasında yerel ve küresel güç odaklarını gören komplocu yaklaşımlara mesafeli yaklaşmak gerektiği kanısındayım. Bu tespit bir çevre eylemi olarak gelişen sürece göre mezkûr güç odaklarının kendi toplum mühendislikleri paralelinde tavır belirledikleri ve olayı yönlendirme çabasında oldukları gerçeğini görmezden gelmemektedir.

Olayın çıkışı için ifade edilen Gezi Parkının yıkılarak yerine AVM ve/veya Topçu Kışlası yapılması projesi şehircilik ve medeniyet perspektifi açısından tartışılabilir. Bu bağlamda AVM’lerde sembolize edilen tüketim kültür(süzlüğ)üne ve muhafazakâr rantçılığa yönelik itirazlar insani ve İslami açıdan ciddiye alınmalıdır. Eyleme ve bu an itibariyle arka planında olduğu görülen art niyetlere itiraz etsek bile eylemcileri “bir avuç çapulcu” olarak ötekileştirip tahkir etmek ve devlet kibrinin tecessümü olarak aşırı polis şiddetiyle eyleme yönelim karşı çıkılması gereken haksızlıklardır. Bu tavrı bir çevre eyleminden darbe çıkarma girişimlerini mahkûm etmenin öncelikli şartı olarak görmekteyim. Polisin sert müdahalesi öfkeli/endişeli modernlerin hükümete yönelik yakın geçmişteki sosyal ve siyasal hadiselerden biriktirerek bugüne taşıdıkları en küçük muhalefete bile tahammül etmeme ve otoriterleşme algısını besleyerek eylemlerin ülke sathına yayılmasını sağlamıştır.

Polis müdahalesinin ardından kitleselleşen protestolarda artık değişik siyasi güçlerin farklı hesaplarla sürece dâhil olduğu görülmektedir. Eylemcilerin solun tüm fraksiyonları başta olmak üzere Kemalist, kısmen de olsa Kürt ve Türk ulusalcıları, liberal ve sol/liberal kesimler ile bu düşüncelerin çekim alanındaki anti-kapitalist Müslümanlar vb. kesimlerden oluşan profili bunun ispatıdır. Eylem sürecinde görülen camilere saygısızlık, başörtülülere yönelik tacizler vb. hareketler eylemci profilini tahlil açısından önemli veriler sunmaktadır. Gezi eylemlerinde çeşitli politik duruşa sahip 120 organize grubun yer alması vurgulanması gereken bir istatistiki veridir. Olayın birkaç ağaçtan ibaret olmadığı hemen tüm kesimler tarafından kabul edilmektedir.

Etkinliğini önemli oranda yitirmiş olan Ergenekon benzeri derin yapılar süreçle birlikte Hükümeti zayıflatarak yeni etkinlik alanı açma stratejisi izlemektedirler. Yitirilen vesayetin kazanılması için alanlara ve sokaklara hâkim olmaya dönük bir strateji olarak okunabilecek olan sürecin sessiz ve tepkisiz kitleler üzerinde tahakküm kurmanın bir başka yolu olduğu gözlemlenmektedir.

Sosyal ve siyasal hadiseler iç içe geçmiş birbirini etkileyen dengelerin/denklemlerin analizi ile anlamlandırılabilir ancak. Gezi olayının Suriye merkezli 3. Dünya Savaşı ile direkt veya dolaylı ilişkili olduğunu ifade edebiliriz. Keza Başbakan’ın isabetle ifade ettiği faiz lobilerinin, küresel sermayenin hesaplarının bu süreçte belirleyici olduğunu vurgulamak gerekmektedir. Yine Kürt sorununda gelişen son barış süreci ile beraber düşünmek gereklidir. Siyasal kesimlerin duruş, düşünüş ve eylemleri de anlama çabasını belirleyen verilerdir.  

Anti-kapitalist Müslümanlar vb. kesimlerin Gezi Parkı eylemlerini meşrulaştırma misyonları sonuçsuz kaldığı gibi eksen kaymasının/savrulmanın varabileceği neticeyi örneklendirme açısından da oldukça öğretici olduğu görülmektedir. Eylemin cihad, eylemcilerin sahabe olduğuna dönük yaklaşım kelimelerin yetersiz kaldığı savrulma örneği olarak tarihte yerini almıştır.

Eylemcilerin görünür talepleri şöyle sıralanmaktadır: Gezi Parkı, park olarak kalmalı ve yapılaşmaya kapatılmalı; yaşanan şiddetin sorumluları görevden alınmalı; gösterilerde haksız yere tutuklananlar derhal serbest bırakılmalı; sivil gösterilerde gaz bombası ve benzeri materyal kullanımı yasaklanmalı; Taksim Meydanı ve benzeri mekânlar gösteri ve toplantılar için kullanıma açılmalıdır. Bu taleplerin Müslümanlar açısından da tartışılabileceği açıktır. Lakin makul görünen talepler arkasından yeni bir post-modern darbe sürecinin yaşandığına yönelik algı oldukça güçlüdür ki, kimi Müslümanlar değil bu talepleri tartışmak Başbakan’ın belki de bilinçli olarak yürüttüğü kontrollü gerginlik stratejisindeki eylemcilerin sinir uçlarına dokunan söz ve tavırlarını bile “hâlihazırdaki hassas süreçte bizimkilerin yıpratılmaması” gerekçesiyle savunma pozisyonunda konumlanabilmektedirler. Oluşan toz duman içerisinde taleplerin sağlıklı muhakemesi mümkün gözükmemektedir. Hele ki, eylemler siyasi iradeyi zaafa uğratma çabasına evirilmişken bu an için çok da anlam ifade etmemektedir.

Mevcut gerginlik ve kutuplaşma stratejisinin Hükümete ve marjinal denilen kesimlere yaradığı görülmektedir. Başbakan evinde zor tuttuğu yüzde elliye yeni bir ölümü gösterip sıtmaya razı ederek 4. Dönemi ve Başkanlığı sağlama alacak bir politika izlemekte ve süreci fırsata çevirmeye çalışmaktadır. Bunun bir diğer sonucu ise genel bir durum tespiti olarak İslami cemaatlerin AK Parti saflarında yerel ve küresel sisteme entegre edilmeleri şeklindeki pasif devrimin pekişmesi olmaktadır.

Marjinal kesimler ise AKP faşizmine ve diktatörlüğe karşı kahramanca direnerek Gezi’yi tarihsel bir fırsata çevirecek, darbe yapamasalar bile zafer kazanmışlık propagandası ile hatırı sayılır bir kitleselliğe ulaşabileceklerdir.

Acaba Müslümanlar güçler mücadelesinde pragmatik olsa dahi her ne pahasına olursa olsun saf tutmakla mı yükümlüdürler? Yoksa müminlerin yükümlülüğü sapla samanı ayırt edecek bir feraset ile adalet-zulüm ilkesel merkezli bir dil ve duruş geliştirmek midir?

Elbette ki son on yılda yürütülen darbecilerle mücadelede olduğu gibi bugün de yarın da zulmün tezahürü olan Kemalist vb. darbecilere karşı olmak bir kimlik meselesidir. Lakin Ergenekon’dan kaçarken muhafazakâr demokratlığa da tutulmamalıyız. Sosyo-politik olayların sadece iki tercihi olmadığını akılda tutmak elzemdir. Kaba bir kategorizasyon olarak “Çapulcu” olmak ile “Tayyipçi” olmanın dışında duygusal/tepkisel olmayan başka bir tanımlama ile kendimizi ifade etmeliyiz. Ki, tüm zamanlar için ilahi isimlendirme kâfidir aslında. Kötünün iyisi yaklaşımı ise davranışlarımızın temel belirleyeni olmak bakımından tartışılmaktadır.

Birilerine karşı olmak veya birilerinin hakkını teslim etmek ile müzmin muhalefet ve müzmin taraftarlık arasındaki farkın temyizi mühimdir. Hemen her konuda olduğu gibi bu hususta da altın orta/itidal perspektifinden uzak bir kavme/şahsa olan kin ile bir şahsa/kavme muhabbette ifrat arasında bocalamakta kitleler.

Adalet kavramımızı/değerimizi şartların olağanüstülüğüne kurban etmemekle, darbe karşıtı bir duruşu mecz edebileceğimiz kanısındayım. Son on yılda Müslümanlar ve mazlumlar lehine şekillenen kazanımları koruma ve ilerletme kavgasını vermenin partizanlığın dışında da mümkün olduğunu görmek gerekmektedir.

Gezi Parkı olayı da güç merkezlerinden bağımsız bir İslami varoluşun zaruretini ve aciliyetini bir kez daha ortaya çıkarmıştır. İş bu aciliyet kesbeden zaruret hayata “biz” olarak bakabilmek ve hayatı bizi biz yapan değerler üzerinden şekillendirmekten geçiyor. Vesselam!

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR