1. YAZARLAR

  2. Ahmet Kaya

  3. Sürecin Devamı Her Şeyden Daha Önemli ve Önceliklidir!

Sürecin Devamı Her Şeyden Daha Önemli ve Önceliklidir!

Temmuz 2014A+A-

Sürece dair kötümser olmamakla birlikte çözüm süreci için sağlıklı bir yol izlendiğini söylemek fazlasıyla iyimser bir yaklaşım olur. Mazisinin kamuoyuna yansıyandan çok öncelere dayandığını sonradan öğrendiğimiz sürecin, evrilerek geliştiğini bilmekteyiz.

Oslo’da gerçekleşen görüşmelerle başlandığı söylenen sürecin Oslo serencamı, sürecin en büyük yanlışlarını teşkil ediyor kanaatindeyim. Zira Oslo'daki görüşmelerin gizli tutulması her iki tarafın da (en azından görünürde) isteği olmasına rağmen bunun başarılamaması ciddi bir zaaf olarak değerlendirmekten başka seçenek bırakmıyor. Keza sonrası için büyük bir handikabı beraberinde getirdiğini de yaşananlar ortaya koyuyor. Sürecin devamında sürekli hale gelen güvensizliğin bir boyutu; hatta en önemli noktası buradan kaynaklanmaktadır. Yani Oslo travması sürecin her aşamasında etkisini gösteren bir travma olarak hafızalarda yer edindi. Özellikle bir ülkenin garantörlüğünde yürütüldüğü söylenen bu sürecin, böyle bir yol izlenerek başlatılması ciddi taktiksel ve stratejik bir hatadır inancındayım. Zira Türkiye'nin en önemli sorunu olan ve en yumuşak karnını oluşturan Kürt sorununa dair çözüm arayışlarının müzakerelerini daha ilk aşamada, bu sorunu kendi çıkarları uğruna kaşımaktan hiç imtina etmeyen bir ülkenin garantörlüğünde yapmak, dış politika gerçekleri ve uluslararası ilişkiler açısından reel politik aklın kabul edemeyeceği kadar acemice bir yöntemdir.

Devlet adına süreci yöneten MİT'in, stratejisi gereği buradaki görüşmelerin açığa çıkmasını istemeyeceği muhakkaktır. Diğer taraf olan PKK'nin de normal şartlarda bunu ifşa etmek istemesi beklenmez. Dolayısıyla sürecin mahremiyetini ihlal girişimleri normal şartlarda garantör tarafın hanesine yazılır. Ancak devletin MİT üzerinden yürüttüğü bu görüşmelerden kimlerin haberdar olduğunu tam olarak bilemiyoruz. 17 Aralık sonrası ortaya çıkan devlet kurumları içindeki sızmaların da bu gizli olması gereken süreci ifşa edebileceği kuşkusu, yabana atılır bir kuşku olmaktan çıkmaya yeterli bir veridir. Keza PKK adına süreci yürütenlerin de böyle bir ifşayı yapma ihtimali vardır. Yani sızdırmayı  her ne kadar daha düşük ihtimal olsa da taraflardan biri de yapmış olabilir pekâlâ! Üçlü müzakerelerdeki en büyük handikap sızdırma durumlarında kimin yaptığını tespit etmektir. Dolayısıyla sürecin bir garantör nezaretinde yapılması başlı başına bir hatalı başlangıçtır. Zira konunun hassasiyeti böylesi bir garantörlüğü kaldırmaya elverişli değildir. Hele bu garantör kaostan beslenen emperyal zihniyetli bir ülke ise...

Müzakerelerin ortaya çıkmasından sonra başlayan ikinci aşmadaki en büyük yanlış da yürütülen sürecin yeterli bir güven zeminine oturmadığı gerçeğidir. Bunun nedeni de sürecin ilerlemesini sağlayacak adımların hiçbir aşamada yasal zemine oturmadığı hususudur. Dolayısıyla yasal altyapıdan yoksunluk süreci her an akamete uğratacak kadar kaygan bir zeminde yol almaya mahkûm etmektedir. Oysaki böylesi ciddi bir süreç daha ciddi bir anlayış ve yöntemle yürütülmeyi elzem kılmaktadır.

Sürecin ilerlemesi adına açılan demokratikleşme paketleri sorunun ruhuna nüfuz edecek içerikten yoksun paketlerdir. Kürt sorununun çözümüne deva olmaktan uzak; hak ve adaletin gereği değil adeta lütfetme zihniyetiyle açılan bu paketlerin, sunuluş edaları ise bu anlayışın sorunu çözme iradesinden ve kapasitesinden uzak olduğunu düşündürten manzaraları yansıtmaktadır. 

Türkiye nüfusunun en az üçte birini teşkil eden bir halkın bir asra yakındır verdiği hak mücadelesini, dil ve kimliği üzerindeki baskıları kaldırmaya yönelik kesintisiz direnişini yirmi birinci asırda birkaç güdük adımla geçiştirmek sağlıklı bir yaklaşım tarzı değildir. 

Bu bağlamda fıtri Kürt kimliğini teşkil eden bütün fıtri değerlerinin üzerindeki tüm baskıların sonlandırılması ve bu değerlerin yaşatılmasının önündeki bütün engellerin kaldırılması esastır. Bu sağlanmadıkça çözüm denen kavram içeriğiyle buluşamaz. 

Kürt sorununa çözüm arayışlarını sürdürmek PKK'siz olamaz. Zira sorunun en can alıcı sonucu PKK ve devletin kanlı çatışmalarıdır. Sorunun dünya gündemine taşınmasında, Kürtlerin hak talebinin canlı tutulup kitlesel bir talep haline gelişinde PKK'nin rolünü yok saymak sadece inkârdan ibarettir. Bu inkâr, mesnedi ve mantığı olmayan bir inkâr olur. Sorunla bu kadar iç içe geçmiş bir sonucu görmezden gelerek bu sorunu çözmek sosyolojik gerçekliklere tekabül etmez. Sosyolojik bir sorunu sosyolojik gerçeklerin ışığından yoksun bir mantaliteyle çözüme kavuşturmayı beklemek ise abesle iştigaldir. Ancak Kürt sorununu PKK ile özdeşleştirip ona endekslemek de en az onsuz düşünmek kadar yanlış bir yaklaşımdır. Sorun ve sorunun içine girmiş sonucu birbirinden tamamen ayırmak yanlış olduğu gibi sorun ve sonucu birebir aynıymış gibi değerlendirmek de yanlıştır.

Çözüm arayışlarında bu durum asla gözden kaçırılmamalıdır. Sap ve saman birbirinden gerektiği yerde mutlaka ayrılmalıdır. Aslında devletin dolayısıyla da hükümetin en büyük açmazı buradadır. Mevcut hükümetin seleflerine nazaran onca olumlu gelişmeler sağlamasına; dahası aksak da olsa Türkiye gerçekleri ışığında düşünüldüğünde cesur sayılabilecek adımlarına rağmen bocaladığı nokta burada yatmaktadır. Ki, bu nokta şudur: Bir taraftan “Kürt sorunu ayrı, PKK ayrı” diyen bir söylem ve öyle bir inanış; diğer tarafta da çözüm sürecinde sorunu PKK ile sınırlı ve ona endeksli gören bir anlayış. Bu çelişkinin nedeni de PKK’yi silahtan arındırmış bir örgüt haline getirme planı şeklinde tezahür eden kafalardaki asıl düşüncedir. Oysa gerçekten sorunu, PKK'den bağımsız düşünülmesi gereken noktalarda PKK'den bağımsız düşünebilen bir zihin olsa iş daha da kolaylaşacaktır.

Kürt halkının tabii, insani, fıtri haklarının teslimi ve tevdii için atılacak adımlar tamamen PKK'den bağımsız düşünülmelidir. Bunların teslim ve tevdi edilmesi PKK ile ilintili olarak görüldüğünde bu hakların verilmesi bir taviz olarak algılanmakta ve devletin o sefil kibri devreye girip sorunun asıl kaynağına nüfuzu engellemektedir. Dolayısıyla Kürt halkının hakları düşünüldüğünde PKK yokmuş gibi davranılmalıdır. Ancak PKK bir varlık olduğuna göre de sorunun onunla ilgili boyutları da onu yok sayarak çözmeye kalkışılmamalıdır.

Çözüm ya da barış sürecinin bilinçli bir program olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ancak bu programın bilincinin çapı konusu tartışılır. Bu sürecin başarılı addedilmesinin en önemli kriteri, tarafların birbirine güven vereceği noktaya gelişleri ile ilgilidir. Zira birbirine güvenemeyenlerin sorun çözme istidatları ortadan kalkar. Yeterli derecede olmayan bir güvenle kısa vadeli olumlu manzara oluşturulsa da kalıcı olamaz. Kalıcılığını sağlamanın yolu yeterli güvenden geçer. Yaşanan zaman diliminde karşılaşmamız lazım gelen birincil husus, bu güvenin tesisi ve pekiştirilmesi için çabaların, adımların yoğunlaştırılmasıdır. Eşgüdümlü olarak Kürt halkının anadilde eğitim başta olmak üzere bütün gasp edilmiş tabii haklarının teslim edilmesi gerekmektedir. Bu bir taviz olarak görülmemelidir. Zira bunlar taviz görüldüğü sürece sorun çözüme kavuşturulamaz.

PKK hareketi orijini itibariyle muhaliflerine karşı şedit bir örgüttür. Kendinden başkasına tahammülü zayıf, hatta olmayan bir örgüttür. Bunu PKK'yi nesnel olarak inceleyen herkes görür. Bu durumun  nedenleri üzerinde çok şey söylenebilir ancak konumuz bu olmadığından vakıayla ilgili söz söylemek daha amaca matuf olur. Vakıa şu ki, PKK kendi dışında bir başka oluşumun Kürdistan'da güçlenmesine rıza gösterecek olgunluktan ve tahammülden yoksundur. Bu tutumunu gözden geçirmesi, tahammül sınırını genişletmesi en doğal beklentidir. Kitlesel bir güce ulaşmış bir hareket bu olgunluğa erişemezse zaman içinde sempatikliğini kaybetmeye mahkûmdur. Kitleler tahammülü yüksek, şiddetten uzak hareketleri daha çok benimserler. Hareketlerin konjonktör gereği silah üzerinden kendini kurgulaması, geliştirmesi ve kitleye ulaşmayı sağlaması bir noktaya kadar kabul görür. Ancak bu, sınırsız bir güç kullanmaya, kendi dışındaki herkese silahla baskı kurmaya evrilirse kitlelerin teveccühü de o oranda değişmeye her zaman açık hale gelir. PKK bu tutumundan vazgeçmelidir. Bu, Kürt halkının selametinin gereğidir.

PKK saldırılarına maruz kalanların aynı yöntemle karşılık vermemesi gerektiği inancındayım. Zira böylesi bir çatışma durumu hiçbir maslahatı içermez. Tamamı mefsedet olan bir girişimin içinde olmak kayıptan başka bir sonuç doğurmaz. Bütün imkânlar kullanılarak bu çatışmanın önüne geçmek için çaba gösterilmeli, saldırılar sürse de tutum değişikliğine gidilmemelidir. Bilinmelidir ki, tek taraflı saldırılar karşılığında halkın sağduyusu ve adil hakemliği bir gün bu doğru tavrın mükâfatını verecektir. Özellikle Hüda Par tabanına yönelik saldırılar karşısında bu camianın uzun zamandır sürdürdüğü saldırıya karşılık sükûnet tavrı desteklenmelidir. Onlara bu tutumlarının doğruluğu konusunda telkinlerin yapılması insani ve İslami bir görev addedilmelidir. Bu tavrın bir acziyet olmadığı konusunda kesin bir inanç üzere olmaları tavsiyesinde bulunulmalıdır.

Sorunun İslami perspektiften çözüm reçetesi oldukça basittir. Zira İslam, halkların dilleri, tabii kimlik ve değerleri üzerindeki baskıları kabul etmez. Bunları Allah'ın yaratılışta koyduğu yasalar olarak görür. İslam’ın yasaklama mantığı münker mefhumu üzere kuruludur. Münker de yaratıcının razı olmayacağı bütün eylemlerdir. Münker olmadıkça hiçbir istek, hiçbir talep İslam açısından yasaklamayla karşı karşıya kalmaz, kalmamalıdır da! Bir halkın kimliksel ve fıtri haklarını talep etmesi koşulsuz tanınmalıdır. Bunların hiçbiri İslami bir pencereden bakıldığında pazarlık konusu yapılamaz. Dolayısıyla çözüm sürecinde her şeyden önce bu hakların hak olma vasfından kaynaklı olan koşulsuz kabulü ve teslimi her adımın önünde gelen olmazsa olmaz şarttır. Bu yaklaşımla çözüm için diğer koşulların sağlanması arayışı gerçekleşmelidir. Bu kabul olmadığı sürece haklar pazarlık konusu edilecek ve hak pazarlıklarından da nihai çözümler, kalıcı ve adil sonuçlar elde edilemeyecektir.

Dolayısıyla kalkış noktası, hak denen olgunun hak mefhumuna uygun olarak tanınmasıdır. Kısa vadede hakları engelleyen ne kadar anayasal ve yasal engel varsa hepsinin ortadan kaldırılması gerekmektedir. Bu engellerin kalkmasından sonra da hakların kullanılabilmesi için orta vadede yasal zeminin ve bütün fiziki koşulların buna uygun hale getirilmesi sağlanmalıdır.

Sorunun içine geçmiş sonucu olan Kürt hareketinin silahlı tarafı ile müzakereler konusunda da içinde af konusunun da olduğu bir arayışa kapı aralamanın gerektiği konusu zorunluluk arz etmektedir. Orta vadede Kürt hareketinin bütün organlarıyla siyasi alanda kendini ifade edecek olanaklara kavuşturulması, sürecin ana hedefi olmalıdır. Silahtan arındırmanın yolu faklı alanları sonuna kadar açmaktan geçer. Bir alternatif alanı açma konusunda yeterli olanaklar sağlanmadıkça kimsenin mevcut konumunu riske etmesi beklenemez. Kürtlerin siyasal bir statü talebinin  haklı bir talep olduğunu kabul edecek bir anlayışla uygun bir formülün geliştirilmesi de orta ve uzun vadede sürecin hedefleri arasında olmalıdır. Statü talebinin İslami açıdan bir problem olmadığı hususunun İslami çevrelerin kabul etmesi gereken önemli bir nokta olduğunu düşünüyorum.

Her şeye rağmen sürdürülmeye çalışılan sürecin devam etmesi; insani ve İslami bir vazife olduğu bilinciyle daha da ileriye taşınması için desteklenmesi gerektiğine yürekten inanıyorum.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR