1. YAZARLAR

  2. Bülent Gökgöz

  3. Kemalist İslamofobi ve Muhacir Düşmanlığı

Kemalist İslamofobi ve Muhacir Düşmanlığı

Eylül 2019A+A-

İdeolojilerin sonuna gelindiğine dair tezler balon gibi sönerken dünyadaki siyasal ve toplumsal gelişmelerin tersini ortaya koyduğu sayısız örneğe şahit olmaya devam ediyoruz. Toplumların sosyolojik değişimleri, dünyayı anlamlandırma ve bakış açılarının farklılaşması yahut kategorik ideolojik kamplaşmalar yerine geçişkenliklerin yaşandığı konjonktürden bahsetmek daha doğru olabilir. Birbirinin zıttı yahut düşmanı gibi gözüken, kimi zaman semboller kimi zaman sloganlar üzerinden yürütülen küresel ve ulusal çıkar politikalarının farklı ideolojileri müttefik kılabildiği, diğer taraftan form değiştiren ideolojilerin esasta aynı ve kendini var kılan değerler üzerinden yürümeye devam ettiklerini söylemek de mümkün.

İdeolojilerin sönmediği tam tersine İslami gelişmeler, hareketler yahut talepler karşısında bir araya gelebildikleri, farklı ajandalara sahip olsalar da en temelde İslam’ın ve İslam toplumlarının düşman bellendiği, ötekileştirildiği ve anti-İslamist politikaların tüm hızıyla devam ettirildiği dünyadaki gelişmelerin içinde yaşadığımız ülkeye de yansımaları olmakta.

Hitler Öldü Ancak Ruhu Avrupa’yı Fethediyor!

Kaba ve ilkel ırkçılığın vücut bulduğu Klu Klux Klan yahut Nazi akımı ve şeflik oligarşileri 20. yüzyılın ortalarından itibaren Batı ülkelerini terk etmiş görünse de farklı formlarda yabancı düşmanlığının giderek yükseldiğini, birçok Batı ülkesinde sağcı partilerin İslamofobi ve yabancı düşmanlığı üzerinden oylarını artırdıklarını görüyoruz. Avrupa’da kanunlar eliyle ten rengi yahut biyolojik farklılıklar üzerinden ırkçılık, anti-semitizm yasaklanmış olmasına rağmen, yabancı düşmanlığı farklı argümanlarla hedefine ulaşmaya çalışmakta.

İşsizliğin ve ekonomik sorunların sebepleri arasında zikredilen yabancı düşmanlığının sihirli sözcüklerinden birisi de entegrasyon. Büyük oranda ‘öteki’nin kendine benzetilmesi diğer adıyla asimilasyon olarak da izah edilebilecek uygulamalara rağmen dinsel ve kültürel kodlarını devam ettirme ısrarları iseentegrasyona direnme şeklinde tanımlanmakta. Müslüman toplulukların, çocuklarını sünnet ettirmek istemeleri, karma eğitime alternatif eğitim model arayışları, helal kesim, mahrem olmayanlarla tokalaşmama, başörtüsü-hicap, namaz ve oruç ibadetleri de Batı zihniyeti açısından ‘öteki-yabancı’ olarak kodlanmalarını getirmekte. Genç nüfusu azalan Avrupa, özellikle İslam toplumlarının artan nüfusunu da orta vadede kuşatıcı tehlike olarak görmekten kendini alıkoyamıyor.

Bu çerçevede Avrupa ülkelerinde birçok örneğini gördüğümüz temelde İslamofobik ve yabancı düşmanı hareketler, ilkel faşist kodlara sahip olmakla beraber yasal kısıtlamaların yahut insan hakları sözleşmelerinin daraltıcı etkilerinden ötürü şekil değişikliklerini kullanarak yukarıda bir kısmını dile getirdiğimiz iddialar üzerinden hem siyasi araçlarını işlevsel kılma hem de tabanlarını konsolide etme imkanına sahip olmaktalar. Bu zaviyeden bakıldığında modern ırkçılık-neo ırkçılık yahut farklı adlandırmayla kültürel ırkçılık; din temelli kültürleri dışlarken anti-İslamist politikaları da sahiplenmektedir. Bununla birlikte en temelde ulus devletlerin anti-İslamist politikalarının, toplumlarda İslamofobik ve yabancı düşmanlığına denk gelen talep ve söylemleri beslediklerinin de altını çizmek gerekir. Yani ideolojik ve politik bir olgu olan anti-İslamizm, sosyolojik bir olgu olan İslamofobiye dönüşüp kitleselleşiyor.

Berlin Duvarı’nın yıkılmasının yahut Sovyetler Birliği’nin dağılmasının işaret ettiği Soğuk Savaş sonrası dönemde yükselişe geçen yabancı düşmanlığı ve İslamofobinin yanında; 79 İran Devrimi ve 11 Eylül saldırıları gibi toplumsal kırılmaların akabinde olduğu gibi Ortadoğu intifadaları ile de kurumsal düzeyde anti-İslamist politikaların hız kazandığı küresel süreci yaşamaya devam ediyoruz. Batılı ve doğulu emperyal güçler, İslam coğrafyasında anti-İslamist politikaların uygulanabilmesi için despotik yönetimlerin desteklenmesini, diktatörlüklerin toplumsal devinimlere karşı direngen kalmasını hayati önemde görmeye devam ediyorlar. Selman hanedanlığının Suud yönetimi, Zayed önderliğindeki BAE yahut Sisi darbesinin desteklendiği Mısır ile Rusya-İran bloğunun desteğindeki Esed de hegemonyacı Doğu ve Batı dünyası açısından anti-İslamist uygulamalar eliyle toplumların ve İslami hareketlerin dizginlenmeye çalışıldığı örnekler olarak görülmeli.

Despotik yönetimlerin desteklenmesi coğrafyamız için daha fazla toplumsal göç, insan hakları özlemi, refah ve can güvenliği arayışı demek. Hayatta kalma olasılığı yarı yarıya da olsa yurtlarından hicret edenlerin lastik botlarla Avrupa kıyılarına ulaşabilme umuduna karşın, Batı dünyasının anti-İslamist politikaları sağcı, ırkçı ve İslamofobik hareketlerin başta Müslümanları ve yabancıları daha sık hedef alacağı iklimi beslemeye devam etmekte. Tüm bu gelişmeler Batı dünyasında sağ partilerin neden yükselişte olduklarını da izah etmekte.

İslamofobiyi de Muhacir Düşmanlığını da Besleyen Kemalizm’dir

Ulus devlet yapılandırılması bağlamında temel bir ideoloji olarak Kemalizm, din-dil politikalarından köy enstitülerine dek anti-İslamist dayatmalarıyla hedeflediği noktaya ulaşamamış olsa da Batıcı-laik ve ulusçu düşünme biçimini hatırı sayılır biçimde Türkiye toplumuna benimsetti. Bu doğrultuda Turancı anlayıştan yerli-milli çizgiye dek farklı skalalarda ulusal zihinlerin oluştuğunu ifade etmek mümkün. Resmî ideoloji ve tarih kurgularının ‘Türk ulusu’ dışındaki toplulukları ‘öteki’ yahut ‘yabancı’ olarak kodlaması; bugün gündem olan muhacir düşmanlığının da arka planını oluşturmakta.

Farklı tonlarda seyreden İslamofobik yaklaşımların arka planında Kemalist ideoloji yatarken, ulusalcı sol kesimlerde hem İslamofobik tutumlar hem de muhacir düşmanlığı kimlik düzeyine ulaşmış bulunmakta. Milliyetçi kesimlerdeki sembolik düzeydeki İslami değerlere saygı ise muhacir karşıtlığında buharlaşmakta.

Muhacir düşmanlığı kimi kesimlerde İslamofobik bir tezahür olarak ortaya çıkarken kimilerinde ise milliyetçi-ırkçı tezahürlerle kendini göstermekte. Ancak ortak noktalarının ve değerlerinin Kemalizm olduğu görülen muhacir karşıtlarının farklı ideolojik konumlanışlarını da ele almakta fayda var. CHP, Perinçekgiller ve Kemalist sol açısından İslamofobik kodlar olduğu gibi, ideolojik açıdan şebbihalık-Esedseverlik ile AK Parti karşıtlığı da onları Suriyeli muhacirlere karşı konumlandırmakta. 28 Şubat konjonktürünü özlercesine görsel-yazılı ve sosyal medya araçları üzerinden sürekli imam hatipler, İslami vakıf ve dernekler, imamlar, camideki çocuklar, hafızlar, Diyanet, dindarlık vb konular üzerinden gerçekleştirdikleri saldırılar, dünya görüşlerini anti-İslamist Kemalizm’in beslediği İslamofobik tutumlara örnek oluşturmakta.

Kemalist solun tutarsızlığına net bir örnek olması bakımından Filistin direnişinde sol tandanslı Filistin Halk Kurtuluş Cephesi desteklenirken, direnişin ana unsurlarından olan Hamas ise İhvan-ı Müslimin kökeninden ötürü düşman bellenmektedir. İki cephenin de ana unsurlarını Araplar oluşturmasına rağmen burada sorun Araplık değil, ideolojik körlüğün getirdiği İslam düşmanlığı olarak göze çarpmaktadır. İslamofobik davranışlarını besleyen ideolojik tutumlarının benzerini, Mısır’daki Temerrüd hareketine verdikleri destekte de görmek mümkün. Filistin mücadelesinde sorun olmayan Araplık, sözkonusu Suriye olunca hem Kemalist hem de faşist refleksler devreye giriyor ve tezvirat, tahkirat beşinci kol faaliyeti şeklinde yürütülüyor.  Böylelikle Türkiye solunun kahir ekseriyetinin özgürlük ve barış masallarıyla İslami değerlere karşı Kemalist faşizmin ileri karakolu olarak aldığı pozisyon, söz konusu Suriyeli muhacirler olduğunda şebbihalık rütbesine ulaşmakta.

Hepiniz Mustafa Kemal’in Askerlerisiniz!

Sinan Oğan, Ümit Özdağ gibi Turancı hayalperestlerden MHP’ye dek milliyetçi tonların skalasında ortak değer ve vurgular; Mustafa Kemal, ulusal sınırlar ve semboller, Türklüğün gücü-seçkinliği ve Türklük üzerine mitolojik anlatılarla kurgulanmış ideolojik saplantılardan oluşmakta. MHP, 15 Temmuz sonrası iktidarın ortağı olarak AK Parti’nin dış politikasına özelde Suriyeli muhacirlere karşıtlık temelinde pozisyon almadı. Bu durum elbette MHP milliyetçiliğinin ensar-muhacir olgusuna yaklaşımından ziyade, reel politik tutumu olarak yorumlanabilir.

Farklı ideolojilere sahip olmalarına rağmen ırkçı faşistlerin yanında Kemalizm’i aşamayan Türkiye solu, ulusalcı-Kemalist faşistler gibi tüm muhacir düşmanlarının ortak noktası Kemalizm’e asker yazılmış olmalarında tezahür ediyor. İttihat Terakki’nin tehcir tecrübe ve zihniyetinin Suriyeli muhacirlere karşı linç kültürüne zemin oluşturan kışkırtıcı potansiyelinin ülke topraklarında halen ciddi müşteri kitlesinin olduğu da görülmekte. 

Kur’an alfabesine karşı Kemalizm’in kurucu önderliğinin açtığı savaş ile son dönemlerde gündemimizde yer eden Arapça tabelalara getirilen kısıtlamalar arasındaki genetik bağların da hafife alınmaması gerekir. Kürtçe tabelaların indirilme vakıaları da bürokratik yapıdaki Kemalist varlığın artışı olarak değerlendirilebilir.

Yerel seçimler sonrasında Suriyeli muhacirleri hedef alan ve kışkırtıcı manşetleri ile faşizm ateşine odun taşıyan cephe, iktidarın Suriye politikasından ötürü iktidara fatura çıkartmaya, toplumu ve iktidarı yanlış yaptığına inandırmaya çalışıyor. Yalan, çarpıtma ve ajitatif haber kurgularıyla başta Oda TV, Cumhuriyet, Bir Gün, EnSonHaber vb odaklardan muhacirlere karşı adeta topyekûn savaş açan yazılı ve görsel medya araçlarının belli oranda başarılı oldukları, kurgularına alıcı bulduklarını söyleyebiliriz. İktidar sözcülerinin sık sık gündeme getirdiği şu kadar milyar dolar para harcadık türünden basiretsiz açıklamaları ile Suriyeli muhacirler konusunda aydınlatıcı/şüpheleri giderici üst düzey beyanların ihtiyaç olduğu anlardaki suskunlukları da Suriyeli muhacirlerin hedef haline gelmesinde etkili oldu.

Milliyetçi yahut ekonomik gerekçelerle “Tamam insani olarak yardım ettik ancak Suriyeliler de artık evlerine dönsünler.” vicdansızlığını dillendiren ve gün geçtikçe artan ‘muhafazakâr’ kalemlerin ve kesimlerin sesleri de her ne kadar fiilî değilse de sosyolojik açıdan muhacir karşıtı cepheyi güçlendiren, genişleten bir etkiye sahip olmakta.

Muhacir Karşıtı Cephe Genişlerken İslami Camia Ne Yapıyor?

Muhacir karşıtı cephenin ırkçı zehrini topluma enjekte etme çabalarına karşın dindar camianın tam bir atalet içerisinde olduğunu söylemek abartı olmaz herhalde. İktidar, medya, sivil toplum imkânlarına rağmen üstelik de inançlarının önemli bir umdesini oluşturan ırkçılık ve muhacir düşmanlığı gibi konularda özellikle İslami camianın pasif kalması anlaşılacak gibi değil.

Az sayıdaki köşe yazarının, vicdanlı ve akil insanların dışındaki iktidar ile irtibatlı büyük gövde neredeyse Suriyeli muhacirler ve hükümetin bugüne dek izlemiş olduğu politika konusunda geri adım atmaya dünden razı. Yani Cumhurbaşkanı Erdoğan Suriye politikasına dair vicdanlı duruşundan taviz verecek olsa, topukları üzerinde geriye dönecek ve “Evet, zaten Suriye politikası yanlıştı!” diyecek ciddi bir kitle görüntüsü mevcut.

Tıpkı insanlar gibi toplumlar da yaşanan gelişmeleri yahut politikaları, sonuçları üzerinden değerlendirme eğilimindedirler. Oysa Müslümanlar açısından sonuçları önemli olmakla birlikte asıl olan Allah’ın rızasını celp edecek akide ve ilkelerle uyumlu tutum alışlar yani amellerdir. Suriye konusunda toplumun ensar duyarlılığının yıpranmasını, eksilmesini yahut ırkçı eğilimlerin beslenmesini engellemek öncelikle İslami camianın sorumluluğundadır. Despotizme karşı imkânsızlıklara rağmen mücadelenin somut örneği olan Suriye direnişini sahiplenmek, Müslümanlar açısından hem akidevi hem de amelî boyutları içermekte. Bu açıdan Suriye kıyamı ile ilgili gündelik hayatta siyasi-sosyal politikalardan askerî gelişmelere dek her alana ilgi gösterilmesi, konuya dair gerekli tutumların sergilenmesi önem arz etmekte. Bu sorumluluk ile eş zamanlı olarak da İslami kimliğin gerektirdiği ensar-muhacir dayanışmasının sergilenmesi tercih değil, bilakis zorunluluktur.

Ancak Türkiye’de özellikle topluma örneklik sergilemesi gereken İslami camia büyük oranda ciddi bir çelişkiyi de üzerinde taşımaya devam ediyor. Son yıllarda profili giderek düşse de İslami camia Suriye kıyamı süresince insani yardımları ihtiyaç bölgelerine ulaştırma konusunda hatırı sayılır çabalara öncülük etti, etmeye de devam ediyor. Allah-u Teâlâ elbette bu çabaları karşılıksız bırakmayacaktır. Bununla birlikte yardım gerektiren insani krizlerin ortaya çıkmasına doğrudan sebebiyet veren gelişmelere ve hatta savaşın bizzat içerisinde yer alan Rusya, İran, Esed yahut ABD için neden yeterince tepki gösterilmediğini sormak gerek. Gücümüzü aşan, çözüm üretmemizi imkânsız kılan boyutları elbette var. Ancak ölmekte olan insanlara yardım götürmede gösterilen çaba ve duyarlılık katillere ilişkin tavır hususunda gösterilememekte.

Mesela Astana sürecinin kendisine ve alınan kararlara rağmen Rusya öncülüğünde devam eden katliamlara ilişkin kamuoyu oluşturmak, hükümet üzerinde baskı kurabilmek için İslami camia neden çaba sarf etmez? Başta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve hükümetin bugüne dek gerek Suriye politikasında gerekse muhacirler konusunda sorun çözmeye yönelik çabalarından samimiyet duymamak başka bir şey, hükümetin hatalarına yahut kimi pasifliklerine sessiz kalmak başka bir şey. Müslüman kimliğe sahip bireyler, topluluklar iktidarların hatalarına karşı sessiz kalamazlar, çünkü sessiz kalmak hatalara ortak olmak demektir.

İslam tarihi kaynaklarından sürekli örnekler verdiğimiz ensar-muhacir ilişkisi ve sorumluluğu yalnızca insani yardımlardan mı ibarettir? Suriye’ye, Filistin’e yahut Arakan’a bir kurban bedeli gönderince sorumluluklarımız sona mı eriyor? Allah Resulü’nü muhacir kılan Mekke oligarşisine karşı mücadeleye her türlü desteği vermek, ensarın sorumluluğunda değil miydi? Muhacirler ile beraber Bedir savaşına katılmadı mı ensarlar? Davetten savaşa cihadın tüm boyutlarında ensar, muhacirlerin yanında yer almadı mı? Suriye konusunda Müslümanca söz söylemenin ve tavır almanın giderek zorlaştığı bir atmosferde, sözlerini ve amellerini güçlü kılmak ya da en azından kılmaya çalışmak Rabbimiz katında takvanın ölçüsü değil mi?

İslami camia gerek İslamofobik davranışlara karşı gerekse de son dönemde artma eğiliminde olan ırkçı-milliyetçi dalgaya ve muhacir düşmanlığına karşı sesini yükseltmek, kamuoyu oluşturmak zorunda. Denizli’deki işyerinin vitrinine “İran, Suriye, Afgan müşteri bu dükkâna giremez, alışveriş yapamaz, girerse bu mekânda dayak yer!”yazılı afiş asan ırkçı esnafa Denizli 10. Asliye Ceza Mahkemesinde açılan davada; “Bir kişinin ırkı veya ulusal ve etnik kökeni nedeniyle, daha olumsuz ve haklılaştırılamayan bir muameleye maruz bırakılması ya da yalnızca ırkı veya ulusal ve etnik kökeni nedeniyle, kamuya açık yerlere ve hizmetlere erişiminin engellenmesi…” şeklindeki karar ayrımcılık ve ırkçılığın hukuki yaptırımlarının da olabileceğine dair örneklik teşkil etti. Kuşkusuz bu tip hukuki örneklerin çoğalması muhacir düşmanlığının baskılanmasına, adalet mekanizmasının da konuya ilişkin duyarlılığının gelişmesine ve kimi yasal düzenleme gerektiren nefret suçları kapsamındaki eksikliklerinde giderilmesine katkı sağlayacaktır. Dolayısıyla İslami camia yardım boyutuna paralel biçimde hukuk, eğitim, sağlık konularında yahut iç işlerinde, göç idaresi, geri gönderme merkezleri gibi kamu bürokrasilerinde yaşanan sorunlara duyarlı olmak ve çözümler konusunda samimi davranmak zorundadır.

Zor Günler Müslümanlığına Talip Olalım

Suriye konusunda hatırımızdan çıkarmamamız gereken noktalar var. Öncelikle Suriye savaşının ne kadar süreceğini yalnızca Allah bilir. Diğer taraftan Rabbimizin izniyle Suriye kıyamı, savaş tamamen kaybedilse ve özgürleştirilmiş toprak parçaları elden çıksa bile devam edecektir. Aslolan zulme karşı direniştir, kıyamdır. Dolayısıyla bizlerin sorumluluğu; kıyam sürdüğü müddetçe direnişçilerle ve hem de muhacirlerle dayanışmaya devam etmektir. Diğer taraftan özgürleştirilmiş toprak parçalarında direniş ve yaşam devam edecekse de yeniden imardan insanların ihtiyaçlarının karşılanmasına dek her türden dayanışma çabalarımızı devam ettirmek durumundayız. Ensar olma sorumluluğumuzun ne zamanla ne de Suriye ile sınırlı olmadığının bilincinde hareket etmekle mükellefiz. İslami camia hem kendini hem de iktidarın politikalarını bu doğrultuda tutmaya çabalamalı; belediyelerin kaybedilmesi, can sıkıcı seçim sonuçları, olumsuz ekonomik koşullara rağmen ve en önemlisi iktidar ile ölçüsüz ilişkilerin doğurabileceği ataletten ve popülist yaklaşımlardan bağımsız hareket ederek sorumluluklarını ifa etmeli.

Elbette istisnaları olmakla birlikte genelde insanların ekseriyeti, ihtiyaçlarından fazlasının oluştuğu bolluk dönemlerinde yardım etme eğilimindedirler. Yani önce kendi ihtiyaçlarını tamamlama ve sonra insani yardıma yönelmeyi tercih ederler. Oysa Müslümanlar sadece bolluk dönemlerinde değil darlık dönemlerinde de infak etmekle ve hatta isar kavramıyla çerçevesi çizildiği üzere kendi ihtiyacı olduğu halde mümin kardeşini kendisine tercih etmekle sorumlular. Bu çerçeve, insani yardımın çok daha ilerisinde bir merhameti ve zarafeti bünyesinde barındıran ve ancak muttakilerin ulaşabileceği bir seviyeyi ifade etmektedir. İşte bu seviye İslami yardımı insani yardımdan ayırabilir. Rabbimiz, Âl-i İmran Suresinde “Allah’tan hakkıyla korkanlar bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar, öfkelerini yutarlar, insanları affederler. Allah, iyilik edenleri sever.” buyurarak Allah’tan gereğince korkanların sorumluluklarının daha fazla olduğunun altını çizmiştir.

Buhari, Müslim, Tirmizi ve İbn Mace’nin yer verdiği bir hadiste, Allah Resulü’nün İslam ümmetinin mal ile imtihanını şu şekilde dile getirdiği rivayet olunmakta: “…Allah’a yemin ederim ki sizler için fakirlikten korkmuyorum. Fakat ben, sizden öncekilerin önüne serildiği gibi dünyanın sizin önünüze serilmesinden, onların dünya için yarıştıkları gibi sizin de yarışa girmenizden, dünyanın onları helâk ettiği gibi sizi de helâk etmesinden korkuyorum.”

Rezzak olan yalnızca Allah’tır. Kazandıklarımızdan, konforumuzdan mahrum kalma endişesi bizleri daha fazla yardım etme sorumluluğumuzdan alıkoymamalı.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR