1. YAZARLAR

  2. Thomas Pierret

  3. Suriyeli Selefiler Üzerine

Suriyeli Selefiler Üzerine

Nisan 2014A+A-

Selefi hareket Suriye’de yeni değildir. Fransız işgali ve günümüzdeki Beşşar Esed rejimi gibi dinî elitlere yönelik, yönetim karşıtı bir zihniyete sahip uzun bir geçmişi vardır. Eş-Şark, Selefiliğin zaman içerisinde nasıl bir değişime maruz kaldığını ve Esed rejimi politikalarının Selefi hareket üzerinde nasıl bir etki bıraktığını görüşmek için Thomas Pierret ile bir araya geldi.

Thomas Pierret, Edinburgh Üniversitesinde öğretim görevlisidir. Kendisi, Sciences Po Paris ve Louvain Katolik Üniversitesinde (2009) Siyaset ve Sosyal Bilimler alanında doktora yapmıştır. Onun özel araştırma alanları, dinî otoriteler, İslami aktivizm, din, eğitim ve medya alanındaki devlet politikalarıdır. En son yayınlarından biri; “Suriye’de Din ve Devlet: Darbeden Devrime Sünni Ulema” (Cambridge University Press, 2013) adlı eserdir.

Eş-Şark: Batı medyasında, Suriye'deki Selefilik üzerine olan söylem, onun çok yeni, aşırı radikal ve gerici bir fenomen olduğu üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu algı bağlamında, sizden bize Selefi grupların genel özellikleri ve tarihsel olarak Suriye özelindeki gelişimiyle ilgili kısa bir bilgi vermenizi istiyorum.

Thomas Pierret: Tarihsel olarak her şey, bazı kişilerin 19. yüzyılın sonlarına doğru, Osmanlı döneminde yasak olan İbn Teymiyye’nin eserlerini keşfetmesiyle başladı. İnsanlar, buldukları el yazma eserleri yayınlayarak onlar üzerinde fikir yürütmeye başladılar. Bu eğilim, “İslami modernizm” olarak isimlendirebileceğimiz başka bir gelişmeyle bir araya geldi. Toplumu, öğretimi ve siyasal sistemi modernize etmek isteyenler ve otoriter ya da despotizmin bilinen belirli biçimlerinden kurtulmak isteyen insanlar tarafından bu birliktelik, desteklendi.

Suriye’deki Selefiliği, başlangıçtan bu yana kurulu düzene meydan okumak için beklenilen bir hareket olarak anlayabilir miyiz?

Evet, anlayabiliriz. Temel olarak bu hareketin şekillenmesinde bahsi geçen bu iki eğilim (İbn Teymiyye’nin görüşleri ve modernizm) bulunmaktaydı. Günümüz araştırmacılarının “Yeni Hanbelîlik” olarak isimlendirdikleri İbn Teymiyye ve talebelerinin görüşlerini kabul eden kimseler, Osmanlı yanlısı ve aşırı muhafazakâr olan kendi zamanlarındaki kurumsallaşmış din anlayışına meydan okumak için bu hareketi kullanıyorlardı. Çok ilginçtir ki, bugün İbn Teymiyye hakkında konuşurken herkes onun süper-gerici ve eskide kalmış bir âlim olduğunu düşünecektir. Ama o, geçmişe dönüşü, mevcut kurulu dinî anlayışı sarsmak için kullanıyordu. Bu durum, 20. yüzyılın ilk yarısı boyunca ve daha sonrasında böyle devam etmiştir. Öncelikle birçoğu okuma yazma bilmeyen çok küçük bir topluluktan bahsediyoruz. Ama daha sonraki süreçte iki dünya savaşı arasında hızlı bir şekilde yaygınlaşan eğitime bağlı olarak şekillenen yeni kamuoyuna karşı yeni bir çeşit söylem geliştirmek durumundayız. Gayet tabii, özellikle de “modern” veya “Batı Avrupa” okullarında seküler bir eğitim almış genç insanları düşündüğümüzde bu kaçınılmaz olmaktadır. Genelde bu gençler, muhafazakâr âlimler tarafından verilen din anlayışından rahatsız oldukları için Selefi söylem, onlara çekici gelmekteydi. Bu durumda, en azından Suriye için konuşacak olursak, 20. Yüzyılın ortasında ortaya çıkan Selefi eğilimin başlıca şahsiyetlerinin ilginç bir şekilde niçin imtiyaz sahibi eğitimli insanlardan oluştuğunu anlayabiliriz.

Bu kişilerden bize bir örnek verebilir misiniz?

Suriye Müslüman Kardeşler hareketinin kurucularından biri Selefi idi. Gayet tabii bu çok karmaşık bir durum! Çünkü Müslüman Kardeşler, kesinlikle Selefi değildir. Suriye’deki kurucular arasında geleneksel Sufiler de bulunmaktaydı. Ama Şam’daki önemli kuruculardan en az birkaçı, İbn Teymiyye düşüncesinin gerçek takipçileri olan Selefilerdendi. Örneğin Muhammed el-Mübarek, ilk kuşağın iki ana temsilcisinden biriydi ve gerçek bir İbn Teymiyye hayranıydı. Kendisi sadece elit kimselerin sahip olabileceği çok ayrıcalıklı bir geçmişe sahipti ve Paris’te eğitimini tamamlamıştı. Müslüman Kardeşler arasında da Selefi düşünce taraftarları bulabilirsiniz. Nitekim Şam’daki başka bir Selefi yapılanma da yüksek sınıf insanların müdavimi olduğu et-Temeddün el-İslami (İslam Medeniyeti) adlı kuruluştur.

Bu insanların politikaları nelerdir? Dahası günümüzde Selefilik üzerine yazılanlar göz önüne alındığında toplumu dönüştürmesi ve sonrasında liberal olmayan İslami bir devleti getirecekleri iddiaları açısından Selefiliğin konumu nedir?

1930'ların sonunda, Müslüman Kardeşlerin ve et-Temeddün el-İslami’nin temel meselesi “sekülerizm karşısında İslami anlayış” şeklinde değildi. Onlarınki daha ziyade; “Haydi şu Fransızlardan kurtulalım!” meselesiydi. Gayet tabii, Fransızların seküler bir yaşamı dayatması insanlar tarafından hoş karşılanmıyordu. Ama yine de bu insanlar, Paris’te eğitim almış bahsi geçen el-Mübarek örneğinde olduğu gibi, Avrupai fikirlerden çok fazla etkilenmişlerdi. Et-Temeddün el-İslami hareketinin örneğin müzik, resim vb. Selefiler arasında çok fazla yaygın olmayan sanatsal aktiviteleri olan bir okula sahip olması, günümüz Selefiliği için çok yadırganacak bir durumdur.

Bu grubun günümüzle herhangi bir ilgisi var mı?

Ben, et-Temeddün el-İslami hareketinden bahsediyorum. Bu hareketin Suriye ayaklanmasından önceki son başkanı, “Suriye Devrimci ve Muhalif Güçler Ulusal Koalisyonu” eski başkanı ve Şam’daki Emevi Camiinin eski imamı, Muaz el-Hatip’ten başkası değildir. El Hatip, gerçekten önüne bir hedef olarak koyduğu ve ismi “Suriye’ye has Selefilik” olan et-Temeddün el-İslami hareketinin ıslah yönünü canlandırmak için çok çalıştı.  Muaz el Hatip’in sarahate kavuşturduğu bu Selefilik kesinlikle Selefiliğin Suudi şeklinden çok farklıdır. Daha esnek, daha özgürlükçü ve daha açık fikirlidir.

Bu örnekten hareketle Selefilik teriminin farklı çağrışımlara işaret edebileceğini söyleyebilir miyiz? Günümüz Arapçasında kavram, “Batı” karşıtı olarak olumlu bir anlam ifade etmekte, öyle değil mi?

Bir bakıma, ancak bunu fazla abartmamak lazım! Et-Temeddün el-İslami gibi bir örgüt aslında fazla bilinmemektedir. Muaz el-Hatip’in, bu hareketi canlandırma görevini üstlenmeye girişmesinin nedeni de budur. El-Hatip, başkan olarak seçildiğinde bu hareket, 1980’lerden 2000’li yılların başına kadar her türlü kültürel-entelektüel boyutunu kaybetmiş bulunuyordu. Bu durum, onları daha fazla hayır işleri yapmaktan men eden devlet baskısıyla oluşmuştu. 20. yüzyılın sonlarında Şam’daki en önde gelen Selefi şeyhi, Abdulkadir el-Arnut idi. Arnut, Kosova kökenliydi. Kendisi, Mısır ve Suudi Arabistan’daki klasik Selefi şeyhlerinden çok farklıydı. Ayrıca zaten Mısırlı Selefiler, Suudilerden oldukça fazla etkilenmiştiler. Çoğu kimse, el-Arnut’un çok açık fikirli ve esnek bir yapıya sahip olduğunu düşünüyor. El-Arnut’un öğrenciliğini yapmış olan Muaz el-Hatip de dâhil birçok Müslüman âlim El Arnut’u üstadı olarak görmektedir. Gayet tabii, diğer okulları da buna katabilirsiniz. Suriye’de Selefiliğin en önemli isimlerinden biri de Arnavut kökenli, Nasır ed-Din el-Albani’dir.

Yani Suriye’deki iki önemli Selefilik temsilcisi Suriyeli değil miydi? Aslında Lina el-Hatip, Suriye’deki mevcut Selefiliğin 1930'larda Körfez’den ithal edildiğini yazmaktadır.

Bunun doğru olduğunu sanmıyorum. Ben, Suriye’deki mevcut Selefi akımın yerel olduğunu düşünüyorum. Ama bu Selefiler, çok önceden beri Suudi Arabistan tarafından desteklenmektedir. Ancak Selefilik oradan ithal edilmemiştir. Suriye Selefiliği gerçekten Şam civarında gelişmiştir. El-Albani de bir Vahhabi değildir. El-Albani’nin Vahhabilik yerine kendi Selefilik anlayışı vardır.

El-Albani, Suriye Selefiliği sahnesinde nerede duruyor?

El-Albani, el-Mübarek ile iyi bir arkadaştı ve Suriye Müslüman Kardeşler hareketiyle de iyi ilişkilere sahipti. Et-Temeddün el-İslami dergisinde yazmaya başladı. Açıkçası katı muhafazakâr âlimler tarafından sürgün edildiği için modernistler ile çalışıyordu. Hatta 1950'li yıllarda onu yargılamak için özel bir mahkeme de düzenlendi. Ama el-Albani, hiç de devletle veya toplumu ihya etmekle ilgilenmiyordu. El-Albani, Müslüman Kardeşleri de takıntı haline getirdiği hedeflerinden dolayı kınıyordu. Ona göre önemli olan insanların doğru inanç ve uygulamalara sahip olmasıydı. Açıkçası vizyonu, ritüel uygulamalara indirgenmiş değildi. Şartlar onu bu şekilde düşünmeye sevk etti. Çünkü son derece baskıcı bir ülke olan Suriye’de yaşıyordu. Sadece rejimin düşmanlığı ile değil, aynı zamanda hâkim dinî anlayışın düşmanlığıyla da karşı karşıyaydı. Daha sonraki süreçte, 1980 ayaklanma öncesinde, isyanla ilgisi olmamasına rağmen Suriye’yi terk ederek Ürdün’e yerleşti ve hem orada hem de Suudi Arabistan’da son derece etkili bir kişi oldu. El-Albani, Hanbelî mezhebini takip eden Suudi Arabistan’ın sorunlu duruşu örneğindeki gibi herhangi bir fıkıh okulunu takip etmememiz gerektiğini söylüyordu. El-Albani’ye göre, Kur’an ve Hadis’in birileri tarafından yorumlanmasıyla oluşmuş belirli kuralları olan mezheplere uymaya ihtiyacımız yoktur. Ona göre biz, sadece Hadis’i okumak ve onu olduğu gibi uygulamak durumundayız.

Yani mevcut Selefi düşünce anti-otoriter mi?

Dini alanda el-Albani’nin yorumu anti-otoriterdir. Onun düşünceleri, epistemolojik olarak fazlasıyla devrimcidir. Bu nedenle Suudi inancı açısından onun düşünceleri, çok fazla soruna neden olmuştur. Ama yine de onlarla arasındaki ilişki oldukça karmaşık bir konudur. Çünkü farklılığına rağmen kimi zaman el-Albani gibi kişiler, Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkeleri tarafından finanse edilmekte olan küresel Selefilik ağına dâhil edilebilmiştir.  Böylece el-Albani, Suudiler için büyük bir hüccet ve Vahhabi-Suudi olan Selefiler içerisinde kabul edilebilir bir konuma yükselmiştir.

Siz Selefi düşünceyi, sadece modernleşme hareketinin bir biçimi olarak tanımladınız. Bu durum, yıllar içinde değişti mi?

Selefiler, 20. yüzyılın ikinci yarısı boyunca çok tutucu bir hal aldılar. Suudiliğin veya Selefiliğin Vahhabi şeklinin, Suriye Selefiliği üzerinde bir etkisi olduğu da inkâr edilemez bir gerçektir. Çünkü Selefi davet, dünya çapında büyük bir oranda Suudi desteğiyle ayakta duran bir yapıdır. Ayrıca Selefiliğin, iş için Suudi Arabistan’a göç etmiş çok sayıda Suriyeli takipçisi bulunmaktadır. Bunlardan birçoğu asla Selefi olmadı ama Suudi Selefilik anlayışının tesirinde kalma eğiliminde oldular.

Selefiliğin bugün yani devrim sürecinde siyasi söylemini nasıl anlamamız gerekiyor? Siyaseti dar manasıyla ele alırsak Suriye’deki Selefi akımın siyasallaşma sürecini anlayabilmek için ne kadar geriye gitmek gerekiyor?

Esasında siyasallaşma başından beri olan bir şey. Müslüman Kardeşlerin sert Selefi kanadını düşünelim mesela. Muhammed Surur Zeyn el-Abidin, Müslüman Kardeşlerin bir mensubuydu. Surur, Müslüman Kardeşlerin siyasi çıkarlarını Selefi mezhebiyle meczediyordu. Surur denebilir ki, bugünkü Suudi Arabistan’daki Sahva’nın kurucu atalarının, 90’lı yılların muhalif söyleminin bir temsilcisidir. Yani siyasallaşma yeni bir durum değil.

Öyleyse bunu radikalleşme olarak mı adlandırmalıyız?

İslam’da cihad, İslami bir siyasi düzen kurmak için silahlı mücadeleyi bir vasıta olarak görme şeklindedir. Bu durum, 1960’daki Hama ayaklanmasında Selefi geçmişi olmayan insanlar arasında da gün yüzüne çıkmıştı. Bu yüzden Selefilik ile cihadiliği birbirinden ayırt etmemiz gerekiyor. Suriye’deki olaylar hiç de Selefi hareket kaynaklı başlamamıştır. Bunu görmek için Suriye’deki silahlı grupların kurucu atası -aynı zamanda Hama’daki bir Sufi şeyhin müridi-  olan Mervan Hadid’e bakmak yeterli. Olayın Selefilikle alakası yok. Suriye Selefiliği ve cihadiliği aslında Afganistan cihadıyla başlamıştır.  Küresel cihadın büyük fikir adamlarından Ebu Musab es-Surî’ye bu devirde rastlıyoruz. Ebu Musab, Suriye’de 80’lerdeki silahlı grupların içerisindeydi. Daha sonra Ürdün’e geçti ve yeni mesleğine “Afgan Arabı” olarak başladı.  “Afgan Arapları” Suudi Arabistan’la yakın ilişkileri olması sebebiyle çoğunlukla Selefilerden oluşuyordu. İşte böylece Suriye’deki cihadi Selefi nesil ortaya çıktı. Tabii bu söylem daha sonra Irak Savaşında kullanıldı.

Şimdi dediğiniz gibi Selefilik ile cihadiliği birbirinden ayırmalıyız. Ama şiddeti reddeden İlmi Selefilik taraftarları bile ellerine silah alarak Suriye ayaklanmasına katıldılar. Bu devletin baskısı nedeniyle mi oldu? Ya da bu olgu nasıl gelişti? Ve bu grupların rejim devrildikten sonra silahlarını bırakmaları nasıl mümkün olacak?

Evet, bu bir sorun. Cihadi demekle bir bağlamda eline silah alan herkes mi kast edilmiş olunuyor? Devrim öncesinde Suriyeli cihadi Selefiler gizlice Irak’a geçmeyi deneyen ya da belki Suriye’de saldırılar gerçekleştiren bir avuç insandı. Bu saldırılar çok seyrek oluyordu ve halktan bu işlerle ilişkisi olanlar rejim tarafından toparlanan çoğunlukla şüpheli kimselerdi. Ama daha sonra, 2011’den sonra işler tamamıyla değişti. Kısa sürede herkes silahlandı.

Örneğin, Selefi bir örgüt olmayan Tebliğ Cemaatinin kesin kuralları vardır ve bu cemaat davet çalışmalarına odaklanmıştır. Birinci kuralları “Siyasete bulaşma!” şeklindedir. Açıkça vazifelerini davet -misyonerlik faaliyeti- olarak görürler ve siyaseti bu çabalarına zarar veren bir şey olarak kabul ederler. Ama bugün onların birçok takipçisi bile savaşçı olmuş durumda. Halep’teki en geniş silahlı grup olan Liva et-Tevhid’in lideri de Tebliğ Cemaatinin etkin bir mensubudur. Bangladeş’e gidip eğitim almıştır ve eski bir davetçidir. Kitlesel halk hareketliliği bağlamında bu noktanın anlaşılması şarttır.

Ama Tebliğ Cemaati mensupları Selefi değildir mesela süreç içinde silahlanan İlmi Selefilerden farklıdır. Cihadi Selefileri bu bağlamda diğerlerinden ayırabileceğimiz bir yöntem öneriyorum. Şöyle ki: Diğerleri silahlı mücadeleye rejimi devirmek ardından normal şartlara dönmek nazarıyla bakıyorlar. Rejim düştükten sonra silahlı mücadelenin de nihayete ermesi gerektiğini düşünüyorlar. Oysa Nusra Cephesi ve IŞİD İslami bir devlet kurana kadar silahlı mücadeleyi sürdürmeyi akidelerinin bir parçası olarak görür.

Bu Selefi grupların “müşterileri” hakkında ne düşünüyorsunuz? Böylesine büyümelerinin Suriye’deki neo-liberal reformculukla ilgisi var mı? Ve refah devleti anlayışının gerilemesi halkın ihtiyaçlarını karşılayan bu İslami gruplara alan açmış olabilir mi?

Böyle olduğunu sanmıyorum. 2011 öncesi Selefiler refahı sağlayacak durumda değillerdi. Çünkü basitçe söylemek gerekirse kendileri zulüm altındaydı. Sadece gizlice bir araya gelen küçük ders halkaları vardı. İslami hayır kurumları ise çoğunlukla Selefi karşıtı ana akım ulema (entelektüeller) eliyle son birkaç yıl içerisinde gelişti. Bundan dolayı Selefiler herhangi bir ihtiyacı karşılamıyordu.

Çevre (periferi) Selefilerin kalesi gibi görünüyor; çünkü bu insanlar gerçekten savunmasız durumdalar ve hemen hepsi çevrede yaşıyorlar. Örneğin Duma’da (Şam kırsalı), varoşlarda ve diğer kırsal alanlarda. Bazı durumlarda Körfez’e göç buna sebep oluyor ki, insanlar orada Selefi düşünceyle tanışıyor ve daha sonra Suriye’ye dönüyorlar. Belki bu durum az olma, devlete, aynı zamanda dinî kurumsallaşmaya yabancılaşma hissiyle de ilgilidir. Dinî kurumsallaşma daha çok kent hayatıyla irtibatlı bir şey.

Zannediyorum bazı insanlar Selefi söylemin cazibesine; Selefiliği, kurumsallaşmanın egemenliğiyle bir mücadele yolu olarak gördükleri için kapılıyorlar. Bu aynı zamanda rejimle işbirliği içerisindeki ana akım ulemaya duydukları nefret yüzünden Selefiliği tercih ettiklerini söyleyen bazı liberal İslamcıların tavrını da açıklıyor. Selefilerin öne sürdüğü her şeyde onlarla hem fikir olmasalar bile.

İsyancı Selefi tarz” devrim sürecinde oldukça sık karşılaştığımız bir olgu. İnsanların herhangi bir şekilde Selefi akideye bağlı olmasalar bile kendilerini Selefi gibi gösterdikleri görünüyor. Ayaklanma öncesi rejimin sakalı olan gençleri rastgele tutuklaması ve sonrasında bu gençleri Selefi olmakla suçlaması, muhalifliğin “Selefi tarz”la özdeşlemesine sebep olmuş olabilir mi?

Kesinlikle, evet. Burada bahsetmemiz gereken iki husus var. Doğru, size kelimelerle anlatılamaz derecede bir şiddet uygulayan bir rejim var karşınızda ve biliyorsunuz ki bu rejim en fazla Selefilerden nefret ediyor. Bu durumda Selefi tarzın sizi cezp etmesi mümkün. Selefiler en fazla muhalif olanlardır. Çatışma için mezhepsel saikların şart olduğunu söylemiyorum. Ama bana kalırsa Selefilerin mezhepsel söylemin en başta gelen üreticileri oldukları doğrudur.

Suriye Selefileri tam olarak böyle değildir. Şii karşıtı söylem Suudi tarzın belirlediği bir söylemdir. Bu yüzden eğer rejimin karşısındaysanız -mezhep taassubuna veya Alevi karşıtı bir zihniyete sahip olun ya da olmayın- Selefilik ilginizi çeker; çünkü düşmanınız olan rejime tam anlamıyla muhalif bir konumdadır. Bu insanlar Selefi kuralların kendilerinden istediklerini yerine getirsin veyahut getirmesin fark etmez. Belki en başta biraz yüzeysel olarak ifade edecek olursak tercih ettiğiniz bir “tarz” ya da uyduğunuz bir “moda” gibi bir şey bu. Belki bazı kimselerin iddia ettiği gibi Selefilerin insanları tavlamak için yaptıkları para yardımıyla alakalı bir durum. Suriye’deki en güçlü Selefi grup olan Ahraruş Şam hakkında böyle bazı şeyler duymuştum. Liderlerinin ve ona yardım yapanların sıkı bir Selefi olduğuna kuşku yok. Ama en başta Selefilikle bir alakası olmadığı halde iyi para verdikleri için Selefi olduğunu söyleyen birçok köylüyü de silahaltına aldıklarını duydum. Bilhassa Kuveyt’ten. Ama Körfez’den bu yardımları yapanlar, ‘kime olursa olsun önemi yok’ diyecek kimseler değil. Gerçek Selefilere yardımda bulunmak istiyorlar; çünkü gerçekten Selefiler. Böylece Selefiliği destekliyorlar, Suriye’ye Selefiliğin kaynak eserlerini gönderiyorlar. Bu şekilde Selefi kitapları dağıtan ya da İslam’ın Selefi yorumunun tedris edildiği küçük İslami mektepler açan gruplara şahit oluyoruz.

Bu, 2012 sonundan bu yana silahlı toplulukların şahıslar tarafından mali destek görmesi gerçeğiyle ilişkili bir durum. İşin başlangıcında Suudi desteğinin çoğu şahsi destekti.  Kimse bu bağışların boyutlarını karşılaştıramıyordu; Müslüman Kardeşlerle mesela. Müslüman Kardeşler nispeten zayıf görünüyor, çünkü bu bölgedeki anapara havuzu Körfez ve Selefi ağ içerisinde. Karşılaştırıldığında Müslüman Kardeşlere çok para geldiği söylenemez. İşin bu yanı Suriye’de artan bir ivmeyle Selefi grupların kurulmasına katkı sağlıyor.

Selefi grupların Suriye devletinin belli sınırlar içerisinde bir ulus devlet olduğunu vurguladığını görüyoruz. Bu onların siyasi ufuklarını gösteren bir şey mi?

Bu hangi gruptan bahsettiğimize bağlı. Bazı grupların Suriye devletini açıkça reddettiğini söyleyebilirim.  Örneğin Nusra Cephesi. Ama bu, örgütte parçalanmaya yol açan bir durum. Daha önce bahsettiğim Irak İslam Devleti, “Biz bir Irak-Suriye örgütüyüz. Sınırları tanımıyoruz.” diyordu. Daha sonra Nusra Cephesi lideri el-Culani “Hayır, biz bir Suriye örgütüyüz; ‘İslami Devlet’in bir parçası değiliz.” dedi. Ez-Zevahiri ise en nihayetinde Nusra Cephesine “Ayrı kalmalısınız.” Dedi. Irak İslam Devletinin lideri de ona “Hayır Zevahiri! Niçin Sykes-Picot Antlaşmasının retoriğiyle konuşuyorsun?” diyerek cevap verdi. Ve sonunda bu konu örgütü tamamen böldü.

Tabii ki bunların hepsi taktiksel farklılıklar. Ben ne Culani’nin ne de Zevahiri’nin iki ülke arasında sınır olması gerektiği şeklinde bir düşüncesi olduğunu sanmıyorum. Diğer gruplar bu şimdilik sadece bir gündem maddesi olsa da daha samimi bir şekilde Suriye Devletini ele geçirmeyi düşünüyorlar. Elbette bölgedeki birçok insan Sykes-Picot Antlaşmasının ortadan kaldırılmasını istiyor. Herkesten önce Baasçılık böyle bir şey. Ama bahsettiğimiz şey daha çok silahlı mücadelenin sınırları. El-Kaide ile irtibatlı gruplar nezdinde silahlı mücadele 2011’den önce ve Suriye dışında başlamıştı ve Suriye rejimi devrildikten sonra dünyanın diğer yerlerinde devam edecek. El-Kaide küresel bir örgüttür.

Bu, tabii ki cihadi gruplarla ilgili bir durum?

Evet. Öte yandan “Bu, bir Suriye meselesidir.” diyen başka Selefi gruplar da var. Şam’ın doğusunda güçlü bir grup olan Liva el-İslam onlardan biridir. Bu gruplar cihadi-Selefilerden çok çekinen Suudi Arabistan’ın daha çok gözüne girebilmek için bir şekilde mücadele veriyorlar. Cihadı bölgedeki diğer ülkelere ihraç etmeyi düşünmeksizin insanların Esed’e karşı savaşmasını istiyorlar.

Bu noktada bayrağın tam olarak rolü ne? Şu anda kullanılan bayrakları gözümün önüne getiriyorum; örneğin muhalefetin kullandığı Özgür Suriye bayrağı. Ya da İslamcıların siyah veya beyaz bayrakları…

Sukur eş-Şam gibi bir grubu ele alacak olursanız, logolarına bakın: Birkaç ay öncesine kadar logolarında Suriye bayrağı vardı. Yeni logolarındaysa yok. Her şeye rağmen cihadı Suriye ile ilgili bir mesele olarak belirginleştiriyorlar. Bu noktayı belirgin kılmazlarsa kendilerini ABD’nin terörist gruplar listesinde bulacaklarını çok iyi biliyorlar.

Ahraruş Şam ise daha müphem. İdeologları Ebu Beşir et-Tartusi’dir. “Cihad”ın ideologlarından olmasına rağmen devrim başladığında hemen ana akım söyleme ayak uydurdu. Başlangıçta Özgür Suriye Ordusunun bile destekleyicisiydi hatta “Nusra Cephesi ve onun gibi diğer muzır örgütlere katılmayın. Bir halk ayaklanması var, onu destekleyin. Suriye bayrağı mı sallıyorlar? Olsun, önemli değil.” diyordu. Sanırım şu anda Ahraruş Şam ve diğer grupların çatı örgütü olan Suriye İslami Cephesinin ideoloğu olmuş durumda. Çünkü ÖSO başlangıçtaki desteğe sahip değil şu an. Başarılı olamadılar, aynı zamanda Katar ve Suudi Arabistan arasında bölündüler. Diğer yandan, Ahraruş Şam gibi çok parası olan ve hızla büyüyen başarılı gruplar var. Bu yüzden Tartusi, hep ileri gelen grupları destekledi ve el-Kaide’nin elemanlarını takip etmeyi bıraktı. Çünkü ana akım neyse onu takip derdindeydi.

Bu grupların gelecekteki “özgürleştirilmiş” Suriye’de oynayabilecekleri rol açısından siz iyimser misiniz yoksa kötümser mi? Bu soruyu “özgürleştirilmiş” şehirleri göz önünde bulundurarak soruyorum ki, bu şehirlerde söz konusu grupların yerel halkın protestolarına sebep olan sorunlu bir rol oynadığına şahit oluyoruz. Daha kışkırtıcı bir şekilde sormam gerekirse: Bu gruplarla “Özgür Suriye”nin gerçekleşmesi mümkün mü?

Genellemelerden nefret ederim. Suriye’nin belli kesimlerinde vaziyet kaygı verici, örneğin Deyr ez-Zor ve Rakka’nın belli kesimlerinde. Sebebini söylemem güç ama tahmin ediyorum ki, bu grupları sınırlayabilecek belirli etkenler var. Örneğin sivil toplumun gücü. Sivil toplumun bizzaruri seküler olduğunu ima etmek istemem. Suriye’de sivil toplum kesinlikle çok dindar ve muhafazakâr. Ama benim Halep’teki muhafazakâr dindar arkadaşlarımdan bazıları küçük bir çocuk bir şey dedi diye onu tekfir edip öldüren Irak Şam İslam Devletinin ortaya çıkışından gerçekten de rahatsızlar. Bana kalırsa Halep gibi yerlerde oldukça güçlü sivil devrimci bir hareket var ama aynı zamanda türlü türlü gruplardan meydana gelen bir silahlı hareket de mevcut.

Dera’da sanırım radikal Selefiler yerli halk arasında destek bulamadı?

Bu yakın zamana kadar böyleydi fakat şimdi durum değişti. Dera, Suriye’de radikal Selefilerin en zayıf olduğu yerdi. Ve sanırım bu daha çok, Suudi Arabistan’dan destek alan ordudan ayrılmış askerlerin kurduğu Özgür Suriye Ordusu gibi diğer grupların varlığından kaynaklanıyordu. Çünkü daha önce de bahsettiğim gibi Körfez daha çok radikal Selefi olmayanları destekliyordu. Ve ordudan ayrılmış askerleri kayırma eğilimi gösteriyorlardı. Bu sırada Selefiler bölgede belirdi, diğer sebeplerin yanında Suudi destekçisi grupların son zamandaki askerî gerilemesini kullanmaları bu duruma sebep teşkil etti.

Bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Eş Şark / 08.07.2013 / Çeviri: Harun Çağlayan

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR