1. YAZARLAR

  2. Nihat Bulut

  3. Türkiye-İsrail ilişkilerine Ulusalcı Yaklaşıma Bir Eleştiri

Türkiye-İsrail ilişkilerine Ulusalcı Yaklaşıma Bir Eleştiri

Ağustos 1998A+A-

Ulus-devlet sınırları içerisinde yaşayan ve kendine müslüman sıfatını yakıştıranlar uluslararası İlişkileri değerlendirirken ve politika üretirken durdukları yere göre farklı politikalar geliştirebiliyorlar. Değerlendirme ve politikaların nesnesi, müslümanların yoğun olduğu bölgeler olunca veya dolaysız olarak uluslararası sistemde müslümanlar olunca, öznelerden müslümanlar lehine veya uluslararası ilişkiler jargonundaki anlamıyla "çıkarlarına" değerlendirme yapmaları beklenir. Bu, din bağının gerektirdiği duygusal yakınlıktan dolayı çok insani bir olgu olmanın da ötesinde ve daha önemlisi İslami bir gerekliliktir. Bu bağlamda özne ve nesnenin farklı uluslardan olmalarının hiçbir önemi yoktur. Bu, İslam'ın ümmet anlayışının bir gerekliliğidir. Müslüman halklar ulus-devletler sınırları içerisine hapsedildiğinden beridir en azından duygusal beraberliklerini yitirmemeye çalışmışlardır. Ancak, bir kez ulus-devlet çatısı üst yapıyı oluşturduktan sonra halkın uluslaştırılması süreci yol katetmiş demektir. Devletlerarası sistem sözde egemen devletlerin basit bir biraraya gelişi değildir. İstikrarlı ama değişebilen bir kıdem sırasına sahip hiyerarşik bir sistemdir. Sıralamada bazı yavaş kaymalar yalnızca mümkün değil, aynı zamanda tarihsel olarak normaldir. Belirgin ve katı olan ama değişmez olmayan uluslararası sistemdeki eşitsizlikler ve ulusal varoluşun tehditte olduğu, kurtlar sofrasında yer alınma gibi dışsal tehditlerle yüz yüze kalındığı söylevleri üst yapının ulus bilinci yaratmada ve bu şekilde politikalarını meşrulaştırmada sürekli başvurduğu yollardır.

Müslümanların yoğun olarak yaşadığı toprakların geneline hakim olan devletler, Kur'anî anlayış ve pratiğin müslümanların hayatından uzak olmasına paralel olarak ve bizatihi bunun bir sonucu da olan emperyalizmin dünya savaşları ertesinde dayatmalarına direnememe sonucu oturtulan ulus-devletlerdir.

Ulus-devlet süreci tamamlandıktan sonra artık önemli olan müslümanların çıkarları değil, ulusal çıkarlardır. Tekil tekil bir Türk ulusunun çıkarı, Arap ulusunun çıkarı birincil önemi haizdir. Özellikle dünya coğrafyasının aynı bölgesinde yaşayan ulus-devletler için birincil tehlike yanı başındaki komşusu diğer uluslardır. "Araplar, Türkleri 1. Dünya Savaşında arkadan vurmuşlardır" (!) dolayısıyla onlara güvenilmez. Bu anlayış Arapların düşmanı bizim dostumuzdur anlayışına kadar götürmektedir.

Zaman Gazetesi'nin 21 Temmuz ve 28 Temmuz tarihli strateji sayfalarını okuyunca böylesine bir anlayışın yayınlanan yazıların arka planını oluşturduğu görülecektir. Gazete, Türkiye-İsrail ilişkilerini dosya bağlamında iki hafta irdeliyor. Yazarların yazılarına katılmadıklarına dair veya en azından bazı bölümlerine katılmadıklarına dair hiçbir açıklama, hiçbir rezerv koymadan olduğu gibi yayınlıyor. Sultan II. Abdülhamid'i, Theodor Herzl'in teklifini hemen bir çırpıda reddetmesini yahudilere Filistin topraklarını satmaması sebebiyle yüceltenler (ki bu hikayenin aslı başka türlüdür) bugün işgalci Yahudi devletiyle kendi devletlerinin işbirliği ve ilişkilerini "her iki ülkenin karşılıklı birtakım ihtiyaçlarına, tehdit algılamalarına, problemlere ve ortak çıkarlara dayandığı" nedeniyle haklılaştırıyorlar.

İslam ümmetinin en önemli güncel sorunlarından biri olan böylesine temel bir konuda kendisini müslüman olarak tanımlayanların koyması gereken taraflılık bir yana -ondan vazgeçiyoruz- bilimsel tarafsızlığın gerekleri bile yerine getirilmeyerek adeta yahudiler safında yer alınıyor. Türkiye-İsrail ilişkileri, yarısı yahudi olan (biri İsrail'in Ankara büyükelçisi, diğeri ise İsrail üniversitelerinden birinde öğretim üyesi iki kişi) kişilerce tartışılıyor. Tartışmanın dolaysız tarafları olan Filistinlilerden veya diğer Araplardan hiçbirisinin görüşlerine yer verilmiyor. İsrailli elçi ise büyük bir pervasızlıkla ve başka şeyleri de çağrıştıracak rahatlıkla "Türkiye'nin İsrailliler için tatili evde geçirmek veya Antalya'da geçirmek arasında bir fark hissettirmeyecek kadar yakın ve İsrailli" olduğunu belirtme cesaretini gösteriyor. Şüphesiz büyükelçinin sözlerinde doğruluk payı çok yüksek. İzlenen politikalar sonucu bu topraklar yahudilere ikinci vatan haline getirilirken bunu onur meselesi yapmayacak kadar şahsiyet zaafına uğramış bir biçimde gazete sayfalarından ilan edebiliyorlar.

İkinci yahudi yazar Uri Bar-Ner ise yazısında "Ortaya çıktıkları andan itibaren her iki ülke ve halkı, işgalci güçlere karşı kendi varlıklarını korumak için savaşmak zorunda kaldıkları ve her ikisinin de bu savaşı kazandıkları" yalanını söylüyor. Acaba gazetenin strateji sayfası editörü Mehmet Yılmaz Bey, Filistin bölgesinde kimin işgalci kimin yerli olduğunu bilmeyecek kadar siyasi tarih bilgisinden yoksun mu ki hiçbir rezerv koymuyor, hiçbir açıklama yapma ihtiyacı hissetmiyor? Yoksa bizim bilmediğimiz yahudilerle aralarında başka türlü ilişkiler var da onun zorlamasıyla mı açıklama yapmaktan aciz kalıyorlar. Böylesine basit ve çok yalın tarihi gerçeklere aykırı şeyler söyleyen insanlar mı konunun "en yetkin" uzmanları? Gene aynı yazar yalanlarına devam ederek "Her iki ülkenin hoşgörü ve tolerans prensiplerine kuruluşlarından beri sadık kaldıklarını" ifade ediyor. TC'nin ne kadar hoşgörülü ve toleranslı olduğu (!) bir tarafa, her gün tv ekranlarında şahit olduğumuz zulüm, sürgün, ev yıkma ve işkence olaylarının faili İsrail değil miydi? Yahudilerin hoşgörü ve toleransı böyle olabilir ama Zaman Gazetesi'nin de yıllardır bahsettiği, adına seminerler, paneller düzenlediği hoşgörüden kasti da bu muydu? Gazete, katil Siyonistlere hoşgörülü davranmakla ve gazetenin sayfalarını onlara açıp tüm müslümanlarla alay edercesine kendilerini masum göstermelerine izin verirken başta Filistinliler olmak üzere dünya müslümanlarına zulmettiğinin farkında mı?

Middle East Review of International Affairs Dergisi editörü Prof. Barry Rubin ise yazısında "Türkiye-İsrail ittifakının temelinde bir dizi ortak bakış açısı, ihtiyaçlar, sorunlar ve önceliklerin var olduğunu" belirterek "her iki ülkenin de topraklarında saldırılar düzenleyen teröristleri destekleyen komşu ülkeler ve bunlardan gelen dış tehditlerle karşı karşıya bulunduklarını ... eğer Türkiye ve İsrail çıkarlarına karşı eylem yapan radikal rejimler, bu işbirliğiyle biraz ürkmüşlerse bunun çok iyi bir olay olduğunu" belirtiyor.

Barry Rubin'inde belirttiği gibi iki ülke arasındaki ittifak laik-kemalist Türkiye Cumhuriyeti'nin çıkarına olabilir. Ama her zaman devlet kişiliğinin çıkarına olan her şey otomatik olarak halkının da çıkarına olmayabilir. Bu, bilhassa jakoben cumhuriyetlerde böyledir. TC gibi halka rağmen yeni bir rota belirlemiş ve ulusunu ona göre dönüştürmeyi amaçlamış devletlerde dış politika, halkın talep ve isteklerinden tamamen soyutlanmış bir "yüce siyaset"tir (high politics). Halkın taleplerine göre şekillenen demokrasilerde ise "yüce siyaset", "düşük siyaset" (high politics-low politics) ayrımı (ki bu ayrım uluslararası ilişkiler yazınında ahlaki normlarla bağlı kalınmamayı savunan realistlerin ayrımıdır) olamaz. Dolayısıyla yücelik adına halktan gizlenecek, ondan kaçırılacak, çıkarlarına ters olacak politikalar gerçekleştirilemez.

Tek Türk yazar M. Hakan Yavuz da nihayetinde Türkiye'nin İsrail ile ilişkilerini geliştirmesinden yanaysa da "Türk dış politikasının hayali düşmanlara karşı (kastettiği irtica adı altında müslümanlardır) mücadelenin bir uzantısı haline getirildiğini de teslim etmektedir. Sayfa editörü Mehmet Yılmaz, M. Hakan Yavuz'un bu cümlesini önemsemeyerek gene de "Türkiye-İsrail stratejik yapılanmasının her iki ülkenin karşılıktı ihtiyaçlarına, tehdit algılamalarına, problemlere ve ortak çıkarlarına dayandığını" dile getiriyor.

Türkiye-İsrail yakınlaşması/ittifakı, İslami gelişmelere karşı iç politikada alınan önlemlerin dış politikadaki uzantısıdır. Dolaysız olarak İslam'a karşı yapılmış bir politik davranıştır. Bu politikalar kümesi laik ve kemalist cumhuriyetin kişiliğinin çıkarına olabilir. Ancak ve bundan dolayı müslümanların çıkarına değildir. Zaman Gazetesi'nin bu dizi yazıları yayınlamakla kendini konuşlandırdığı taraf, İslam ümmetinin karşısı ve ulusalcı tarafın yanıdır. Ümmet, kendisinin karşısında konuşlananları ise hiçbir zaman affetmeyecektir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR