1. YAZARLAR

  2. Selami Camcı

  3. Tarihe Develi Örneklerle Bakmak

Tarihe Develi Örneklerle Bakmak

Temmuz 1996A+A-

Asli anlamı ile yaşanan tecrübeden başka bir şey olamayan tarih çoğu kere olan değil de, olması gereken olarak ele alındığı içindir ki pek çok anlaşmazlığa konu olabilmiştir. Oysa olup bitenler olduğu şekliyle ele alınıp değerlendirilse idi tartışma konusu olan pek çok husus belki hiç gündemde olmayacaktı.

Kuşkusuz bu olayın en açık ve öğretici örneklerinden birisi de İslam tarihidir. Binlerce yıllık zengin bir geçmişe ve birikime sahip olan İslam tarihi, öğreten-açıklayan bir büyük birikim olarak ele alınmak yerine, binlerce bilinmezli bir büyük problem durumuna getirilmek istenmektedir.

Bugün bizlerin İslam tarihinden saydığımız pek çok bilginin ya hiç olmadığı ya da pek çok ekleme ve çıkartmalarla bize ulaştığı bir vakıadır. İngilizce'de (falsification) şeklinde kullanılan bir deyim vardır. Tahrifin de karşılığı olarak kullanılsa bile biraz farklı anlamlarda da kullanılmaktadır. Tahrif genellikle bozma, değiştirmenin karşılığı iken, falsification bunun yanısıra olmayan bir şeyi olmuş gibi gösterme, uydurma, hayal etmeye de tekabül etmektedir.

İslam tarihinde, dört halife devrinden başlayarak, ırk ve mezhep asabiyetiyle olup bitenleri değerlendirenler pek çok falsification örneği vermişlerdir. Hemen her grubun tarihte olup biten olayların yanlış anlaşılmasında veya olmayan olayların olmuş bilinmesinde az veya çok ama mutlaka bir payı olmuştur.

Gruplar önce kendi anlayışlarına temel teşkil edecek görüşleri geliştirmişler. Arkasından da bu görüşleri doğrulayacak olayları icad etmişler bununla da yetinmemişler, ayet ve hadisleri tevil ederek, bazen olmayan hadislere müracat ederek kendi görüşlerini kanıtlamaya çalışmışlardır. Bu çabaların sonunda oldukça enteresan tarih telakkileri ortaya çıkmıştır. Kimine göre hicri birinci asır, kimine göre ikinci asırda yaşayanlar şu veya bu kadar efdaliyyet derecesine sahip olmuşlardır. Oysa insanların hangi zaman ve ırktan hangi anne ve babanın çocuğu olarak dünyaya gelmelerinde insanların hiç bir şekilde dahli yoktur. İnsanlar kendi seçimleri-tasarrufları olmayan konulardan sorumlu olmayacakları gibi fazladan bir üstünlük veya aşağılık durumuna da sahip olmazlar. İlahi adalet insanı yalnızca yapıp ettiklerinden sorumlu tutar. Irkına, doğum zamanına, ailesine göre bir uygulama asla söz konusu olamaz. Gerçekten İnsan için kendi yaptığından başkası yoktur. (Necm, 39)

Hz. Peygamber (s) çok zor şartlar altında kendisine inanıp bağlanan ve bu uğurda hiç bir fedakarlıktan çekinmeyen ashabını öven pek çok hadis ifade etmiştir. Ancak çok daha sonra ortaya çıkan bazı gruplar bazen bu hadisleri te'vil ederek bazen de ihtiyaç duydukça hadis uydurarak kendi siyasi şartlanmışlıklarını isbata çalışmışlardır. Bir birine taban tabana aykırı siyasi görüşleri onaylayan, öven, hatta haber veren pek çok rivayet bu şekilde ortaya çıkmıştır.

Hz. Peygamberin sağlığında vahy ile onun yerine kimin geleceğini açıklandığını iddia eden görüşe göre, ashabın bir kısmı hariç diğerleri vahye rağmen hareket etmişlerdir. Hz. Peygamber'in ashabının da insan olduğu, hatasız/günahsız olmayacakları bilinmekle birlikte, onların tamamının vahy ile bildirilenin aksine Hz. Ali yerine Hz. Ebubekir'i seçmeleri mümkün müdür? Sayılan yüzbini aşan bir ashab topluluğunun Hz. Ebubekir'i vahye rağmen seçebilmelerine hangi akıl sahibi inanabilir? Sonra söz konusu vahy nerededir? Ayetlerin anlamları te'ville zorlanarak batınen, veya işareten delil aramak ise lafzen olmasa bile bir çeşit anlam tahrifatıdır.

Hz. Peygamber'den sonra İslam ümmetinin başına gelecek önderlerin tesbitinin seçme yerine atama ile olması sürekli tartışma konusu yapılmıştır. Ümmetin kemal noktasına gelemediği için seçimi yapamayacağı, kemal merhalesinin tamamlanmasına kadar ise yönetimin atama ile olmasını öngören görüşe göre ümmetin kemal merhalesi bir türlü tamamlanmamıştır. Atandığı varsayılanlar yönetimde olmadıklarından fonksiyonlarını tam olarak ortaya koyamamışlardır. İslam'ın öngördüğü özelliklere sahip olmayan bir toplum İslam'ın ilkelerini nasıl gerçekleştirebilecektir? Kemal merhalesine ulaşmadığı varsayılan bir toplum ile atanmışlar ne ölçüde başarılı olabileceklerdir? Seçme yeteneği bile olmayan kemal noktasından uzak sayılan bir ümmet İslam'ın hedeflerini nasıl gerçekleştirecektir? Böyle bir yaklaşımda İslam ümmetini basite alma anlayışı kendini göstermektedir. Oysa kimse kendinde bunu yapma hakkı görmemelidir.

İslam tarihini değerlendirme konusunda mezheplerin faklı görüşlerinin olduğu bilinmektedir. Mezheplerin tarih anlayıştan ise yüzlerce yılık bir geçmişe uzanmaktadır. Mezheplerde, mesela Şia'nın tarih anlayışını devrimci, Ehl-i Sünnet'in tarih anlayışını da geleneksel saymak gerçekçi bir değerlendirme değildir. Belki her iki anlayışta da bir takım devrimci yaklaşımların varlığını gözlemlemek mümkündür. Şia diye bilinen kesimin birden fazla gruptan meydana geldiği Ehl-i Sünnet denilen kesimin de yine pek çok gruptan oluştuğu bilinmektedir. Bu grupların hemen her konuda aynı görüşleri benimsemedikleri de ayrıca bilinen bir başka husustur. Yine gerek Ehl-i Sünnet gerekse Ehl-i Şia kesiminin binlerce yıl öncesinden sürüp gelen görüşlerini savundukları da herkesin malumudur.

Ehl-i Sünnet kesimini oluşturan grupların her konuda olmasa bile bazı konularda büyük benzerlikler gösterdikleri görmezlikten gelinemez. Tıpkı Şia'da olduğu gibi. Ehl-i Sünnet kesiminin tarih telakkisi, ashab arasındaki savaşları bir içtihad farklılığı şeklinde ele almak mıdır? Tarihin böyle ele alınmadığının bir örneği olarak isimlendirmeler hatırlanabilir. Mezhep asabiyetiyle duyularını ve değerlendirme yeteneğini henüz kaybetmemiş olanlar isimlendirme örneğine dikkat etmelidir. Bu kesim arasında (Muaviye-Yezid) gibi isimlerin binlerce yıldır kullanılmayışını iyi anlamak ve düşünmek gerekir. Buna rağmen bazı taşlaşmış anlayış sahipleri binlerce yıl önce savaşan tarafları (Sünniler ve Şiiler) diye açıklayabilmektedir. XIX. yüzyıldan itibaren yeni bir seyir ve ivme kazanan ıslahat çabalarının gündem oluşturduğu günümüzde, aşılmaya başlanan mezhepçi-saltanatçı, kaderci vb. tarihselci telakkilerin Hz. Hüseyin'in şehadet yıldönümü bahanesiyle yeniden gündeme sokulmaya çalışılması esef verici bir durumdur.

Bilinmelidir ki, Batıni Büveyhoğullan'nın adetlerini Kerbela yıl dönümlerinde yeniden ihya etmeye çalışarak ne Hz. Hüseyin anılabilir ve ne de anlaşılabilir. Büveyhoğuiları ve benzerlerinin kültürlerini yaşatma misyonunu üstlenenler Ehl-i Beyt çizgisinin de anlaşılmasının önünde bir engeldir.

Kerbela yıldönümlerinde insanların şuralarına buralarına zincirle, bıçakla vurmaları ve bu davranışın ise kutsallaştırılarak tekrarlanması Büveyhi kültürün bir parçasıdır. Bu eylemi gerçekleştiren insanlar, kendilerini ve davranışlarını ne kadar devrimci ilan ederlerse etsinler, sonuç değişmeyecektir. Zira bu kesimin devrimciliği, kerameti kendinden menkul aklına rağmen, icad edilen hurafelerin insanın gönlünü ve gözlerini kapatması her şeyle açıklanabilir ama devrimcilikle açıklanamaz.

Somut gerçekliğe rağmen İslam ümmetinin büyük çoğunluğunun Ümeyyeoğulları ile eşitlenmesi de hurafelere ve uydurmalara dayalı kültürün, adaletsiz, saldırgan ve kör bir tezahürüdür. Kendi anlayışlarını paylaşmayanları deve saymak, hangi akıl ve edeple açıklanabilir? Herkes kendi anlayışım paylaşmayanları deve saymak gibi yüksek ve devrimci bir tarih felsefesine saplanırsa, korkulur ki insanların büyük çoğunluğu deve olmaktan kurtulamaz.

Tarih çok ciddi bir ilim dalıdır. Konuları ise deve veya başka bir hayvanla açıklanabilecek basitlikte olaylar değildir. Allah ve peygamberin kararlarının dışında müminler muhayyerlik hakkına sahiptirler. Hiç bir tarih telakkisi müminlerin bu haklarını iptal edemez. Bunun için de hiç kimse kendi anlayışını paylaşmayan aziz müslümanları böyle aşağılama hakkına sahip değildir.

Müslümanlar bir mezhebi benimseyebilirler. Ama dini sırf kendi mezheplerinin öngörüleri gibi takdim etmek ise bir büyük yanlışlıktır. İnsanların anlayışları ve çıkarımları demek olan mezhebi görüşleri, ilahi görüşlerin mutlak karşılığı olarak ele almak ve bu görüşlere uymayan görüşleri de ilahi görüşlerin dışında veya karşısında saymak insanları büyük bir yanlışa götürecektir.

'Müslüman, başkalarının elinden ve dilinden emin olunan kimsedir" tanımına rağmen bazı kimseler, yukarıda örnekleri verilen şekilde müslümanların önemli bir kısmına hakaret edebilmektedirler. Bu anlayış kör bir mezhep asabiyetinin insanları ne hallere düşürdüğünün düşündürücü ve öğretici bir örneğidir. Bir mezhebin görüşlerine karşı sonuna kadar karşı çıkmaya kendini adayanların, başka bir mezhebin hurafelerine karşı büyük bir vecd ve sekr halinde teslim olunmuşluk örneği gösterip tarihi olayları değerlendirmesi ise Türkiye'deki İslami mücadelenin geleceği bakımından iyimserlikten çok uzak bir davranış değildir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR