1. YAZARLAR

  2. Haksöz

  3. Sistemin Değil Allah'ın Razı Olduğu Din

Sistemin Değil Allah'ın Razı Olduğu Din

Ekim 1994A+A-

8O'li yılların başından itibaren İslam coğrafyasının hemen her bölgesinde görülen canlılık ve hareketlilik olgusu bugün de devam etmekte. "İslam'ın dirilişi", "İslam'ın yükselişi" gibi terimlerle tanımlanmaya çalışılan bu olgu zaman zaman yavaşlasa, kimi yerlerde hızını kaybetse de, İslam dünyasının bütününe ve dünya siyasetine ağırlığını koymuş bulunuyor. Bugün artık hiç kimse bu gerçeği, gelip geçici bir rüzgar olarak veya olağanüstü şartların ürettiği arızi bir sonuç olarak görmüyor, göremez.

Bu İslami yükseliş olgusunu en sıkı biçimde tahlil edip, buna karşı en etkili tedbirleri almak durumunda olanlar açıktır ki Batılı büyük güçler, daha genel ve kapsamlı bir ifadeyle emperyalizmdir. Emperyalizm, özellikle Sovyet sistemi ve Doğu Bloğunun kendisine karşı rakip olmaktan tümüyle çıkmasından sonra, fiili bir tehlike olarak gördüğü İslami hareketler üzerinde yoğunlaşmıştır. İslami hareketlerin beşiği ve bir nevi merkez üssü konumunda bulunan Orta Doğu'nun, emperyalistler nezdinde ekonomik, siyasi, askeri ve tarihi açıdan sahip olduğu büyük önem de emperyalistlerin İslami hareketlere karşı hassasiyetlerini ayrıca arttırmaktadır.

İslami hareketlere karşı çok yönlü bir sindirme, kuşatma ve yönlendirme politikası izlenmektedir. Özellikle Körfez Savaşı'nda elde ettiği kazanımların ardından tüm dünyada adeta dizginlerinden boşanmışçasına yoğunlaşan emperyalist saldırganlık, şüphesiz en açık ve en vahşi örneklerini müslümanlar söz konusu olduğunda gerçekleştirmektedir. Bununla birlikte, emperyalizmin İslam'a ve müslümanlara karşı izlediği düşmanlık politikası, sadece askeri alanla sınırlı değildir. Siyasi ve psikolojik saldırılar da en az bunun kadar etkili bir rol oynamaktadır. İslami hareketlere olumsuz imajlar yüklenmeye çalışılması, bu yolla müslüman kitlelerden yalıtılmaya gayret edilmesi, uzlaşmacı, teslimiyetçi eğilimlerin teşvik edilmesi gibi tutum ve politikalar bu tip saldırılara birer örnektir.

İslami hareketleri ve mensuplarını radikal, fundamentalist, politik, aşırı dinci gibi sıfatlarla tanımlamak Batılı güçlerin ve uzantılarının eskiden beri ısrarla sürdürdükleri bir tutumdur. Bu yolla İslami hareketlerin mensubu bulundukları İslam ümmeti içindeki konumlarının daraltılmaya ve kitlelerden yalıtılmaya çalışıldığı bilinmektedir.

Öte yandan yine, son zamanlarda İslami hareketlerin yaftalanmasında terörist sıfatının özellikle öne çıkarıldığı da bir vakıadır. Batılı medyaya yansıdığı ölçüde, İslam ve terör kavramları o kadar özdeş bir biçimde algılanmaya ve kullanılmaya başlanmıştır ki, bazı Batılı liderler bile bu durumun tehlikeli bir noktaya ulaştığını fark ederek kendi kamuoylarını uyarma gereği duymuşlardır. Emperyalist mantığa göre kendisinin ve işbirlikçilerinin çıkarlarına aykırı her türlü çaba terörist eylem niteliği taşımaktadır. Buna göre, Filistin'de ve Lübnan'da Siyonist işgale direnen müslümanlar teröristtir; Cezayir'de özgürlük düşmanı cuntaya karşı çıkan müslümanlar teröristtir; Mısır'da işkenceci rejime muhalefet eden müslümanlar teröristtir. Kısacası kim ki, özgürlük ve adalet peşindedir, o mutlaka bir teröristtir.

Halbuki aynı emperyalist güçler, daha Siyonist devletin kurulması öncesinden itibaren sayısız masumun kanını akıtmış Şamirleri, Rabinleri barış kahramanı olarak ödüllendirmekte; İran'da halka karşı vahşice eylemler gerçekleştirmiş bulunan Halkın Mücahitleri adlı işbirlikçi örgütle resmi ilişkiler içinde bulunduklarını açıklamaktan çekinmemekte; Sudan'da ayrılıkçı Garang çetesini kurtuluş hareketi olarak desteklemektedirler. Açıkçası emperyalizm, sahip olduğu yaygın iletişim ağının da desteğiyle terör ve terörist kavramlarını kendi çıkar ve amaçları doğrultusunda etkili bir silah olarak kullanmaktadır.

"Dine Karşı Din"

İslami hareketlere karşı kullanılan etkili bir silah da "İslamizasyon" politikasıdır. Elbette emperyalizmin İslam coğrafyasında gelişen muhalif İslami hareketlere karşı asıl tercihi, gerek liberal, gerekse de monarşik bir sistemle yönetilen Batıcı laik rejimlerdir. Batıcı rejimlerin yerine, İster net, isterse de bulanık bir İslami kimliğe sahip hiç bir muhalif oluşum asla tercihe şayan değildir. Çok cılız, çok silik bir İslami kimliğe sahip oluşumlar bile geleceğe dönük birer potansiyel tehlike olarak kabul edilirler. Bununla birlikte İslami bir gelişmenin önüne geçilmesinin mümkün olamayacağı düşünülen bir durum söz konusu olduğunda ise, emperyalizmin mücadeleci, tavizsiz bir İslami harekete karşı uzlaşmaya açık, yönlendirilmeye müsait bir sözde İslami oluşumu tercih ettiği de bir sır değildir.

Emperyalistlerin literatüründe İslamizasyon politikası olarak adlandırılan ve kısaca "radikal İslam'a karşı ılımlı İslam" formülüyle ifade edilen bu strateji yıllardır uygulanagelen ve bundan sonra da uygulanmaya devam edecek önemli bir politikadır.

Zaman zaman emperyalistler arasında tartışmalara ve farklı tavırlara da yol açan bu yaklaşımın en somut açılımını bugün Cezayir örneğinde çok açık bir şekilde izleyebiliyoruz. Cezayir'de mevcut statükonun sarsılmasının çıkarlarını çok ağır biçimde zedeleyeceğini görerek panikleyen Fransa tükenmenin eşiğine gelmiş Cezayir diktasını desteklemeyi sürdürmektedir. Fransa'nın bu basiretsiz politikasını eleştiren ABD ise, Cezayir'de laik cuntanın yolun sonuna geldiğini görerek, İslam'ın iktidarının kaçınılmaz olduğunu, dolayısıyla sorunun laik cuntaya destek verip vermemek değil, hangi İslam'ın tercih edileceği temelinde yattığını savunmaktadır. Yani ABD'ye göre "madem ki İslam gelecektir, öyleyse tedbir alınsın da gelen radikal İslam değil, ılımlı İslam olsun." İster iktidarda, İster muhalefette olsun radikal İslam'a karşı ılımlı İslam, yani tehlikeli İslam'a karşı tehlikesiz. Ehlileştirilmiş İslam her zaman emperyalistlerin tercihidir.

ABD'nin bu politikası Savunma Bakanlığı Müsteşarlığı için Rand Corporation tarafından hazırlatılan ünlü raporun şu son cümlesinde gayet sarih bir biçimde ifade edilmektedir: "...Ek olarak, İslamcı hareketin ılımlı üyeleriyle gayr-ı resmi ve ihtiyatlı temaslarda bulunmak faydalı olabilir."

Emperyalizm tüm dünya genelinde gelişen İslami harekete karşı klasik "havuç ve sopa" siyasetini gütmektedir. Bir yandan tavizsizce direnen, direnmeyi şiarlaştıran hareketlere karşı baskı ve sindirme tehditleri arttırılırken, öte yandan uzlaşmayı, pazarlığı, yumuşamayı tercih etmeleri halinde ise ödüllendirilecekleri vaatleri yapılmaktadır.

Tüm dünyada ilkelerinden taviz vermeyen, mücadeleden taviz vermeyen hareketlerin başarısızlığa mahkum oldukları, halbuki uzlaşmaya, yumuşamaya açık hareketlerin ise sayısız kazanımlar elde edebilecekleri propagandası sürekli yaygınlaştırılmaktadır. Bu yaklaşımın açık bir örneğini Siyonistlerin HAMAS'a yaptığı şantajvari teklifte görebiliyoruz. HAMAS'ın barış antlaşmasına muhalefetten vazgeçmesi ve antlaşmayı resmen tanıması karşılığında İsrail, HAMAS mensubu tutuklu mücahitleri serbest bırakmayı önermektedir. Siyonistlerin hesabı açıktır; temel tercihlerinden bir kez tavizi, sapmayı göze alan bir hareketin nerede duracağı belli olmayacaktır.

Emperyalistler nasıl ki, tüm dünyada İslami hareketler karşısında eritici, çözücü eğilimleri geliştirmeye çalışmaktaysa, işbirlikçi rejimlerde aynı siyaseti takip etmektedirler. Türkiye'de de egemen laik sistemin İslam'a ve müslümanlara yaklaşımı aynıdır. Temelde fanatik laik kimliği dolayısıyla İslami niteliği bulunan hiç bir şeyden hazzetmemekle beraber, sistem yine de mevcut İslami oluşumları değerlendirirken kullanılmaya, yönlendirilmeye müsait olanlarını müsait olmayanlara açıkça tercih etmektedir. Genel bir politika olarak da tüm İslami oluşumların sistemin işleyişiyle çelişmeyen, birtakım ortak değerleri paylaşan, bütüncül bir mücadele anlayışı yerine parçacı, yüzeysel değişimleri hedefleyen, ılımlı uzlaşmacı bir kimliğe doğru yönelmesi için çaba harcamaktadır. Bu yönlendirmeye karşı çıkan İslami çabalar ise marjinallikle, gerçekçi olmamakla eleştirilmekte; aynen emperyalist merkezlerin yaygınlaştırmaya çalıştığı nitelemelerle "siyasal İslam'ın iflası", "radikal İslam'ın tükenişi" gibi değerlendirmelerle karalanmaya ve tecrid edilmeye çalışılmaktadır.

Ülkemizdeki yaygın, etkili İslami çevrelerin son zamanlarda sistemin arzuladığı, benimsetmeye çalıştığı çizgiye gittikçe daha fazla esnemekte olduğu görülmektedir. Bu tip çevreler bir yandan ulaştıkları kitle ve sahip oldukları imkanlar açısından kemiyyet itibariyle gün be gün gelişmekte ve büyümekte iken, öte taraftan Kur'ani ölçülerden uzak olma ve bağımsız ve ilkeli bir İslami kimliğe sahip bulunmamanın da etkisiyle, her geçen gün egemen küfr sistemine biraz daha adapte olmakta, Allah'ın razı olduğu dinden sistemin razı olduğu dine doğru biraz daha savrulmaktadırlar.

RP yönetiminin son zamanlarda ordu, laiklik, Atatürk gibi konularda belirgin bir biçimde uzlaşma mesajları vermesi, Fethullah Gülen'in uzun yıllar boyunca sahne gerisinde kalmaya özen gösterdikten sonra, ilk defa dışarıya tümüyle açıldığında yaptığı konuşmasında adeta akidevi bir biat ikrarı gibi demokrasiye bağlılık vurgusunda bulunması gibi gelişmeler, İslami etiketli kimi hareketlerin sistemle entegrasyona hazır olduklarının işaretlerini vermektedir.

Geniş bir perspektiften bakıldığında, Filistin'de birtakım kazanımlar adına FKÖ'ye siyonistlerle uzlaşmayı dayatan süreç ile Türkiye'de birtakım İslami etiketli cemaat ve hareketlere sistemle entegrasyonu dayatan süreç paralel süreçtir. FKÖ ile İsrail'in el sıkışmalarına muhalefet edip, RP ile düzenin birbirlerine ısındırılmalarında bir beis görmemek çelişik bir tavırdır.

Zorlukları Aşmanın Biricik Yolu: Direniş

Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de tevhidi ölçüler çerçevesinde şekillenmiş sahih bir İslami hareket peşinde olanlar büyük güçlüklerle karşılaşmaktadırlar. Bir yandan emperyalizm ve işbirlikçisi iktidarların yoğunlaşan baskı ve sindirme politikaları, diğer yandan aynı çevrelerce teşvik edilen uzlaşmacı, teslimiyetçi anlayış ve eğilimler. Bu çift yönlü basınç zaman zaman tevhidi bir kimlik iddiası taşıyan çevrelerde bile çözücü etkilere yol açabilmekte ve sivil toplumcu, çoğulcu projeler gibi, Medine Vesikası, çok hukukluluk teorileri gibi, "aynı gemiyi paylaşıyoruz", "laik-müslüman kamplaşması istemiyoruz" söylemleri gibi sapmalar doğurmaktadır.

Bugün Kur'ani ölçüler içinde İslam'ı anlamak ve aynı ölçüler dahilinde onu hayata hakim kılmak endişesi içinde olan insanların genel olarak bir yeis, bir yılgınlık duygusuna kapılmış oldukları görülebilmektedir. Bununla birlikte, Allah'a dayanma ve gerekli fedakarlıkları gösterebilme şuuruna sahip olarak, karşılaşılan zorlukların aşılacağına inanmak ve buna uygun hareket etmek zorunludur. Geçici bir yeis içine düşmek doğal karşılansa dahi, kazanma inancı ve coşkunun asla yitirilmemesi gereklidir. Zaten bilinmektedir ki, gerçekten kazananlar toplumu, sistemi şunu veya bunu değil, sadece ve sadece Allah'ın rızasını talep edenlerdir. Rabbimiz Yüce Kitabında "Bizim uğrumuzda cihad edenleri yollarımıza iletiriz" (29/69) buyuruyor. Rabbimizden dileğimiz, bizleri de yollarına ilettiklerinden kılmasıdır.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR