1. YAZARLAR

  2. Hamza Türkmen

  3. Şule Yüksel Şenler’in Hatırlattıkları ve Kur’an’da “Derece” Meselesi

Şule Yüksel Şenler’in Hatırlattıkları ve Kur’an’da “Derece” Meselesi

Eylül 2019A+A-

Vahyî bildirimle müminler kardeş kılınmıştır; mümin ve mümine insanlarımız da birbirlerinin velisidir. Ancak mümin ve mümine insanlarımız için iman, eşitlik şartlarına değil takvaya dayanır. Takva ise gösterişçi bir dindarlığı değil haşyet yani tazim ve Allah korkusu içinde hilmi, mütevazılığı, îsarı kuşanan adanmış bir inancın hasbi halleri, şehidliğidir. Ayrıca cihadın nefs muhasebesi, murâkâbesi ve mücâhedesiyle ilgili merdivenlerini de atlamamalıyız.

Allah-u Teâlâ, En’am Suresinde “Sizi yeryüzünün halifeleri kılan ve size verdikleriyle sizi denemek için kiminizi kiminize göre derecelerle yükselten O’dur.” (6/165) buyurmaktadır. Bu bağlamda Rabbimizin rızasını kazananlar arasında takva açısından da cihad açısından da dereceleri birbirinden üstün olanların varlığı söz konusu olabilir.

Bizler Kur’ani kaynaktan ve Sahih Sünnet uygulamasından oldukça uzaklaşmış, mezhepçi ve batini iç hastalıklarla malul hale düşmüş ya da zaafa uğramış bir ümmetin çocuklarıyız. Bu cümlecikleri sıkça tekrarlıyoruz ama konu sünnetullah dairesinde iyice kavranıncaya ve sağlıklı bir durum değerlendirmesine varıncaya kadar da tekrar etmeliyiz.

Ayrıca Müslümanları zaaflarından arındıracak ıslah ve ihya çabalarını, İslamlaşma çabalarını, Kur’an dilini ve öğrenimini yasaklayan Kemalist-laik-Batıcı rejimin 1960’lar Türkiye’sinde, 1970’lerin başlarında da hükümferma olduğu seküler bir düzen içinde yaşadık. Bu yıllarda Türkiye İslami uyanış sürecinin hanımlar boyutuna en belirgin olarak tanıklık ettiğini düşündüğümüz Şule Yüksel Şenler Hanımefendi 28Ağustos Çarşamba günü vefat etti. Bir gün sonra, yani Seyyid Kutub’un idam edilişinin 53. yıldönümünde de defnedildi. Rabbimiz tüm salih ve salihalara rahmet eylesin.

Şenler, Türkiye şehirlerinin caddelerinde, liselerinde, üniversitelerinde tesettürlü Müslüman kız olmanın ne demek olduğunun bilinmediği veya örneklendirilemediği o yıllarda çok önemli bir mübelliğ ve mücadele insanı olarak gündemimize girmişti. Ama onun mücadelesi ve İslami uyanışa katkıları uzun yıllar basın hayatımızda yer alamadı. Kendi biyografisinin kaleme alındığı “Bir Çığır Öyküsü”nde şöyle diyordu:

İslami uyanışın henüz kıpırdanış şeklinde olduğu bir dönemdi. Hele kadınlar için cemiyetleşmenin hayali dahi mümkün değildi.” Kastettiği “cemiyetleşme” tabii ki tesettürlü, takvalı ve İslami şahitliği üstlenen müminelerin, mümin kardeşleri ve büyükleriyle sosyal bir örneklik oluşturduğu bir haldi. Sahabenin birlikte Cuma ve vakit namazları kılması gibi, müşriklerin sataşmalarına rağmen Kâbe’ye birlikte yürümeleri gibi.

Onu Eyüp Sultan Camii’ndeki cenaze namazında salavatlarla, hayır dualarıyla Rabbimize uğurladık.

Şule Yüksel, CHP’li bir ailenin gencecik kızıyken, Nurcularla ilişkisi olan ağabeyinin teşviki ve kendi okumaları dolayımında İslam’ı öğrenmeye, bildiklerini yazılı ve sözlü olarak aktarmaya ve doğrularını yaşamaya adım atmış, laik-Batıcı eğilimlere karşı tavrını İslamlaşma sürecinden yana koymuştu.

Mehmet Şevket Eygi’nin 1967’de çıkartmaya başladığı haftalık Yeni İstiklal’deki bir yazısı nedeniyle 163. Madde kapsamında genç yaşında rejimin mahkemesi ile tanışmıştı. Kamusal alanda bildiği kadarıyla İslam’ın sesi olmaya çalışan ve geri adım atmayan mücahide bir insanımızla, üzerindeki eziklik psikolojisini atamayan Türkiye Müslümanları ilk defa karşılaşmıştı.

O, İslami hükümlere ve ahlaki değerlere göre tanzim edilmemiş bir hayat biçiminden yani “hamiyet-i cahiliye”den hicret etmek, arınmak istiyordu ama şehrin alanlarında, liselerinde, üniversitelerinde yaşanmış tanıklıklara, hele hanım olarak yaşanmış tanıklıklara uluşamamıştı. İçinde yaşadığı hamiyet-i cahiliyede hanımların ilmihaliyle ilgili hak olanın arayışı içindeydi. Ama hakka şahitlik yapacak rehberlerden mahrumdu.

Risale derslerine katıldı. Lisede, üniversitede nasıl tesettürlü olunabileceğinin uygulamalı çabaları içinde oldu. 1960’lı yıllarda da mahrumluk iklimi henüz aşılamamıştı. İlkin sağcı-milliyetçi, daha sonra muhafazakâr/milli dindar yazarlarımızın eserlerini okuyarak yol yordam arayışı içinde oldu.  Çağdaş sorunlarımızla ilgili yayın hayatımıza Kur’an merkezli bakış açıları Mevdudi gibi, Seyyid Kutub gibi müelliflerimizden yeni yeni çevriliyordu.

Türkiye’nin hemen hemen bütün şehirlerine, büyük ilçelerine çağrıldı. Onu, her gittiği yerde binler, on binler karşıladı. Çözümü Kur’an’a yönelmekte arıyordu. Konferanslarında tüm dinleyici mümine insanları ayağa kaldırıyor ve kadın ile, adalet ile ilgili anlamı açık muhkem ayetleri herkese cümle cümle topluca bir ağızdan söyletip ezberletmeye çalışıyordu. Seyyid Kutub, Mevdudi gibi ıslah öncülerimizin görüşleriyle yeterli irtibatı olmasa da aynı ıslah çizgisinin öncü vurgularına sahip Mehmet Akif’i iyi okuduğu belliydi. Modernite karşısında Akif’in şiirinde dendiği gibi “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilmi / Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” şiarına muttaliydi.

Papa’nın 1971’de Türkiye’ye gelişinde kendisine gösterilen aşırı ilgi ve verilen tavizler nedeniyle devrin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a bir uyarı mektubu yazan Şenler, mektubun Cumhurbaşkanı’na hakaret ettiği iddiasıyla yargılandı ve 13 ay 10 gün hapis cezasına çarptırıldı. Fakat 2 ay sonra Cevdet Sunay’ın özel affı kendisine iletildiğinde bu affı reddetti ve akabinde yakalandı. Bursa Cezaevi’ndeki mahkûmiyeti 8 ay sonra tamamlandı.

O, yaşanan geçiş dönemi nedeniyle şekli tartışılsa da tesettürü teşvikle, Kemalist sisteme yönelttiği eleştirileri ile genç yaşına rağmen mümin ve mümine insanların uyanışına ve direniş bilinçlerinin gelişmesine örneklik oluşturdu. Müslüman halktan büyük ilgi gördü ama o zamanki mezhepçi ve batini; sağcı ve devletçi Türkiye İslami cemaat ve camialarının önde gelenleriyle kazanımlarının değerlendirilmesi için ciddi bir istişare ortamı yakalayamadı. Çünkü milli ve taassubi dindarlık henüz aşılamamıştı.

Şule ablanın dediği gibi 1960’lı yıllar ve 1970’li yılların başlarında "...İslami uyanışın henüz kıpırdanış şeklinde olduğu bir dönemdi. Hele kadınlar için cemiyetleşmenin hayali dahi mümkün değildi." Dönemin dinî önderlerinin ekserisi Ömer(r.a.)’ın Cuma hutbesinde kendisine mescit içinde itiraz eden sahabe kadınının özgüveni ve takvasından bahsetmekteydiler ama kendi hayatlarında ne birlikte ibadi bir eylem, bir tanıklık ne de kadınlarla istişari bir ortam oluşturma yolları aramaktaydılar. Yani İslami uyanış mücadelesinde ümmetin yarısı pasifize olmuştu ya da elmanın yarısı yoktu.

Ama o bildiği doğrularla kıraç Anadolu toprağı üzerinde kız-erkek birçok gencin bilinçaltına başörtüsünü tesettüre, malıyla canıyla mücadele etmeyi takva derecesine dönüştürmeyi kimliksel eğilimin fideleri olarak ekmeye çalışmıştı. Daha sonra belki de denklik sünnetine uymadığı için boşanmayla biten evlilikler yaptı. 1990’larda hastalandı. Ekonomik imkânları sınırlıydı. Ama Türkiye tevhidî uyanışının yetişen kızları/hanımları onunla irtibatlar kurdular. Biyografi kitabıyla 1960’lı yıllara uzanan bilinçaltlarındaki hatıraları canlandırdı. Bu geç kalmış hatırlama, yakın dönem Türkiye İslami uyanış tarihinin hanım boyutunun önemli kısmını onunla beraber bilinirlik düzeyine çıkardı.

Tevbe Suresindeki ilgili ayetin mealini Şule ablamızın hayat mücadelesiyle irtibatlandırma niyetiyle de okuyabiliriz. “İman eden, hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad eden (yani her tür çabayı gösteren) kimselere Allah katında en büyük dereceler vardır. İşte kurtulanlar onlardır.” (9/20)

Kaldı ki o, Allah’a ve İslam’a iman ettikten sonra inancının mübelliği olabilmek için adabı ile hicret anlayışı içinde yollara düşmüş, Türkiye’deki ve dünyadaki zulme ve zorbalığa karşı malı ve canı ile tavır almış, cezaevi tehdidi karşısında korkmamış, hakkı söylemekten geri durmamış; şöhretini ve tebliğini paraya dönüştürmemiş, ilaç parası bile bulamadığı günler kimseye müdahane etmeyerek onurunu çiğnetmemişti. Dünyada tüketim, lüks ve görünebilirlik kadrajı içinde olmak için yarışan bir dindarlıktan hicret eden ve takvayı katık edinen mücahide bir bacımız olarak bu dünyadan göç etti.

Derece Elde Etmenin Kesbî ve Tevfîkî Boyutu

Derece edinimi için Kur’an bütünlüğüne baktığımızda konunun kesbî ve tevfîkî boyutu ile karşılaşırız. Kesbî, emekle kazanma; tevfîkî, Cenab-ı Hakk’ın lütfu ile sevketmesi, yardım etmesi anlamında kullanılmaktadır. Rabbimiz Nisa Suresinde “Erkeklerin kazandıklarında bir pay vardır, kadınların kazandıklarında bir pay vardır.” (4/32) buyuruyor. Kesbî olarak derece mefhumu, Allah’ın davasını yükseltme yolunda cehdimizle, salih amelle kazanılır. Salih amele dönüşmeyi hedeflemeyen teorik çalışmalar, muhabbetler, müzakereler boş laflar veya entelektüel lafazanlıktan öteye geçmez. Salih amel için de hasbi tavır ve takva, vazgeçilemez edinimlerdir.

Tevfîkî olarak cehd sahibi mümin ve mümineler arasındaki dereceleme olayıtabii ki Allah-u Teâlâ’nın takdirindedir. Şura Suresinde şöyle buyurulmaktadır: “Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz ve her bilgi sahibinin üstünde bir bilen vardır.” (12/76) Ayet-i kerime, râsih müfessirler tarafından, “Allah kime dilerse onu derecelerle yükseltir, amacına ulaşması için ona çeşitli yollar gösterir, işini kolaylaştırır.” tarzında açıklanmıştır.

Ama tevfîkî olarak doğrudan derece sahibi olmak ise Rabbimizin “hikmet” verdiği resulleri ile alakalıdır. Bu derece kesbî değildir. Ayrıca Allah-u Teâlâ “Resullerin bazısını bazısından üstün tutmuştur.” (17/55) ama “Hiçbirinin arasını ayırmamıştır.” (2/285) Resuller arasındaki üstünlük halleri mutlak değil, görecelidir; çünkü son nebi olduğu halde Muhammed Aleyhisselam’ın “Resuller hakkında birinin diğerinden daha hayırlı olduğunu ileri sürmeyin.” (Buhari, Husumat, 1; Müslim, Fedail, 163) ve “Beni Matta oğlu Yunus’tan daha üstün tutmayın.” (Buhari, Enbiya, 35; Müslim, Fedail, 166) buyurduğu sahih yollardan intikal etmiştir. “Dirâsâtu’l-Kur’an” tefsirinde belirtildiği üzere resuller arasında mutlak üstünlük mukayesesi hem aynı kaynaktan beslenen ve birbirinin kardeşi olan resullerin misyonuna ters düşer hem de farklı din müntesipleri arasında husumet oluşur.

Kaldı ki Rabbimiz bu ayette nebi ve resul olan Muhammed’den iman ettiği resullerden hiçbirisinin arasını ayırt etmesini istememektedir. Bu ayetin devamında Amentü zemininde müminler de “İşittik ve itaat ettik.” demektedirler. Dolayısıyla bu muhkem delilde de gördüğümüz gibi resuller arasındaki dereceler mutlak değil, izafidir. Resuller arasında üstünlük değil görev alanları mukayesesi yapabiliriz. Üstünlük mukayesesi yetkimiz dâhilinde değildir. Bu mukayese, ilmi her şeyi kuşatan Rabbimize aittir.

Kesbî boyutla tevfîkî boyutun iç içe olduğu konular ise insanların kul olarak ödev ve sorumluluklarını yerine getirmesiyle karşılaştıkları gaybi yardım başlıklarını taşırlar. Aramızdaki imkânlar ve servet konusundaki derecelerle ilgili olarak Rabbimiz bir imtihana tabi olduğumuzu belirtmektedir: “Sizi yeryüzünün halifeleri kılan ve size verdikleriyle sizi denemek için kiminizi kiminize göre derecelerle yükselten O’dur.” (6/165)

Yüce Allah insanları birbirleriyle sınamaktadır (25/20). Acaba yeryüzüne “halife” kılınan ve farklı özellikler - yetenekler verilen insanlar, bu kapasitelerini doğru yolda mı yoksa kötü amaçlarla mı kullanacaklardır? İmtihanı kazananlar ise “dareyn” için dereceleri yükselenlerdir.

Bir husus da erkek ve kadın arasındaki derece konusudur. Tekrar gündeme gelişinin tazeliği nedeniyle Şule Yüksel Şenler’in mücadele çizgisini hatırlayarak bu konuyu işleyebiliriz. Lakin o devam eden İslami mücadele sürecimizde unutulan bir isim oldu. Niçin?

Her şehirde on binlerce insana İslam’ın hak ve adalet anlayışını ve tesettür konusunu anlatarak İslamlaşma çabalarımıza katkıda bulunan Şule Yüksel Hanımefendiye Türkiye’deki taklitçi ve milli dindar camianın ilgisizliği, “erkeklerin derece itibariyle kadınlardan üstün olduğu” nassını mezhepçi, belki o da değil, tarikatçı telakki ile yanlış yorumlama örfünden kaynaklanmış olabilir.

Bakara Suresinde kadınla erkek arasında “bir derece” olduğunu ifade eden tek bir ayetten başka Kur’an’da bu ifadelerle ikinci bir ayet yoktur. Bu husus da aşağıdaki talak/boşanma fıkhının ölçülerini anlatan ayetin bir tamamlayıcısı olarak geçmektedir.

Boşanmış kadınlar üç kur (üç ay hali) beklerler. Eğer Allah’a ve yevm’il âhire iman ediyorlarsa, rahimlerinde Allah’ın yaratmış olduğu şeyi gizlemeleri onlar için helal olmaz. Şayet onların kocaları barışmak isterlerse, bu(süre) içinde onlara tekrar geri dönmeye (başkalarından) daha çok hak sahibidirler. Erkeklerin, kadınları üzerinde (hakları) olduğu gibi, kadınlarında erkeleri üzerinde maruf (hakları)vardır. Erkeklerin, kadınların üzerindeki (hakkı) bir derece daha üstündür. Ve Allah Aziz’dir, Hakim’dir.” (2/228) Buradaki derece farkı doğuştan gelen cinsiyet yani ontolojik bir fark değil, ödevler ve yükümlülüklerle ilgili bir farktır. Yani erkek üç ay boyunca kadının iaşesini karşılama sorumluluğundadır. Bu nedenle de kadına dönmede marufa yani örfe göre erkek daha fazla hak sahibidir.

Son dönemde bir kere daha uluslararası kabul olarak gündeme gelen Toplumsal Cinsiyet Eşitliği, kadına dönük hadsiz dayak ve hak gasplarına haklı olarak tepki göstermekle birlikte, Rabbimizin cinsler arasındaki rol dağılımına eşitlik adına itiraz etmekte; nikâhsız evlilikleri ve hatta cinsî sapkınlıkları meşrulaştırmaktadır.

Oysa Şâri, görev ve yükümlülüklerin cinsler arasındaki dağılımını ayette olduğu üzere murat etmiştir. “Maruf”, fıtratla ve dinin temel amaçları ile nasslar ile çelişmeyen örfi değerlerdir. Erkek için de kadın içinde yararlanılacak bu değerler, sabite oluşturan dinin kurallarıyla çatışmaksızın mekân ve zaman farklılığı ile değişebilirler. Örneğin cinsel sapıklık fıtri bir eğilim değil, bizzat fıtratla ve nass ile çelişen hastalıktır. Bu konu Lut kavmi kıssasında da anlatılmıştır. Ama nassla, İslam’ın sabitesiyle çelişmeyen maruf veya örfi eğilim farklılığına da İbn Kayyim’in Zâdü’l-Meâd’ında verdiği bir İslami uygulamayla ilgili hükmünü (V, 186 vd.) örnek verebiliriz: Buna göre eşle kocanın ev içindeki ve dışındaki rolleri, marufun değişmesiyle değişim gösterebilir. Resulullah, kızı ve damadı arasında (Fâtıma-Ali) rolleri dağıtmıştır. “Ekmek yapma, yemek pişirme, su taşıma gibi işleri Fâtıma, dış işleri de Ali yapsın.” demiştir. Buna rağmen bazı fıkıhçılar taksimin bağlayıcı ve devamlı olmadığını, marufa göre değişebileceğini ifade etmişlerdir. Ömer (r.a.)’ın kadınların konumu konusunda Mekkeli kadınlarla Medineli kadınların örf farklılığını ve buna göre tutum değişimlerini aktaran rivayeti de önemlidir. (Buhari, Nikâh, 83)

Ama burada erkeğe sorumluluk yükleyen “derecede üstünlük” lafzı, farklı yorumlar kaldırsa da had aşılıp genelleştirilmiş, ontolojik tarzda erkek egemen kültün yorumu nass haline getirilmiştir.

Erkeğin “bir derece üstünlüğü” konusunu tefsir eden lafız Nisa Suresinde geçen “kavvam” yani “sorumlu yönetici” ifadesiyle de ele alınmaktadır. “Allah’ın bazısını bazısına üstün kılması ve onların kendi mallarından harcaması nedeniyle, erkekler kadınlar üzerinde kavvamdırlar.” (4/34)

Ailede kurucu unsur kadın ve erkektir. Ama kollayıcı ve iaşe sağlayan unsur erkektir. Kadim Arapça sözlüklerde kavvam, mübalağa ifade eden bir kelime olarak “Koruyup gözeten, sorumluluk üstlenen bununla birlikte meşru olarak inisiyatif gösteren kişidir.”

Razi ve Kurtubi gibi müfessirler buradaki üstünlüğü yaratılış itibariyle ele almışlardır. Ama Kurtubi, İslam bilginlerinin erkeğin eşinin nafakasını sağlayamadığında  “kavvam” olamayacağını söylediklerini de aktarır. Örneğin kaza geçirip erkeğin özürlü hale gelmesi kadını evin dışındaki işleri görür hale getirebilir veya tabii afetler, eşin hapse düşmesi, beklenmedik ölümler, erkeğin evi terk etmesi gibi haller… Ya da metropol yaşantısında evin geçimini her iki taraf da üstlenir hale gelebilir. O zaman kavvam vasfının bölündüğü veya doğrudan kadına geçer hal aldığı tartışılır hale gelmektedir.

Son olarak üstünlük/tafdil konusunu Kur’an’dan vereceğimiz bir örnekle bağlayalım: Âl-i İmran Suresinde Yüce Allah “Erkek olsun kadın olsun, sizden bir işte bulunanın işini boşa çıkarmam. Siz birbirinizdensiniz.” (3/195) buyuruyor. Ancak Rabbimiz, Allah yolunda hiçbirşey yapmayıp oturan, haklı bir mücadeleden, adil bir savaştan yan çizenlere göre, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerin daha üstün olduğunu beyan etmektedir. Şöyle ki:

Müminlerden, özür olmaksızın oturanlar ile Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad edenler eşit değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri oturanlara göre derece olarak daha üstün kılmıştır. Tümüne güzelliği vaat etmiştir; ancak Allah, cihad edenleri oturanlara göre büyük bir ecirle üstün kılmıştır.” (4/95)

Savaşa çağrıldıkları ve mazereti de bulunmadığı halde katılmayanların hoş görülmeyeceği, cezalandırılacağı açıktır (7/118-120; 48/16-17). Ayette geçen “oturdukları halde dereceleri düşen ama güzellik vaat edilenler” arasında zikredilenler ise dinini öğrenen ve yaşayabileceği uzak bir mekâna gidenler, topyekûn savaş ve seferberlik durumu pozisyonundakiler ve gerçek mazeret sahipleridir. Tevhidî değerlere bağlı olanlar ile olmayanlar, cihad edenler ile etmeyen müminler arasında eşitlik söz konusu olamaz. Eşitlik ancak zaruret-i hamse bağlamında ele alınabilinir.

Rabbimiz karanlıklar ikliminde bu ayetin de ruhu ile canıyla, malıyla İslami mücadeleye omuz veren tüm İslami mücadele öncülerimizin de İslami duyarlılığa katkıları dolayısıyla müteveffa Şule Yüksel Hanımefendinin de derecelerini yükseltsin.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR