1. YAZARLAR

  2. Murat Özer

  3. Irak'ta Mezhep Savaşı IŞİD'le mi Başladı?

Irak'ta Mezhep Savaşı IŞİD'le mi Başladı?

Temmuz 2014A+A-

Irak'ın en büyük ikinci kenti Musul'un, içinde IŞİD'in de bulunduğu Sünni devrimci güçler tarafından ele geçirilmesi tüm dünyada şaşkınlığa sebebiyet verdi. Sünni isyancıların çok kısa bir süre içerisinde Irak'ın kuzeyinden batısına, Suriye sınırından Samarra'ya kadar olan büyük bölgeyi ele geçirip Bağdat'ın kapılarına dayanması, İran ve ABD başta olmak üzere Maliki diktatörlüğüne destek veren çevrelerde paniğin artmasına yol açarken, Şii dünyası ise Sünni devrimci ilerleyişi durdurmak için peş peşe verilen "cihad fetvalarıyla" hareketlendi.

Türkiye hükümeti, bölgede Şii-Sünni çatışması yaşanması endişesini dile getirirken, ABD böyle bir mezhep savaşında Şiiler için askerlerini zayi etmeyeceğini açıkladı. Televizyonlarda boy gösteren siyasi analistler, politikacılar, yazarlar yaklaşmakta olan mezhep savaşı tehlikesine dikkatleri çekerek felaket senaryoları üretirken, IŞİD isimli bir heyulanın bu savaşın fitilini ateşlediği iddiası etrafında yazdılar, konuştular.

İnsan bazen bu kişilerle aynı çağda yaşayıp yaşamadığı konusunda tereddüt ediyor? Nasıl olur da bu kişiler; Irak'ın 2003'te ABD ve koalisyon güçleriyle birlikte işgal edildikten sonra yönetimin Saddam Hüseyin'den alınıp El Hekim-Dava Partisi-Sadr koalisyonuna, bir başka deyişle Sünnilerden alınıp Şiilere verildiğini; Irak'ta fiilen 11 yıldır bir mezhep savaşı olduğunu; Suriye’nin diğer Ortadoğu intifadalarından ayrılan temel yönünün bu savaşın bir devamı olduğunu görmezler?

Irak'ta yaşananları biraz daha iyi anlayabilmek için gelin işgalden hemen öncesine bir yolculuk yapalım. Iraklı Saddam muhalifleri ABD ve İngiltere'nin himayesinde 9 Temmuz 2002'de ABD'de ilk defa buluşmuşlar, sürgünde bir hükümet kurma kararı almışlardı. Bu toplantıların dördüncüsü ise Eylül ayında Londra'da yapılıyordu. Saddam Hüseyin, 1991 yılından beri tam 11 yıldır ABD öncülüğündeki Batı ittifakına kafa tutuyor, gıda ve silah ambargosu sebebiyle halkının ve ordusunun yaşadığı tüm sefalete rağmen boyun eğmiyordu. Batılı ülkeler Saddam'ı devirmekte ve sayısı 600 bine yaklaşan ve Ortadoğu'nun bu en büyük askerî güçlerinden birisi olarak görülen Irak ordusunu tarih sahnesinden silmek konusunda kararlıydılar. Aslına bakılırsa ordunun dişleri sökülmüştü. Uzun yıllardır devam eden silah ambargosu sebebiyle kendini revize edememiş, ülke 32. paralelin güneyi ve 36. paralelin kuzeyi olarak üçe bölünmüş, sivil uçaklar dahi ülkenin orta kısmının dışına çıkamaz hale gelmişti. Yasağa uymayan uçaklar derhal düşürülüyordu. Saddam'ın ordusu; Türkiye, Ürdün, Kuveyt ve Suudi Arabistan'ın askerî üslerini ABD'nin emrine verdiği böyle bir atmosferde, ABD ve İngiltere'nin başını çektiği 46 ülkenin askerine ve kuzeyde KDP-KYB emrindeki binlerce peşmergeye, güneyde ise 1980 yılından beri İran'da örgütlenen Şii milis örgütlerine karşı savaşacaktı.

Şii Gruplar Irak'ı Ele Geçirdi

Savaştan yaklaşık altı ay önce, 2002 yılında Londra'da Tony Blair'in himayesinde gerçekleşen Iraklı muhalifler toplantısında, Saddam'ın devrilmesi sonrasındaki yönetimin kimler tarafından kurulacağı aşağı yukarı belli olmuştu. Yeni yönetimde yıldızları parlayacak olan 65 kişi komiteye seçilmişti. Bir kısmı Saddam Hüseyin'in hışmından korkarak ürkek bir edayla ismini listeye yazdırırken, bir kısmı yıllardır sürgünde olmanın verdiği rahatlıkla kameralara poz veriyordu. O gün komitede bulunan pek çok kişi 2003'ten bugüne Irak'ın yönetiminde yer aldılar. ABD-İngiliz himayesinde kurulan yeni Irak devletinin müstakbel yöneticileri, komiteye adlarını yazdırdıktan sonra Blair ve Bush'tan icazetlerini almışlardı. İşte o isimlerden birkaçı: "Dr. Ahmed Çelebi, Ekrem el-Hekim, İyad es-Samaraei, Dr. İyad Allavi, Celal Talabani, Saadun ed-Duleymi, Sadık el-Musavi, Abdülaziz el-Hekim, Abdülmecid el-Hoyi, Goran Talabani, Mesud Barzani, Muvafık er-Rubai, Hoşyar Zebari" Bu isimler Saddam sonrasındaki Irak'ta cumhurbaşkanlığı, başbakanlık, bölgesel yönetim başkanlığı, meclis başkanlığı gibi görevlerde yer aldılar.

Bu bir dizi toplantı sonrasında Mart 2003'te işgal orduları dört bir koldan Irak'ı işgale başladılar. Listede isimleri bulunan KYB ve KDP liderleri Barzani ve Talabani liderliğindeki peşmergeler kuzeyden, Abdülaziz el-Hekim'e bağlı Bedir Tugayları ise güneyden Irak'ın işgaline yardımcı oluyorlardı. El-Hekim'in liderliğindeki Irak İslam Devrimi Yüksek Konseyi (IİDYK)’nın silahlı birimi olan Şii Bedir Tugayları İran-Irak Savaşı boyunca İran'da örgütlenmiş, himaye edilmiş ve kendi ülkesine karşı İran saflarında savaşmıştı. Bu örgüt daha sonra lağvedilen Irak ordusu ve polis teşkilatının yerine kurulan yeni ordunun çekirdeğini oluşturacaktı.

Bir başka Şii oluşum olan Dava Partisinin lideri İbrahim Caferi ise yeni yönetimde başbakanlık görevini yürütecek, bir süre sonra ise aynı partiden arkadaşı Nuri Maliki'ye koltuğunu bırakacaktı. Caferi'nin ABD ve İngiltere ile ilişkileri 1970'li yıllara dayanmaktadır. 1980'de İran'a, 1989'da ise İngiltere'ye giden İbrahim Caferi, Saddam'a muhalefetini Londra'da sürdürmüş, ancak İngiliz hükümeti nezdinde yeterli ilgi ve desteği ancak 90'lı yılların başında görmeye başlamıştır.

Maliki'nin Parlak Geçmişi ve Terör Siyaseti

2006 yılından bu yana Irak Başbakanlığını yürüten Nuri Maliki'nin dedesi İngiliz işgali döneminde Irak Eğitim Bakanı olarak görev yapan Hasan Mahasinî idi. Malikilerin İngiliz aristokrasisi ile tanışması bu dönemde başlamıştır. İran-Irak Savaşı boyunca İran'da yaşayan Maliki, bu dönemde Irak'taki pek çok terör eyleminden sorumlu tutulmuştu. Dava Partisinin silahlı kanadı "Sadr Alayı" ismini taşımaktaydı ve lideri Nuri Maliki idi. İran Devrim Muhafızlarının gözetiminde gerçekleşen eylemlerin liderliğini yürüten Maliki, 1981'de Irak'ın Beyrut Büyükelçiliğinde düzenlenen canlı bomba saldırısını organize etmekten sorumlu tutuldu. Bu eylem canlı bomba eylemlerinin ilki olarak kabul edilmektedir. Kuveyt'teki ABD ve Fransa elçiliklerinin bombalanması olayı gibi Batı ülkeleriyle aralarında soğuk rüzgârlar esen dönemler hariç daima, özellikle de Londra ile ilişkilerini iyi tuttu.

Lübnan'daki Şii Emel örgütünün en büyük destekçisi yine Maliki'ye bağlı milislerdi. Liderlerinden olduğu "Uşşak el-Huseyn" isimli Şii milis gücü sayesinde, Lübnan iç savaşında Hristiyan Falanjistlerle birlikte Şii Emel örgütünün kıskacındaki Filistinli mültecilere karşı savaştı. Çok sayıda adam kaçırma, işkence, bombalı eylemle adını duyurdu. Nuri Maliki böylece hem İran'ın hem de Şii liderlerin nezdinde itibarlı bir konuma çıkmayı başardı.

Dava Partisinin ruhani lideri Muhammed Bakır es-Sadr idi. Irak Şiasının diğer örgütlerine göre, Batı ile daha önce tanışmış, Saddam'ın zayıflama sürecinde özellikle de Körfez Savaşı sonrasında güçlü destek almış olan Dava Partisinin Sadr hareketi ile bağlantısı Bakır es-Sadr idi. Bu ilişki hareketin başına Mukteda Sadr'ın geçmesiyle birlikte daha da güçlenmişti. Dava Partisinin hatırı sayılır silahlı milis gücü Mehdi Ordusuna dayanmaktadır.

Ayetullah Sadık es-Sadr'ın oğlu ve Bakır es-Sadr'ın damadı olan Mukteda Sadr genç yaşına rağmen Irak'ta kıvrak siyaseti ile kendinden söz ettirdi. Necef'te ABD ordusuna karşı direniş verdiği görüntüsünü Sistani'nin araya girmesiyle bitiren Sadr böylece ABD destekli hükümetten 6 bakanlık koparmayı başarmıştı. Onun Fars kurnazlığının tüm boyutlarını bünyesinde toplayan siyaseti tam anlamıyla doktora konusudur. Bir yandan ABD karşıtı söylemler, diğer yanda ABD destekli parlamentonun kilit aktörü olmayı başarmak; bir yanda Maliki'nin ordusuna kafa tutan görüntü verirken, diğer yanda Dava Partisinin vurucu gücü olmak nasıl bir siyaset ile izah edilebilir? (Mukteda'nın siyaseti hakkında bkz. Mehdi Ordusu: Med Cezir, https://www.haksozhaber.net/okul/article_detail.php?id=5493) Fakat onun en önemli başarısı şüphesiz tüm Irak kentlerinde korku salan Mehdi Ordusunu kurmasıdır. Bu milis gücü Bedir Tugaylarının aksine Irak ordusuna katılmayacak, ABD karşısında "dizginlenemeyen yaramaz çocuk" rolünü başarı ile oynayarak Şiilerin Irak siyasetindeki nüfuzunu artırmanın bir aracı olacaktı. Sünni halkın üzerine ise acımasız bir karabasan gibi çökecek, direnişin belinin kırılması için insani-vicdani hiçbir şey gözetmeyen bir terör şebekesi olarak görev yapacaktı. Böylece Sünni direniş yok edilirken yapılan savaş ahlak ve hukukuna dayanmayan her hareket Irak'ın resmi güçleri dışında hareket eden bir örgüt tarafından yapılmış olacaktı. Hatta 2008 yılında olduğu gibi, cinayet ve katliamlar artık dünya kamuoyunun tepkisini çeken bir noktaya ulaştığında "milislerin arasına karışmış ABD ajanları ve el-Kaide unsurları" yalanı daima bir kurtarıcı olarak bir kenarda tutulacaktı.

Şiilerin laiklik yanlısı kanatları da ABD işgaliyle oluşturulan yeni Irak yönetiminde yer almayı başardılar. Sıkı bir ABD dostu olan Ahmed Çelebi başında bulunduğu Irak Ulusal Kongresi isimli oluşum sayesinde işgale kadar üç yıl içerisinde 33 milyon dolarlık Amerikan yardımını almıştı. Çelebi yeni yönetimde bakanlık, geçici hükümet başkanlığı gibi görevlerle taltif edildi. Ürdün'de 167 milyon doları zimmetine geçirdiği için gıyabında 22 yıl hapis cezası verilen Çelebi gibi bir başka yıldızı parlayan Şii lider Iyad Allavi'dir. İngiliz vatandaşı olan Allavi, ABD'nin kurduğu geçici hükümetin ilk başbakanı olarak görev yaptı. Laik bir siyaset taraftarı olması sebebiyle 2010 seçimlerinde Sünnilerin bir kısmının  "fanatik bir Şii olacağına laik olsun, belki daha az zulmeder" diyerek oy verdiği Allavi hâlâ Irak parlamentosunda 91 milletvekili ile temsil ediliyor.

2002'deki Londra Konferansı sonrası yıldızı parlayan iki Şii lideri ise hazin bir son bekliyordu. El-Hekim ailesinin büyüğü ve IİDYK Başkanı Şiilerin taklit mercii olan M. Bakır el-Hekim 2003'te Irak'a işgal sonrası yeni döndüğü sırada bombalı bir saldırıda öldü. Yerine konferansa örgütü temsilen katılan kardeşi Abdülaziz el-Hekim getirildi. Abdülaziz el-Hekim de kansere yakalanarak 2009'da Tahran'da öldü. Irak Şiası içerisinde konferansa katıldıktan sonra iyi bir göreve geleceğine kesin gözüyle bakılan el-Hoyi'nin akıbeti ise en tartışmalı olanıdır. Irak'taki en büyük Şii otorite olarak kabul edilen el-Hoyi'nin 41 yaşındaki oğlu Abdülmecid el-Hoyi, on binlerce taraftarının gözleri önünde Irak'a henüz yeni ayak basmışken bıçaklanarak öldürüldü. Böylece Şii aktörlerin en güçlülerinden birisi daha sahneye yeni çıkmışken bertaraf edildi. Bu suikasttan Saddam yanlıları ya da el-Kaide sorumlu tutulsa da daha savaşın ilk haftalarında gerçekleştiği için gözler daima diğer Şii gruplara, özellikle de Mukteda Sadr'a çevrildi.

Şii Örgütler Irak Yönetiminde

Irak'ın işgal edilmesiyle birlikte tüm bu Şii grup, örgüt, parti ve kanaat önderleri ABD ordusunun tanklarının içinde Bağdat'a üşüşen "embedded" gazeteciler gibi yeni yönetimden pay kapma yarışına girdiler. Irak ordusu ağır kayıplar verdikten sonra bir teslimiyet anlaşması imzalamadı. Ordu terhis de edilmedi. Ülkenin liderinin ve lider kadrosunun işgal güçleri tarafından yakalanıp, düzmece bir mahkeme kararı ile idam edilmesiyle birlikte Irak'ın fiilen teslim olduğuna kanaat getirildi ve ABD tarafından Geçici Yönetim adıyla 2002 Londra Konferansında boy gösteren kişilere bir hükümet kurduruldu. İşte Irak'ta Arap’ı, Türkmen’i ve Kürt’üyle Sünni halkın yaşadığı katliam dolu günler böylece başladı.

Koalisyon güçleri, Bağdat'ı yerle bir etmeye başladıkları günün sabahında ikinci bir noktayı daha vuruyorlardı: Halepçe'deki Ensaru’l İslam'ın kamplarını. Çünkü işgalle birlikte Irak ordusu çok fazla dayanamayacaktı. Ordu 1991 yılından bu yana fiilen savaş içerisindeydi, bitap düşmüştü ve hiçbir teknolojik ilerleme yapmasına imkân verilmemişti. Buna bir de satın alınan komutanlar faktörü ilave edilince yıkım kaçınılmazdı. Fakat Saddam silah depolarını açarak halka dağıtmaya başlamıştı ve İslami gruplar, küçük direniş öbekleri teşkil edebilirlerdi. Ensaru’l İslam gibi Irak'ın en eski ve köklü İslami yapıları bu direnişi örgütleyebilirlerdi. Bu sebeple de ilk hedef seçilen bir Kürt İslami hareketi olan ve liderliğini Molla Fatih Krekar'ın yaptığı bu örgüt olmuştu. İşgal güçleri kısa sürede düzenli orduların değil, gerilla savaşı yürüten düzensiz birliklerin daha fazla zarar verici olduğunu Umm Kasr'da anladılar. Irak'ın en güney ucundaki bu küçük kasaba, işgal gücü askerlerini günlerce Irak topraklarına sokmamayı başardı. Fakat bu güçlü direniş Irak askerlerinin değil, düzensiz İslamcı grupların direnişiydi. Savaşı da bu gruplar sürdürdü.

Irak'taki savaş ABD askerlerinde büyük bir moral çöküntüye sebebiyet verdi. Savaşın bilançosu 20 binden fazla ölü ve 300 bine yaklaşan yaralı askerdi. ABD öncülüğündeki kuvvetler birkaç gün içerisinde girdikleri Bağdat'tan böylesi bir zayiat ile ancak 2011 yılında arkalarında 2 trilyon dolara yaklaşan bir kayıpla çıkabildiler. Peki, onlara böylesi büyük bir zarar veren, tüm planları altüst eden şey ne idi? Bugün bu sorunun cevabını bize, sürüldükleri Bağdat'ın kapılarına yeniden dayanan "Sünni direnişçi" olgusu vermektedir. Şüphesiz IŞİD de bu olgunun bir parçasıdır. Irak'ta yaşanan tüm hadiselerin kaynağında işgal ve işgalcilerin beraberinde getirdiği işbirlikçi yönetimler olduğu gerçeği kabul edilmeden yapılan tüm değerlendirmelerin vakıadan ne kadar kopuk olduğu açıktır.

Sünni Şehirler Birer Birer Yok Edildi

Irak Savaşı esnasında yüz binlerce insan yaşamını yitirdi. Şehirler yok oldu. Fakat işgal ordularının yerle bir ettiği tüm bölgeler Sünni halkın yaşadığı şehirlerdi. Felluce ve Ramadi başta olmak üzere Anbar eyaletine bağlı şehirler, Musul'dan başlayıp Tikrit'e ve İran sınırındaki Diyala'ya uzanan tüm Sünni şehirler yerle bir edildi. Su pompa istasyonları, elektrik santralleri, kanalizasyonlar tamamen tahrip edildi. Salgın hastalıklar, çocuk ölümleri, sakat doğumlar baş gösterdi. Oysa koalisyon güçleriyle birlikte Irak'ı işgal eden Barzani ve Talabani'nin hâkim olduğu şehirler Süleymaniye, Duhok, Erbil; Şii grupların hâkim olduğu Necef ve Kerbela hiçbir şekilde hava saldırısına maruz kalmadılar. Hatta Kuzey Irak kentleri ticaret ve petrol gelirleri sebebiyle işgal süresince en müreffeh günlerini yaşadılar ve yaşıyorlar.

ABD öncülüğündeki koalisyon güçleri Irak'tan 2011'de çekildiler. Fakat işgal asla son bulmadı. Çünkü Irak'ı işgal eden temel unsur olan İran destekli Şii gruplar nüfuzlarını daima devam ettirdiler. Sünni halkın yaşadığı sıkıntı ve toplu katliama varan hadiseler, Musul'un Sünni devrimcilerin eline geçmesiyle birlikte artık yeni yeni konuşuluyor. Kürdistan'da özerk bir yönetim 1970'lerde Saddam ile Talabani ve Barzani arasında sağlanmıştı. Kürtler 1991'den sonra Irak ordusunun Kuzey Irak'taki faaliyetlerinin sınırlandırılmasıyla birlikte zaten giderek daha fazla ayakları üzerinde durmuşlar ve Irak'ın merkezî idaresinden uzaklaşmışlardı. Fakat Şiiler için aynı şeyi söyleyebilmek mümkün değildi.

İran-Irak Savaşı esnasında İran adına kendi ülkelerine karşı her türlü askerî ve casusluk faaliyetini yapan Şii örgütler ABD işgali sayesinde iktidara gelmişlerdi. Öyle ki, Bağdat gibi Abbasiler döneminde bir "hilafet yurdu" olarak tasarlanan ve tarih boyunca Sünni hilafetin kalesi olan bir başkent ilk defa Şiilerin yönetimine veriliyordu. Şii iktidar, işgalcilere karşı ve doğal olarak kendi iktidarına karşı direnen Sünni direnişçileri acımasızca ezmeye başladı. Felluce havadan ABD tarafından vurulurken, Şii milis güçler, Bedir Tugayları ve Mehdi Ordusu şehri yağmalıyordu. Yeni iktidar, Saddam tarafından himaye edilmiş Filistinli mültecilere karşı da son derece acımasız davrandı. Binlerce Filistinli Suriye sınırındaki çöllere sürüldü. Suriye'nin de kabul etmediği Filistinliler sınırda kamplarda yaşam mücadelesi verdiler. Şii yönetim bununla da yetinmedi; Bağdat'ta Sünnilerin yaşadığı ve İmam-ı Azam Ebu Hanife'nin külliyesinin bulunduğu Azamiye'nin etrafını yüksek duvarlarla çevirdi. 7 milyon nüfuslu Bağdat'ta, Sünni halka yönelik "mezhebî" temizlik yapıldı ve Sünnilerin nüfusu birkaç yüz bine kadar düştü.

Bugün Irak'ın Sünni bölgeleri ile Şii bölgeleri arasında tam bir uçurum bulunmaktadır. 1970'li yıllarda terör örgütü üyeleri olarak bilinen Şii milis güçlerinin önder kadroları bugün 11 yıldır Irak'ın başında bulunmaktadırlar. Dünya ise akıl almaz bir şekilde bu savaşın ABD'nin çekilmesine rağmen neden bitmediğini sormaktadır.

Irak'ta 2003 yılından bu yana devam eden savaş, ne fiilen ne de hukuken son bulmadı. Savaşı, çatışmaları bitirmek için bölge ülkelerinin de müdahil olduğu tüm çözümler sonuçsuz kaldı. Çünkü masada çok önemli bir unsur eksikti: Direnişi sürdüren aktörler. Şimdi bu aktörler hiç ayrılmadıkları sahalarından başlarını uzatıp büyük şehirleri dalga dalga ele geçiriyorlar. Dünya ise olası bir mezhep savaşının başlayacağını iddia ediyor; hatta dünyaca ünlü stratejisyenler, akademisyenler bile. Irak'ta katledilen yüz binlerce insan ve yine bu savaşın bir devamı olan Suriye devriminde katledilen 300 bin insan bir mezhep savaşının kurbanı değilse eğer, mezhep savaşı nedir?

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR