1. YAZARLAR

  2. Haksöz

  3. 30 Mart Seçimlerinin Sonucu: Vesayet Değil, Siyaset Kazandı!

30 Mart Seçimlerinin Sonucu: Vesayet Değil, Siyaset Kazandı!

Nisan 2014A+A-

30 Mart yerel seçimlerinin Türkiye’nin yakın tarihine en gergin seçim olarak geçtiğine kuşku yok. 2013 Yazı başından itibaren patlayan Gezi hadisesi ile gerilen ortam neredeyse hiç soğumadan devam etti ve seçimlerden aylarca önce Gülen Cemaatinin çok boyutlu ve şiddetli kampanyasıyla birleşerek Tayyip Erdoğan’ı hedef tahtasına oturttu. Öyle ki, bir yandan çok yoğun ve keskin bir kutuplaşma olgusunun belirginleşmesine sahne olan seçimler bir yandan da alışılmış pozisyonlarda sert kaymalara, farklılaşmalara zemin teşkil etti.

Muhalefet Cephesine Taze Kan: Gülen Cemaati

Her ne pahasına olursa olsun Tayyip Erdoğan’dan kurtulmak düşüncesinin bilhassa sol-Kemalist, ulusalcı ve laik kesimlerde uzun zamandır neredeyse bir saplantı haline dönüştüğü görülüyordu. Doğrusu Tayyip Erdoğan’ın da taraftarlarının da bu cepheden gelen tepkilere, saldırılara karşı hazırlıklı oldukları; zaten on yılı aşkın bir süredir sürekli biçimde bu tür hamlelerle baş etme konusunda yeterli bir tecrübe kazandıkları biliniyordu.

Ne var ki, son süreçte hiç beklenmedik bir sürpriz yaşandı ve kısa bir zaman öncesine kadar hükümetle aynı paralelde hareket ettiği bilinen Gülen Cemaati AK Parti’ye karşı açık tavır aldı. Gülen Cemaatinin de muhalif cepheye destek vermesi, hatta destekten de öte doğrudan cephenin silahşorluğunu üstlenmesi şaşırtıcı oldu ve AK Parti’yi epeyce sarstı, bunalttı. Yolsuzluk soruşturmaları ile başlayan sarsıntı, istifalarla sürmüş ve her türden dinleme kayıtlarının medyaya servis edilmesiyle tam bir Çin işkencesine dönüşmüş gibiydi.

Yoğun propaganda kampanyasının neticesi olarak hükümetin soluğunun her an kesilebileceği, hatta 30 Mart’ı görmeye ömrünün kifayet etmeyeceği endişesinin hükümete destek veren tabanda dahi etkili olduğu görülüyordu. Öyle ki, bu kesimde Erdoğan Hükümetinin her an nereden geleceği belli olmayan bir darbeyle devrilebileceği korkusunun yaygınlaştığı bir vasatta seçimler bir hesaplaşma, aynı zamanda da bir çıkış kapısı olarak görülür oldu. Ve netice itibariyle Tayyip Erdoğan yoğun bir performansla ve etkili bir biçimde bu zemini belirginleştirdi, büyük risk üstlendi ve rakiplerini alt etmeyi başardı.

Referanduma Kim Dönüştürdü?

Sonuçlar belli olduktan sonra kaybedenler seçimlerin yerel seçim olmaktan çıkartıldığı ve Tayyip Erdoğan tarafından kendi geleceğinin oylandığı bir referanduma dönüştürüldüğünü dillendirmeye başladılar. Doğrusu bu iddia ve yakınmanın hiçbir tutarlı tarafı bulunmuyor. Çünkü yürüttükleri kampanya ile seçimleri referanduma dönüştürenler bizatihi kendileriydi. Bütün hesabın seçimlerde ağır bir yenilgi tattırıp, ardından yıpratma sürecine sokarak Tayyip Erdoğan’dan kurtulma üzerine kurulduğu görülüyordu.

Atılan adımların, geliştirilen tezlerin tümünün seçimlere yönelik bir strateji olarak sergilendiğini görmemek mümkün değil. Nitekim seçimlerin referanduma dönüştürüldüğünden şikâyet eden muhalefet partilerinin ne ekranda, ne meydanda doğrudan seçimlere ilişkin tek bir söz sarf etmedikleri, tüm tezlerini, iddialarını kendilerine servis edilen yolsuzluk ve usulsüzlük dosyaları üzerinden Tayyip Erdoğan’ı mahkûm etmeye yönelik olarak geliştirdikleri görüldü.

Kabul etmek gerekir ki, muhalefet açısından son derece elverişli şartlarda bir seçim atmosferi yakalanmıştı. AK Parti Hükümeti ile Gülen Cemaati arasında uzun bir süredir yaşanan soğuk savaşın açık çatışmaya dönüşmesiyle birlikte hükümetin en güçlü destek unsurlarından biri karşı safa geçmiş, başta emniyet ve yargı olmak üzere devlet bürokrasisi içindeki uzantıları marifetiyle hükümete karşı çok sert bir yıpratma savaşına girişmişti. Bununla da kalmayıp medyasıyla, kurumlarıyla, insan unsuruyla rakip partilere açık destek sunar bir konuma gelmişti.

Hayalinde bile görse inanamayacağı bu desteğe paralel olarak CHP de bünyesindeki ulusalcı-mezhepçi unsurların tahakkümünü kısmen gerileterek daha esnek yaklaşımlar sergileyebilmiş, bunun neticesinde daha önce bu parti bünyesinde yer alması pek mümkün görülmeyen isimler kadroya dâhil edilebilmişlerdi. Böylece zaten laik, Kemalist, Alevi unsurlar açısından zorunlu adres, tek adres konumunda bulunan CHP esnek bir görüntüyle daha geniş kesimlere ulaşabilme potansiyelini yakalamıştı.

MHP’nin de seçimlerde Gülen Cemaatinin gerek dolaylı, gerek doğrudan sunduğu destek sayesinde avantajlı bir konum yakaladığı söylenebilirdi. Buna Kürt sorununun çözümü adına atılan adımların milliyetçi tabanda meydana getireceği düşünülen tepki dalgası da eklendiğinde MHP’nin de seçimlere avantajlı girdiği söylenebilir.

Sadece CHP ve MHP değil, BDP de seçim sürecinde gelişen siyasi ortamın kendisine avantaj sağladığı partilerden biridir. Hem çözüm sürecinin bir yandan serbestçe örgütlenme ve propaganda zeminine yol açması hem de Kürt illerinde tek rakibi olan AK Parti’nin kendisine yöneltilen yolsuzluk, usulsüzlük iddiaları karşısında yıpranma durumu doğal olarak BDP’nin işini kolaylaştıran faktörler olmuştur.

Ve tam bu bağlamda içeride çok geniş bir koalisyon oluşturarak AK Parti iktidarını sıkıştırmaya çalışan bu kesimler aynı zamanda küresel planda da Tayyip Erdoğan hükümetinin tıkandığı, tükendiği, dışlandığı mesajını en güçlü biçimde vermeye gayret etmişlerdir. Zaman zaman ABD ve AB çevrelerinden sadır olan açıklamalar, uyarı ve eleştiriler de bunu beslemiştir. Zaten uzun bir süredir Batılı güçlerle gerilimli bir zeminde sürdürülen ilişkiler bilhassa Gezi süreciyle birlikte çok net bir çekişmeye, zaman zaman restleşmeye doğru gitmişti. Nitekim son süreçte HSYK yasası, internet düzenlemesi, twitter engellemesi ve benzeri konularla ilgili olarak AB çevrelerinin takındığı tutum ilişkilerin gerilmesinden öte kopmaya doğru gittiğinin işaretleriyle dolu olmuştur. Yine bu bağlamda muhalefetin başta Suriye meselesi olmak üzere Erdoğan’ın Ortadoğu siyasetine cepheden tavır alması ve bunu ‘uluslararası camia’ adı verilen küresel statükoyla uyumlu bir tarzda geliştirmeye çalışması da dikkat çekici olmuştur.

Ne var ki, tüm bu sayılanlar bir yandan muhalefet partilerine belli bir avantaj sunarken, aynı zamanda AK Parti’ye yakın kesimlerde de sahiplenme duygusunu artırmıştır. CHP ve MHP’nin güçlenebileceği endişesi ile geniş dindar-muhafazakâr kesimler AK Parti’ye daha fazla destek olma ihtiyacı hissetmişlerdir. Daha önce Gezi hadisesi sırasında da benzer bir psikolojinin devreye girdiği ve Tayyip Erdoğan’a bu kesimlerin verdiği desteğin yükseldiği görülmüştü.

Vesayet Çabasının Tepkisiz Kalması Beklenemezdi! 

Bu durum doğaldır. Türkiye’nin toplumsal yapısında net bir ayrışma çizgisi mevcuttur. Bazılarının seçim sürecinde propaganda amacıyla dillendirdikleri ve Tayyip Erdoğan’ı suçlama malzemesine dönüştürdükleri kutuplaşma olgusu yeni bir gelişme olmadığı gibi, Tayyip Erdoğan’ın şahsi gayretleriyle ortaya çıkmış bir durum da değildir. Bilakis Tayyip Erdoğan’ın 2002’den beri ortaya koyduğu seçim başarılarının tümü bir anlamda bu olgunun neticesidir.

Gerek 28 Şubat sürecinde icra edilen zalimlikler gerekse de sonrasında ısrarla bu kirli sürecin kalıntılarını ihya etme çabaları bu durumun belirginleşmesini getirmiştir. Muhalefet açısından son derece avantajlı şartlarda girilmiş olmasına rağmen AK Parti iktidarı sandıktan güçlü bir biçimde çıkmış, 30 Mart ile başlatılması planlanan tasfiye planını bozmuştur. Gerek 12 yıllık iktidar sürecinin doğal yıpranma riskine gerekse de 30 Mart öncesinde kendisine karşı yürütülen sert kampanyaya rağmen gücünü korumuştur.

Bu durumun çeşitli nedenleri olmakla beraber en belirleyici unsurun Tayyip Erdoğan faktörü olduğu görülmektedir. Karşı cephenin diktatör olarak tanımladığı ve giderek tam bir nefret objesine dönüştürdüğü Erdoğan dindar halk tabanında güvenirliğini sürdürmekte, bir tür sigorta konumunda algılanmaktadır. Daha da ötesinde karşı tarafça yüklenildiği ölçüde bu kesim tarafından sahiplenilmektedir.

Laik kesimler bu durumu akıl ve mantık dışı, bir tür fanatiklik tezahürü olarak görseler ve anlamamakta direnseler de aslında bunun anlaşılmayacak bir yanı yoktur. Geniş kitleler çok yakın bir süre öncesinde yaşadıkları, maruz kaldıkları 28 Şubat zorbalığını unutmuş olmadıkları gibi, bu zulümlerin tekerrür edebileceği endişesinden emin değillerdir. Ve bu yüzden de Tayyip Erdoğan iktidarını militarizme, yargı oligarşisine, üniversite despotizmine, bilhassa medya aracılığıyla İslami kimlik ve değerlere düşmanlık eden sermayeye karşı İslami hassasiyetleri anlayan, büyük ölçüde paylaşan bir dost unsur konumunda algılamaktadırlar. Dâhili siyasete paralel biçimde İslam dünyasında İslami hareketlerle geliştirilen ittifak çizgisinin ve emperyalist güçlere karşı geçmişte izlenen ezik tutuma nazaran daha şahsiyetli bir pozisyon alınmasının da Tayyip Erdoğan’a duyulan sempatiyi artırdığı açıktır.

İşte tam bu noktada Gülen Cemaatinin, eğer kimilerinin iddia ettiği gibi uluslararası bir komplonun piyonu olarak iradesiz biçimde bu tutuma sürüklendikleri şeklindeki tezi bir kenara bırakacak olursak, izlediği siyasetin ne kadar ölçüsüz, hayalperest ve basiretsiz olduğu ortaya çıkmaktadır. Tayyip Erdoğan’a muhalefet etmenin mantığını bile izah edemeyeceği kitlelere kalkıp CHP’yi benimsetmeye çalışmakla olmayacak duaya âmin deme pozisyonuna düşmüştür. Dua kabul olmadığı gibi ciddi boyutlarda bir kirlenme, aşınma durumu ile karşılaşılmıştır. Düne kadar CHP zihniyeti tarafından böcek muamelesi yapılan insanları CHP’ye puan kazandırmak için görevlendirmiş olmak Gülen Cemaatinin hanesine yazılmış büyük bir günah olmuştur.

Kimin Diktatörlüğü ve Hangi Özgürlük?

Tam da seçim sürecinde Gülen Hareketi, gerek içeride gerekse de dışarıda uzun bir süredir Tayyip Erdoğan’ın şahsında ‘İslamcı siyaset’ izlemekle eleştirilen-suçlanan AK Parti Hükümetine karşı inşa edilmeye çalışılan laik muhalefet cephesinin tam merkezinde yer almış, adeta katalizörlüğünü üstlenmiştir. Bir yandan bugün yaşanan şeylerin 28 Şubat’tan bile daha ağır olduğu tezini dillendirirken, diğer yandan Gezi hadisesinden beri atağa geçmiş sol, Kemalist, liberal kesimlerin söylemlerine eşlik etmiştir.

Yolsuzluk ve rüşvet suçlamalarına ilaveten, özgürlüklerin kısıtlandığı, Türkiye’nin örtülü bir diktatörlükten açık bir despotik yönetim altındaki bir ülke konumuna düştüğü, polis şiddetinin sınır tanımadığı, içeride-dışarıda mezhepçi bir siyaset izlendiği ve başta Aleviler olmak üzere farklı kesimler mağdur edilirken, dış politikada ülke çıkarlarına aykırı olarak maceracı bir siyaset izlendiği vb. eleştirilerin en yüksek sesle dillendirildiği bir ortamda yapılan seçimlerde seçmenin yaklaşık yarısı çizilen bu resmin gerçek değil, tuzak olduğu kanaatiyle oyunu kullanmıştır.

Netice itibariyle seçimlerdeki tavrıyla bu topluluk gerek içeride gerek dışarıda statüko güçleri tarafından tanımlanan ve yönlendirilen bir anlayışla değil, kendi iradesi ve talebiyle tanımlanan bir özgürlüğü tercih ettiğini ortaya koymuştur. Çünkü egemenlerce belirlenen özgürlük anlayışının İslami kimlik ve duyarlılıklar perspektifinden açık bir köleliğe tekabül ettiğini görmektedir. Yakın dönemde Filistin’de, Mısır’da, Suriye’de şahit olunanlar bu gerçeği ayan beyan ortaya koymuştur. 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR