1. YAZARLAR

  2. Ömer Mahir Alper

  3. Sünnetullah: Bir Kur'an İfadesinin Kavramlaşması

Sünnetullah: Bir Kur'an İfadesinin Kavramlaşması

Ekim 1994A+A-

İslam dünyasında yeniden filizlenen Kur'an'a, kendi öz kaynağımıza dönüş hareketiyle birlikte, onu temel alan çalışmalar henüz yetersiz de olsa gün yüzüne çıkmaya başladı. Bu bir zorunluluk idi. Zira daha vahyin ilk inişinden itibaren mesajının insanlara ulaşmasını önlemek isteyen, onu çarpıtmak, kelimelerini yerlerinden değiştirmek isteyenler çıkmıştır. Daha sonraki yüzyıllar boyu gerek kültürel ve siyasi gerekse ekonomik nedenlerle ve bu nedenlerin baskın çıkması sonucu vahyin pek çok kelimelerinin gerçek anlamları bozulmuş, böylece de tevhid ve adalet gibi iki yüce değerin gerek tek tek vicdanlarda gerekse toplum yapısında müesseseleşmesi gerçekleşememiştir. İşte bir yandan tarihten tevarüs edilen cahili kültürden uzak, öte yandan modern karanlığın dayattığı pozitivist ve rasyonalist değerlerden arı bir Kur'an çalışmasını amaçlayan Ömer Özsoy'un kitabı, Fecr Yayınevi'nden (Ankara, 1994) çıkmadan önce doktora tezi olarak hazırlanmış ve 1991 yılında AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü'ne takdim edilmiş bir çalışmadır.

Kitabın alt başlığı "Bir Kur'an İfadesinin Kavramlaşması"nın seçimi "Sünnetullah" konusunda neyin verilmeye çalışılacağını ve sonuçta tezin ne olduğunu daha ilk başta ortaya koyuyor. O da bir Kur'an ifadesinin var olduğu ve bu "ifade"nin süreç içerisinde "kavram"a yani salt bir ifade olmaktan çıkıp zamanla çeşitli disiplin ve öğretilerin geniş içerikler yüklemesiyle "kavramlaşma"ya dönüştüğüdür.

Şüphesiz yazar sünnetullah ifadesinin kavramlaştığını (bu aynı zamanda onun içeriğinin değiştirildiğini de iddia etmektedir) söylerken Kur'an'da kavramlar yer almaktadır. En tartışmasız örnek belki de Allah kavramıdır... Mesela bir küfr kelimesinin Kur'an öncesi döneme ait kavramsal bir karşılığından söz etmek mümkün değildir. Kur'an bu kelimeyi kullanırken onun semantiğine katkıda bulunmuş, farklı bir bağlamda kullanmak suretiyle ona farklı bir anlam yüklemiştir." (s. 33-34). Öyleyse problem sünnetullah ifadesinin Kur'an bağlamından çıkarılarak kavramlaştırılmasıdır.

Özsoy'a göre "Kur'an'ın muhtevasıyla ilgili olsun veya olmasın her disiplinin terminolojisinde Kur'ani ifadeler önemli bir yer tutmaktadır. Kur'an'ın İslam kültürü içerisindeki zorunlu merkezi konumundan kaynaklanan bu durum görünürde Kur'an'ın söz konusu otoritesine riayet anlamına geleceği gibi Kur'an kelimeleriyle konuşan her bir disiplini de bu otoriteden kaynaklanan kutsallık ve tartışılmazlık vasfından nasiplendirmiş olacaktı." (s. 35). İşte çıkmaz da burada yatmaktadır. Kur'ani bir kelime kendi bağlamından koparılıp kullanıldığında onun muhtevası değiştiği halde "dokunulmazlığı" korunmaktadır. Bu duruma sadece çeşitli disiplinlerde değil, günlük konuştuğumuz dilde de sıkça rastlamaktayız: Kur'ani bir lafza kültürel/beşeri bir anlam yüklemek. İşte bu durum yaygınlaştıkça içinde bulunulan ortamın oluşturduğu muhteva Kur'an lafzına yüklenmekte ve bu Kur'an'ın anlam yapısının kendisi olarak bilinçlere yerleşmektedir. Burada kalınmamaktadır. Daha da ötesi bu içleri doldurulan (kavramlaştırılan) kelimelerin o kadar Kur'ani olduğuna inanılmaya başlanır ki, sonuçta ilgili kelimelerin geçtiği ayetler referans verilir ve bu artık kesin anlamlar olarak kültürde yerleşik hale gelir. Böylece Kur'an tekrar tekrar okunsa da kendi anlamı değil, sonradan oluşturulmuş anlam etkili olacaktır. İşte yazar "sünnetullah" ifadesinin de zaman içinde aynı akıbeti yaşadığını belirterek "zamanla sünnetullah ile anlamdaş olarak kullanılan adetullah terimi bile Kur'ani bir ifade olan sünnetullah'ın anlaşılmasında belirleyici bir rol oynamıştır" demektedir (s. 36).

Özsoy, sünnetullah ifadesinin orijinal anlamını yani Kur'an'ın kasdettiği anlamı bulup çıkarmak için diğer Kur'an çalışmaları için de lüzumlu gördüğü üç prensipten söz etmektedir:

1) Bütün olarak Kur'an'ın zeminini teşkil eden durumun belirlenmesi.

2) İlgili pasajların tarihsel bağlamlarının tesbiti.

3) İncelenen pasajların Kur'an'ın metinsel bütünlüğü içerisindeki yerinin tayini (s. 40).

Bu üç prensip içerisinde en önemli yeri bizce üçüncü şıkkın ifade ettiği Kur'an'ın metinsel bütünlüğünün tesbiti teşkil etmektedir. Zira Kur'an'ın bütün olarak incelenmesi hem araştırdığımız konunun tarihsel zeminini (çünkü Kur'an 20 küsur yıl içerisinde nazil olmuş ve dönemin olaylarını gerek vaz'ettiği prensipler, gerekse indiği toplumun bu prensiplere tavır alışlarını yansıtması bakımından bize tarihi bir zemin sunmaktadır) hem de kavramsal yapısını vermesi açısından oldukça sağlıklı, anlamlı ve tutarlıdır. Yazarın ikinci şıkta ortaya koyduğu "ilgili pasajların tarihsel bağlamları" ise araştırılan konunun "belirlenmesi" açısından değil de belki örneklenmesi ya da açılımı bakımından bize ekstra malzeme sağladığı düşünülebilir. Burada da dikkatli ve titiz olunmalı bu tarihsel zeminin konuyu tesbit etmede "dayatıcı" bir rol üstlenmesine izin verilmemelidir. Şu sebeple ki, bir kere Kur'an'ın pasajını dayandırmaya çalışacağımız tarihsel zemin hakkındaki verilerimiz Kur'an'ın ortaya koyduğu veriler kadar sağlıklı değiller. İkincisi Kur'an'ın evrenselliği ve bu sebeple de prensiplerini evrensel olarak va'z etme tarzı (Kur'an'ın tarihsel birtakım ifadeler taşıdığının farkındayız ama bu ifadelerin evrensel alana doğru açılımsız olduğunu iddia edemeyiz) zaten böyle bir tarihsel zemine bağlı kalmayı zorunlu kılmamaktadır.

Nitekim onun "tarihsel zemin" ile ilgili açıklamalarda bulunurken "...mesela Araplar'daki israf ve gösterişten başka bir şey olmayan mürüvveti bilmeden Kur'an'da cömertliğin neden boş bir iş kabul edildiğini anlayabilmek oldukça güçtür" (s. 92) şeklindeki kanaati bizim çekincemizin haklı olduğunu ortaya koymaktadır. Yazarın bu ifadesinden sonra referans yaptığı ayete baktığımızda olayın zaten orada açıkça ifade edilmiş olduğunu görmekteyiz: "Allah'a ve ahiret gününe inanmadıkları halde mallarını, insanlara gösteriş için sarf edenler de (ahirette azaba duçar olurlar)." (Nisa, 4/38). (Kur'an'ın cömertliği boş bir iş kabul ettiği ifadesi herhalde sehven "saçıp-savurma"nın yerine kullanılmıştır.)

Çalışmada "sünnetullah"ın semantik yapısının incelenmesine bir bölüm ayrılmış, Kur'an'da ki kullanımına geçmeden önce kelimenin "anlam alanı"nın tesbitine çalışılmıştır. Bu çerçevede kelimenin anlam alanı şöyle belirlenmiştir: Allah'ın öteden beri süregelen ve sürecek olan, kendine özgü, değişmeyen bir davranış tarzı (s. 53).

"Kur'an'da Sünnetullah ifadesi ve Eşanlamlılar" başlığı altında Kur'an'ın probleme çözümünü sunan yazar, sünnet kelimesinin Kur'an'da tekil formuyla, çeşitli terkiplerde yer almak suretiyle 14 kere kullanıldığını, iki yerde çoğul formuyla geçtiğini; bunlardan sadece sekizinin "sünnetullah" şeklinde iken diğerlerinin "sünnetüna", "sünnete men.." ve "sünnetü'l-evvelin" gibi isim tamlamalarında yer aldığını kaydederek uzun tartışma ve analizden sonra bu ifadelerin yukarıda zikrettiğimiz "Allah'ın öteden beri süregelen ve sürecek olan, kendine özgü, değişmeyen bir davranış tarzı" şeklindeki semantik yapısıyla aynı olduğunu tesbit etmiştir ki oldukça isabetli görünmektedir. O halde tartışılması gereken nokta vasıfları sıralanan Allah'ın bu "davranış tarzının" yani sünnetullahın hangi alanla ilişkili olduğudur. Yaygın kanaatte ifadesini bulduğu gibi sünnetullah, Allah'ın koymuş olduğu tabiat yasaları mıdır?

Kitabına sünnetullahın Kur'an sonrası kullanımı hakkında bir bölüm ayıran yazar, burada şu ifadelere yer vermektedir: "Sünnetullahın Kur'an'daki kullanımı ve buna bağlı olarak ilk dönemlerdeki anlaşılışı ile, kavram olarak bugün ulaştığı anlam zenginliğine bir arada baktığımızda, oldukça bariz bir anlam kaymasının vaki olduğunu görmekte güçlük çekmeyiz. Daha sonraları yüklenen anlamlardan, özellikle de tabiat kanunları olarak belirlenen anlamdan soyutlanarak kavramı kendi tabii bağlamında ele almaya çalışacak olursak görürüz ki; her ne kadar kanuniyet fikri yoğun bir şekilde kendisini ele veriyorsa da bu kanuniyetin konusu olarak fizik alanı akla getirecek en ufak bir ipucu bulmak adeta ustalıktan da öte bir güce ihtiyaç duyurmaktadır." (s. 66).

Bu anlam kaymasıyla bağlantılı diğer bir gerçeğin de zaman içinde sünnetullah ile eş anlamlı kullanılır hale gelen "adetullah" teriminin olduğunu kaydeden Özsoy, özellikle Hicri III. yüzyılda felsefi tartışmaların müslüman çevreye sirayetiyle birlikte yeni problematikler çerçevesinde bir kavramlaştırma sürecinin başladığını, fizik alanla ilgili kullanılan "adet" kelimesinin "Allah" lafzıyla terkib edildiğini ve daha sonra da Kur'an'da kullanılan "sünnetullah'ın değişmezliği" ilkesinin "adetullath"a uygulandığını belirtmektedir: "Aslında sünnetullah gibi Kur'ani bir ifade bir disiplinin içinde oluşmuş adetullah ifadesine şemsiye yapılmakta böylece de bazı disiplinler içerisinde kullanılan bir kavrama kutsallık izafe edilmektedir." Tabiat kanunlarının adetullah olarak isimlendirilmesi, onları Kur'an'ın sünnetullahın değişmeyeceğine dair beyanlarının teminatı altına almış oluyordu." (s. 69).

Yazar klasik dönemlerde İslam dünyasında sünnetullahın asıl mecrasından çıkarılarak "tabiat kanunları"na dönüştürülmüş olduğunu ortaya koyduktan başka, XIX. yüzyılın sonlarına doğru müslümanların pozitivizmle tanışmasından sonra bu kavramın yeniden gündeme getirildiğini ve modern bilimin doğrultusunda sünnetullahın aynı şekilde "tabiat kanunları" diye anlaşıldığını kaydeder. XX. yüzyılın başlarında ise düşüncedeki değişime bağlı olarak bu kavram fizik alandan çok sosyal alana kaymıştır ki yazar bunu içte ve dıştaki bazı amillerle açıklar.

Burada bir başka noktaya da temas etmek gerekir ki o da, sünnetullah'ın "tabiat kanunları" şeklinde anlaşılmasından sonraki içine düşülen çıkmazdır. Eğer tabiat kanunları sünnetullah ise ve o da "değişmez" ise -çünkü Kur'an sünnetullah'ın değişmezliğini ortaya koymaktadır- bu durumda mucize olayı nasıl izah edilecektir? Mucize açıkça tabiat kanununun yarılmasıdır. Zaten böyle olmasa onun "mucize" olma özelliği kalmazdı. O halde nasıl olacaktı da hem mucize olacak, hem de "sünnetullah"ı değiştirmeyecekti? Bu çıkmazı gerek klasik dönemde, gerekse modern dönemde birtakım İslam düşünürleri yaşamış; rasyonalist ve pozitivist yaklaşımlarla Kur'an'daki açık mucizeleri inkar etme durumlarına varan tevillere girişilebilmiştir. Oysa sünnetullah Kur'ani çerçevede anlaşılsaydı bunun tabiat kanunları demek olmadığı anlaşılacak, kainatta bir düzen ve kanunluluk olsa da -ki bunu Allah göklere ve yerlere "emr"ini göndermekle sağlamaktadır- Allah'ın "izni" ile yeni bir emir göndermesiyle bu kanun cüz'i planda peygamberler aracılığıyla değişebilecekti. Bu da herhangi bir çelişkiyi bünyesinde barındırmamış olacaktı. Zira Allah tabiat kanunlarının hiç bir zaman değişmediğini ya da peygamberler aracılığıyla da bunun -mucize olarak- değişemeyeceğini belirtmemektedir.

Kitapta, sünnetullahın fizik alanla ve tabiat kanunlarıyla ilgili olmadığı tesbitinden sonra sünnetullahın konusunu araştıran bölümler yer almaktadır. Bu amaçla yazar, Kur'an çalışması için kabul ettiği metodolojisine uygun olarak, Kur'an mesajının arka planını irdelemeye çalışmakta ve bu arka planın tarihsel bölümünü tesbit ederken Kur'an'daki peygamberler zinciri çerçevesinde verilen insanlık tarihi genel bir bilinç oluşturması bakımından anlamlıdır. Bu oluşturulduktan sonra, sünnetullahın alanı daha da bir netleşecektir. Bizim burada dikkatimizi çeken bir husus da yazarın Kur'an'daki insanlık tarihi bilincini oluşturan kıssalarla ilgili bir kanaatidir: "...Kur'an'ın tarihsel malumata kesinlikle dogmatik bir değer atfetmediğini, bilakis ısrarla tarihin incelenmesine çağrıda bulunduğunu bir kez daha hatırlatarak; konunun ön yargılardan uzak uzmanlara düşen bir iş olduğu yönündeki kanaatimizi ifade etmek istiyoruz." (s. 112). Doğrusu bu ifadelerle neyin anlatılmak istendiği pek açık görünmüyor. "Dogmatik" kavramıyla "kesin gerçeklik ve ona tamamen bağlılık" kasdediliyorsa, bu yaklaşım, Kur'an'ın "gerçek olarak bildirme" ilkesiyle ve bakışıyla çelişmiyor mu? Bu ifade zihnimizde bazı düşünürlerin Kur'an'daki kıssaların sembolik olarak yorumlanması gerektiği şeklindeki kanaatleri­ni çağrıştırıyor. Acaba yanılıyor muyuz?

Çalışmasında insan ve tarih felsefesi konusunda da önemli açıklamalar yapan Özsoy, Kur'an'da "Allah'ın davranış biçimi" anlamındaki sünnetullah ifadesiyle ilişkili olarak "kelimetullah", "kelimetü rabbih" gibi ifadelerin kullanıldığını, "Allah'ın verdiği söz" benzetmesini içeren bu terimlerin de sünnetullah gibi Allah'ın davranış tarzını ifade ettiğini belirtmekte ve Allah'ın hangi durumlarda nasıl davranacağına dair kendisine ve bu ilahi tavrın muhatabı olması itibariyle insanlığa söz verdiği fikri işlenmektedir.

Sonuç olarak denilebilir ki yazar, antik ve modern sapmalardan payına düşeni almış olan önemli bir Kur'an ifadesini genel hatlarıyla yeniden asli muhtevasına döndürme çabası sergilemiş, Kur'an'ın insan ve tarih görüşüne nisbi bir açılım getirerek birey ve toplum bazında tevhid ve adalet ilkesini kurumlaştırmayı hedefleyen Kur'an'a dönüş hareketine önemli bir katkıda bulunmuştur.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR