1. YAZARLAR

  2. Richard W. Bulliet

  3. Siyasal İslamın Yirmi Yılı

Richard W. Bulliet

Yazarın Tüm Yazıları >

Siyasal İslamın Yirmi Yılı

Ekim 1999A+A-

Bu makale 16 Ekim 1998'de Washington'da düzenlenen Ortadoğu Enstitüsü'nün 52. yıl konferansında, enstitünün direktörlüğünü yürütmekte olan Richard W. Bulliet tarafından giriş konuşması olarak yapılmıştır.

20 yıl önce, bir yaz tatili sırasında yazdığım, Ayetullah Ruhullah Humeyni önderliğinde gerçekleştirilen İran İslam devrimini konu alan romanımın, Amerika'nın önde gelen yayımcılarından Harper&Row tarafından yayınlanıp yayınlanmayacağını sabırsızlıkla beklemekteydim.Uzun bir bekleyişten sonra, yayınevi kitabımı yayınlamayı kabul etti ve daha uzun süren bir bekleyişten sonra da sonunda "12. İmamın Mezarı" adlı romanım yayınlandı.1 Bu sırada Tahran'daki Amerikan büyükelçiliği işgal edilmişti ve kitabım hakkında değerlendirmede bulunan bir yazar kitabımın, kısa bir süre içinde unutulacağı yolunda bir tahminde bulunmuştu. Gerekçe olarak da İran'la yaşanılan krizin, İslam düşüncesini kavramak hususunda bir çabayı engellediğini söylemekteydi.2

Değerlendirme haklıydı. İslam'ın İran devriminde sahip olduğu merkezi role karşın, Amerikalılar İslam düşüncesini gerçekten anlamak için herhangi bir çaba içinde değillerdi. Buna rağmen, ortaçağ İslam düşüncesi üzerine eğitim almış, içlerinde benim de dahil olduğum az sayıda sosyal tarihçi ise devrimin, siyasi tarihin yaşadığımız son yüzyılının pozitif olaylarından birisi olduğunu düşünmüştük.

Devrimi takip eden yıllar boyunca, İran devriminin dünya tarihinin dönüm noktalarından biri olduğunu ve bunu başka devrimler takip etmese dahi, 20 yıl içerisinde siyasi İslamın, İslam dünyasının tamamında siyasi ve fikri gündemin merkezine oturacağını çeşitli platformlarda sayısız kez belirtmiştim. İslamcı düşünürler ve müminlerin on dört asırlık bir geleneği çağdaş dünya koşullarına uyarlamakta gösterdikleri cehd ve ümid beni etkilemişti ve hala da etkilemektedir.

İran devriminin önemine ilişkin görüşlerime çok çeşitli boyutlarda tepkiler almıştım. Bunlardan en ilginci ise, İran'da yaşanan devrimin aslında çarpık, düzensiz modernleşmeye karşı geliştirilen bir tepkinin ürünü olduğu, İslami değerlerle bir ilgisinin bulunmadığı yönünde ileri sürülen iddia idi. Mamafih İslam dini ve özellikle de İran devrimi konusunda sayısız araştırmaları olan bir tarih profesörü ve seyahat romancısı olarak devrimle ilgili benim görüşlerimin tam aksini yansıtan bu iddiayı kabul etmem imkansızdı.

20 yıldır çeşitli platformlarda anlatmaya çalıştığım düşüncelerimi doğrularcasına bugün bu toplantıya baş konuşmacı olarak çağrıldım. Sanıyorum bu, İslam'ın, devrimden sonraki on yıllarda İslam dünyasının siyasi gündeminde ilk sıraya oturacağına dair tahminlerimin doğrulandığının bir göstergesi sayılabilir. Doğru düşünceler sanırım geçte olsa ödüllendiriliyorlar. Fakat yine de, dünya genelinde İslam anlayışımızın ve İslam'a bakışımızın 20 yıl öncesinden çok da gelişmiş olmadığını düşünüyorum. Bu nedenle benim bu konuşmada öncelikli hedefim, geçen on yıllarda İslam dünyasında ve siyasi İslam'a ilişkin politikalarda bizlerin yeterince anlayamadığımızı düşündüğüm olayları detaylı olarak yorumlamak ve daha sonra da, gelecek 20 yıl için bir değerlendirme yapmak olacak.

İlk önce biraz geçmişe bakalım ve 20 yıl öncesinin gelişmelerine yazılı eserler ve Ortadoğu üzerine yapılan araştırmalar açısından bir göz atalım: 1979 İran devrimi öncesinde Amerikan eğitimli araştırmacılar tarafından çağdaş İslama dair konuları ele alan kitaplar neredeyse iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıdaydı. Bu tarihten sonra ise hepimizin bildiği gibi, kitaplar havaya saçılan moleküller gibi çoğaldı. Bu kitapların birçoğu Ayetullah Humeyni, Seyyid Kutub ve Mevdudi'nin düşünceleri ve önemini konu almaktaydı. Bu isimler önceden de geniş bir izleyici kitlesine sahip olmalarına rağmen, 60'lı ve 70'li yıllarda Amerikalı araştırmacılar tarafından pek farkedilebildikleri söylenemezdi.

Dönemin Amerikan ilmi ve siyasi araştırmaları gelişmekte olan siyasi İslam akımına gerekli önem ve ilgiden uzaktı. Amerika'nın Ortadoğu'daki öncelikli ilgi alanları ve o dönemde baskın olan uluslararası gelişim teorileri araştırmacıları Arap-İsrail anlaşmazlığı, komünist yayılma tehlikesi, Ortadoğu ülkelerinin ekonomik ve politik gelişimi gibi konulara yöneltmekteydi. Bu dönemde ortaya atılan Ortadoğu'yla ilgili fikir ve teorilerin birçoğu, 1950'lerde Ortadoğu araştırmalarının temellerini üniversite çalışmalarında atan, Daniel Lerner, Manfred Halpern, John C. Campbell ve diğer araştırmacılara aitti.3 1967 Arap-İsrail savaşı başka ilgileri canlandırdı. 74'deki petrol bunalımı da buna yenilerini ekledi. Ne var ki bunların hiç biri İslam'ın anlaşılmasına yönelik bir çabayı içermiyordu.

Bu araştırmacıların çalışmalarını önemsiz çalışmalar olarak nitelendirmek istemiyorum ama o dönemde yapılan çalışmalar ve üretilen teoriler sağlam temellere (mantıki ve teorik olarak) dayanmayan Ortadoğu çalışmalarını ayakta tutabilmek için ihtiyaç duyulan basit ve cesur, anında üretilen günlük fikir ve teorilerdi. Ve bu fikir ve teorileri ortaya atarken araştırmacıların tek kriteri Amerikan dış politikalarına ve Amerika'nın ortadoğu'daki çıkarlarına yönelik politikalar üretmekti ve ne yazık ki bu teoriler daha sonra güçlenen İslam dininin gelecekteki konumunu ve çağdaş dünyaya adaptasyonu konularını değerlendirmede yetersiz kalacaktı.

1979'dan sonra siyasi İslami hareketleri takip etmek hem kolay hem de zordu. Ünlü düşünürlerin konuyla ilgili kitaplarını bulmak ve okumak kolaydı ama bu kitaplarda neden sadece yetenekli gençlerin modernizasyon süreçleri üzerinde yoğunlaştıklarını ve şehirli yoksulların ve diğer grupların ise atlanıldıklarını anlamak güçtü. Bu yazarlar örtünme, öğrenci hareketleri, köyden kente göç, kimlik ve aidiyet sorunu ile ilgili geniş çaplı araştırmalar yapmışlar ama bazı daha geniş çaplı konuları atlamışlardı.

Bu konulardan ilki, Ortadoğu ülkelerindeki modern askeri üst düzey subay eğitiminin profesyonel karakteri ve bu subayların modernizasyon sürecinin temsilcileri olarak eğitilmeleri idi. 1960'larda Ortadoğu'nun büyük bölümünde iktidarda kalabilmek ve güçlerini koruyabilmek için polis devleti yöntemlerini kullanan, profesyonel askeri eğitim almış diktatörlerin yönettiği otokratik rejimler dikkat çekmiyordu. Ama bilhassa 1991'de Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra, Ortadoğu askeri yada monarşik despot, tek partili yönetimlerin dünyada en çok görüldüğü bölge haline geldi. İran devriminin gerçekleştiği dönemde, bu rejimler altında yönetilen ülkelerde doğmuş, bu rejimlerin okullarında okumuş fakat kendilerini yöneten rejimlere katılmak ve yön vermek konusunda sömürge döneminde yaşayan ebeveynlerinden bile daha az umutlu genç bir kuşak vardı.

Her ne kadar, bu askeri ve monarşik rejimler laik milliyetçi ideolojiyi benimsemiş adledilseler de, ben onları 'Yeni Memluklar' (Neo-Memluk) olarak adlandırmaktayım. Laiklik ve milliyetçilik terimleri batı terminolojisinin terimleri ve bu askeri ve monarşik yönetimlere batılı modernizasyon teorileri birtakım roller atfetmekle birlikte, Yeni Memluklar terimi sömürge öncesi geçmişle önemli bağlar ve devamlılıklar içerir. Aralarında güçlü eğitim ve yoldaşlık bağları bulunan, fakat askerlik ve dünya görüşü açısından toplumun genelinden farklılaşan bir askeri sınıf olarak Memluklar 19. yüzyılda batının Ortadoğu'da etkisini göstermeye başlamasından yaklaşık 600 sene önce Ortadoğu'da çok önemli bir güç olmuşlardı. Memlukların temelini attığı sistem mükemmel askerler yetiştiriyor, batıdan teknik konularda gelen değişimlere çabuk adapte olabiliyor. Fakat sistemin eğilimi diktatörlük yönünde: Her-şey askerlerin yönetimince, askerler tarafından ve askerler için!

1950'lerden itibaren kurulan birçok Ortadoğulu rejimi Yeni Memluklar olarak adlandırmam iki önemli sebebe dayanıyor. Birincisi, yeni memluk terimi, otokrasiye ve askerlerin halkı siyasal katılımdan dışlamasına ve benimsenen ideolojiye mutlak bağlılık göstermelerine vurgu açısından önemli. Örneğin, bu rejimlerin İsrail'i alt etme ve halkın modernizasyonun maddi getirilerinden istifade etmesini sağlama konusundaki başarısızlıklarının onları ideolojik meşruiyet açısından çökerttiği ve İslami karşı akımların kuvvetlenmesine neden olduğu çokça ileri sürülmüştür. Bu başarısızlıkların önemini inkar etmemekle beraber, ben bu rejimlerin baskıcı ve kuşatıcı iç güvenlik yapılanmalarının İslami muhalefetin asıl besleyicisi olduğuna işaret ediyorum, ikinci ve bu değerlendirmenin devamı olarak, Yeni Memluk terimi çok uzun zamanlardan beri despotik rejimlerle İslam'ın çatışmasına da işaret etmektedir.

Bu sonuncu nokta beni gözden kaçırdığımız üçüncü bir konuya taşıyor: İslami siyaset teorisi. Gereksiz detaylara girmemek kaydıyla ve aşırı basitleştirme tehlikesini de gözeterek, şunu söyleyebilirim ki; İslam siyaset düşüncesi, uzun bir süre, 'herhangi bir hükümetin olması, hiç olmamasından daha iyidir' anlayışından hareket etmiştir. Bu en son olarak acı bir şekilde Lübnan iç savaşında doğrulandı. Diğer yandan Müslüman teorisyenler, Lord Acton'un ünlü "İktidar çürümeye, ifsada eğilimlidir; ve mutlak iktidar mutlaka çürür." teorisini de benimserler. Kötümser fakat ger­çekçi bir şekilde müslüman düşünürler, raşid halifeler ve ilahi bir seçimle belirlenmiş imamlar haricinde, iktidar sahiplerine hep potansiyel diktatörler olarak baktılar.

İslam'ın özellikle de Şeriat'ın, diktatörlük eğilimine ve despot hükümdarlara karşı koymada dayanılabilecek güçtü. Batı'da siyaset teorisinin gelişmesiyle diktatörlüklere karşı en etkin gücün 'halk' olacağı fikri geliştirilirken, İslam dünyasında bu gücün kaynağı, yönetenin de, yönetilenin de Allah ve Şeriat karşısında eşit oldukları inancında yatmaktaydı. Bu yüzden müslüman teorisyenler ister Moğollar, ister İngilizler olsun İslam dışı yöneticilerden ve onların Şeriat'ı rafa kaldırmalarından her zaman rahatsızlık duymuşlardır.

Ortadoğu tarihine genel bir göz attığımızda İslam'ın despotizmi etkili bir şekilde engelleyemediğini görürüz. Fakat aynı zamanda bütün yönetenlerin, hükümdarların lafzen İslami yasaların hükümranlığını kabul ettiklerini ve kişisel olarak Allah'a bağlılıklarını belirttiklerini de görürüz. Bütün geçmiş müslüman yöneticilerin 'Memluklar ya da diğerleri hiç farketmez, her ne kadar nadiren ahlaki ve siyasi konularda yapılan uyarılara bağlı kalsalar da, İslami kuralların belirleyicisi ve uygulayıcısı olarak alimlerin rolünü kabul ettikleri de bilinmektedir. Resmen ilan edilmemekle birlikte 12. yüzyılda, ulemanın mali, kurumsal ve ahlaki bağımsızlığına, dini konularda otorite kabul edilmelerine ve dini eğitimi kontrol etmelerine karşılık; siyasi rejimin mutlak gücün sahibi olabileceğine dair yapılan üstü kapalı bir pazarlık yaşanmıştır. Bununla daha öncesinde ulemanın hükümet işlerine istediği gibi ve etkili bir biçimde müdahale edebildiğini söylemiyorum, ama hükümetler kendilerini kısmen sınırlanmış hissetmekteydiler ve halk da hükümetlerin mutlak bir despotizme dönüşmeleri ya da şeriat hükümlerinin açıkça ihlaline karşı ulemanın varlığını bir güvence olarak görmekteydi, özerkleştirilerek devlet işlerinden iyice soyutlanması ve diktatör hükümdarların daha rahat hareket etmelerinin sağlanması hedef­lenmiştir.

Memlukların taraf olduğu bu tarihi uzlaşma 19. yüzyıl boyunca etkisini ve geçerliliğini tedricen yitirdi. Telgraf, orduların büyümesi ve bürokratik rasyonelleşme gibi hükümetlerin genel olarak ülke üzerindeki kontrollerini arttırıcı modern tekniklerin gelişmesi Hristiyan batı ile Müslüman ortadoğunun ortak çıkarları doğrultusunda yakınlaşmasına sebep oldu. Yüzyıllarca süren korku ve nefretin mirasçıları olan bu iki taraftan batı artık müslüman devletlerin üstünlüğünün azalmaya başlamasını ve müslümanlarla gayrı müslim toplumların eşit hakların verildiğini görmek istemekteyken; diğer taraf ise, Napolyon Fransası'nda ve Wilhelm Almanyası'nda şahit oldukları mutlak iktidar yetkisinin etkisinde kalarak, kendilerini özerk ulemanın ve dini kurumların etkisinden bağımsızlaştırmayı arzuladılar.

Sonuç, Batılı tarihçilerin günümüze kadar övgüyle bahsettikleri, başını Mısır ve Osmanlı imparatorluğunun çektiği bir Batılılaşma hareketi oldu. Batılılaşma adı altında ithal edilen fikirler ve kurallar İslami eğitim ve hukuk sisteminin içini boşalttı. Ekonomide dini liderlere bağlı loncalar zayıflatıldı; ticarette ve şehir hayatında İslami değerlerle örülmüş bulunan geleneksel kalıpların etkisi kırıldı; ve dini kurumların ekonomik bağımsızlıkları ellerinden alındı.

Bu reformlara belki bazı olumluluklar atfedilebilir ama bu reformların uzun vadede kesin bir sonucu vardı: İslami siyasi teoriyi desteklemiş oldu. İslam'ın dengeleyici gücünden -her ne kadar bu güç aktif bir güç olmaktan ziyade teorik olsa da-, kurtulan iktidarlar, özellikle ulusal bağımsızlığın elde edilmesinden sonra daha açık bir diktatörlüğe dönüştüler. Gerçekten de Yeni Memluklar tarihte kendilerinden önceki hiçbir yönetimin olmadığı kadar güçlü, baskıcı ve insafsız bir otorite kurdular ve bağımsız dini akımlardan duydukları korkuyu en açık bir şekilde ilan ettiler.

Bu şekilde öne sürdüğüm iki tez birbirini tamamlamakta. Sınırsız diktatörlük İslami siyaset teorisinin öngörüsünü doğruladı.

Ve böylece kendisine karşı koyabilecek tek yerli kaynak olan İslam'dan bir karşılık gördü. Sömürgeciliğin açık baskısı altında ezilen nesiller mücadelelerinin nihai hedefi olarak genellikle liberal demokrasi yada sosyalizme sempati duymuşlardı. Neticede güçlü düşmana karşı ancak onun silahlarıyla karşı koyabilirdiniz ve Batılı sömürgecilik yine ancak Batı'nın ürettiği ideolojilerle alt edilebilirlerdi. Fakat içeriden gelişen laik milliyetçi (diğer adıyla Yeni Memluk) rejimlere karşı İslam daha otantik ve donanımlıydı. İlk bağımsız kuşağın duyarlı bireylerinin mücadele yöntemi olarak İslami değerleri öncelemeleri ve direnişin İslami yanını ön plana çıkarmaları, benzer olarak müslüman düşünürlerin Yeni-Memluk despotizmine ve Batılılaşma akımının doğurduğu dengesizliklere karşı İslam'a bir karşı güç olarak tekrar başvuran teorileriyle tepkilerini göstermeleri son derece doğaldı.

Müslüman düşünürlerin bu yeni ve kimisi oldukça ilginç teorileri beni siyasi İslam'ın üzerinde yeterince durulmadığını düşündüğüm üçüncü bir yönüne getiriyor: Matbaanın bulunması, elektronik ve medya alanında görülen gelişimle birlikte dini otoritenin gücünün zayıflaması olgusu. Matbaanın Avrupa tarihi üzerindeki etkisi, tarihçiler tarafından çokça tartışıldığı ve açıkça ortaya konulduğu gibi, basılı kitap sayısının artmasının ötesinde bir etki yaratmıştır. Kitaplar, broşürler, kitapçıklar, dergiler ve gazeteler siyasi sistemi dönüştürücü bir rol oynamaya başlamışlardır. Sayfa numaralandırma, indeksleme, referans gösterme ve dilin standartizasyonu entellektüel alanda yeni disiplinleri desteklemiştir. Ayrıca otoritenin tekelindeki eğitim artık sınıflardan çıkıp yazılı eserler sayesinde formel yada informel biçim kazanmıştır. Birçok bilim adamı Çin, Kore ve Japonya'da yol açtığı gelişmelere paralellik arzeden matbaanın bu dönüştürücü etkisini devrim kavramıyla tanımlamışlardır.4

İslam dünyasında ilk basılı dini eserlere 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren rastlanmak­tadır. Eğer matbaanın, dolayısıyla basılı eserlerin devrimci etkileri var ise, şu an için İslam dünyasında devam eden bir devrimi yaşadığımızı söyleyebilir miyiz? Eğer yakından incelenecek olursa, bu düşünceyi destekleyecek pek çok delil mevcuttur. 20. yüzyılın yeniden İslami yapılanma çalışmalarında en çok katkıda bulunanlar arasında yayıncı ve dergicilerin yeri büyüktür. Bunlar arasında Reşid Rıza ve Mevdudi gibi asıl etkinliklerini ulema kökenlerinden değil, gazeteci faaliyetlerinden alanlar yanında; yine en etkili ve değerli çalışmalarını ya sürgünde yada hapiste vermiş ve asıl ünlerini dershane faaliyetlerinden değil, yayınladıkları kitapların halk arasında elden ele dolaşmasından alan Seyyid Kutub ve Ayetullah Humeyni gibi isimler de vardır.

Siyasal İslami hareketlerin 19. yüzyılda tümü basılı eserlerle henüz tanışmamış Kuzey Afrika'da (Ticaniyye, Senusiyye), Sudan'da (Mehdiyye) ve kısa bir süre sonra Somali'de yayılışı ile diğer İslami hareketleri karşılaştırılacak olunursa şu görülecektir: Bu hareketlerin en önemli özelliği, geleneksel din eğitimi almış, güçlerini müritleriyle olan sağlam ilişkilerinden ve manevi kişiliklerinden alan karizmatik dini liderler tarafından idare ediliyor olmalarıdır. Bu yüzyılın İslami hareketlerin liderleri ise sınırlı bir din eğitimi almış, eğitim ve hukuk kurumları ile çok zayıf bağları bulunan, güçlerini müritlerinden ve karizmatik kişiliklerinden değil, genelde yazılı eserleri (dergi, makale, kitap) ve görsel medyada kendileriyle ilgili yapılan yayınlardan alan yayıncı, avukat, mühendis, iktisatçı ve sosyologlardır.

Dini önderliğin el değiştirmesi ve otoritenin medrese üstadlarından, cami imamlarından, müftülerden; onlara nispetle çok daha az klasik dini bilgi ve eğitime sahip fakat modern medyayı, gazete, dergi, kitapları, basın faaliyetlerini çok daha iyi kullanabilen doğal liderlere geçmesi günümüzün bir olgusudur. Yeni Memluk totaliterizminin büyümesi ve basılı yayınların artmasına paralel olarak kitlesel eğitimin yayılması İslam'ı yeniden yapılanma hareketinin önemli bir öğesini oluşturmuştur. Bu nedenle de modern ya da gerici, muhafazakar ya da radikal, şiddet yanlısı ya da uzlaşmacı bütün çağdaş İslami hareketler farklı derecelerde de olsa medya ve yazılı yayınlardaki gelişmelerin bir ürünüdürler. Yazılı yayınlar ve medya, dini liderlerin ve liderliğin şeklini değiştirmiş talebelerine irfan ve takvayı öğreten şeyhlerin dönemini bitirerek, bunun yerine siyasi ve ahlaki, hukuki sorularına cevap aramada interneti ve bilgi teknolojisini kullanan kızlı erkekli bir nesil getirmiştir.

Gelecek için beklenti ve düşüncelerime geçmeden önce şunu belirtmeliyim ki gelecek yıllarda siyasi İslam'ın popülaritesinin azalacağı ya da İslam'ı siyasi ve ahlaki yaşamlarının merkezine koyan insanların sayısının azalacağını sanmıyorum. Siyasi İslam'ı hayatımızın bundan sonraki bölümünde de bizimle olacak ve Amerika'nın İslam dünyası politikaları için önemi gittikçe artacak bir gerçeklik olarak görüyorum.

Yakın gelecekte üç önemli olaya şahit olacağımızı düşünüyorum, ilk olarak, İran İslam Cumhuriyeti, siyasi İslam'ın pratikte hayat bulduğu açık bir laboratuvar olarak yakın gelecekte genelde dünyanın ve özelde de İslam dünyasının ilgisini üzerinde toplayacak, İran İslam dünyası için örnek olur veya olmaz fakat İran'ın başarıları ve hataları diğerleri için önemli dersler teşkil edecektir. Bu noktada şunu belirtmekte fayda görüyorum, İran Şahlığın yıkılışının 20. yıldönümünde bulunmakta ve çağdaş devrim koşulları açısından iyi bir durumda sayılır. Ve gelecek 20 yıl içinde bu durumunu daha da güçlendirmesi bekleniyor. Benzer tarihi olaylarla karşılaştırırsak:

İngiliz devriminde I. Charles'ın ülke yönetimini parlamentoya devretmesinden 20 yıl sonra II.Charles tekrar iktidara geçmişti. Fakat 40 yıl sonra 1688-89 Büyük Devrimi ile Stuart hanedanına son verilmiş ve halkla yöneticiler arasında yeni ve sıkı ilişkiler oluşturulmuştu.

Fransız devriminden 20 yıl sonra Napolyon Birinci Cumhuriyeti, otokratik bir imparatorluğa dönüştürmüştü. Fakat 40 yıl sonra Fransız devrimi, 1830 Avrupa devrimlerinde Avrupalılara ilham kaynağı oluşturmuştu.

Amerikan devriminden 20 yıl sonra Birleşik Devletler despotik eyaletlere karşı ilk savaşına girişmiş ve Thomas Jefferson'un muhalifleri onun ulusal donanma fikrini, daha sonra bu donanma federal hükümetçe eyaletlere karşı kullanılır korkusuyla engellemeye çalışıyorlardı. Fakat 40 yıl sonra devrimci savaşın sona ermesinden sonra, 1812 savaşının kahramanı Andrew jackson'ın başkan seçilmesi Federal hükümetin ulusal ve halkçı niteliğini güçlendirdi.

Bolşevik devriminden 20 yıl sonra Rusya, Stalin'in paranoyak infaz mahkemeleri ve kızıl ordu birliklerinin gerçekleştirdiği imha atmosferi içindeyken, 40 yıl sonra ilk uzay aracı Sputnik uzaya gönderiliyor ve Amerika'ya dünya liderliğinde açıkça meydan okuyordu.

Mao Zedung'un komünist hareketinin zaferinden 20 yıl sonra Çin Halk Cumhuriyeti Kültür Devrimi kargaşası içindeyken, Devrim'in 40. yıldönümünde ülke dünya ekonomisine adapte olma yolunda başarılı bir grafik çiziyordu.

Altı asır önce İbni Haldun, dört kuşak süren iktidar ve zeval tecrübesinin ardından İsrail oğullarının çölde arayışla geçirdiği 40 yıllık zaman dilimine dikkat çekmiştir. O uzun dönemde etki bırakacak şeyin ilk kuşakların gerçekleştirdiği belli birtakım işlerden çok, onların ayakta kalabilmeleri gerçeği olduğunu görmüştür.5

İran'da devrimi gerçekleştiren kuşak hala iktidarda ve en az bir 20 yıl daha iktidarda kalmaları bekleniyor. Daha sonra, İran devrimi tarihe karışacak; kalıcı etkisi ise ya oluşturduğu efsane ile, ya da sağlam, müreffeh ve etkili bir İslam Cumhuriyeti örnekliği ile belirlenecek.

Günümüze kadar siyasi İslami hareketleri inceleyen analistler Yeni Memluk ya da diğer rejimlere göbekten bağlı, amaçları daha düzenli ve iyi işleyen bir yönetim değil, sadece siyasi hareketlilik olan, ürettikleri teoriler realitede hayat bulmayan yada kendileri hiçbir yönetim tecrübesine sahip olmayan bir düşünürler ya da destekleyiciler grubu üzerinde yoğunlaşmışlardır.

Gelecek 20 yıl içinde yeni tip bir siyasi İslami düşünür tanımlamasının yapılmasının gerekliliğini ve bunun öncelikle, günlük hayatta karşılaşılan bir sürü probleme ve devrimci söylem ve ideallere dayalı olarak oluşturulan kurumların gerçekliğin zorlu koşullarını karşılamada yüzyüze olduğu güçlüklere rağmen, İran İslam Cumhuriyeti'nde gerçekleşebileceğini düşünüyorum. İran'daki siyasi tartışma düzeyi ve ortamı buna elverişli.

Dahası İran Anayasası, iktidarların gücün çok çeşitli imkan ve araçlarını kullandıkları çağımızda, İslam'ın dengeleyici gücünü iktidar dışındakilerin de kullanmasına olanak sağlar ve yönetim organlarının ve mekanizmasının icraatlarının İslamiliğini de Velayet-i Fakih aracılığı ile denetler. Her ne kadar halkın büyük çoğunluğunun oyuyla seçilen İran İslam Cumhuriyeti'nin yeni cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi'nin ılımlı icraatları Amerikalı İran gözlemcileri tarafından alkışlandıysa da gözden kaçırılmaması gereken bir konu da Velayeti Fakih'in, yani şu anda Ayetullah Ali Hamaney'in konumunun sistemi dengede tutma ve halk arasında uyumu sağlama, karışıklığı önlemede oynadığı önemli roldür.

1980-88 yılları arasında Irak'la yapılan kanlı savaşta ülkeleri için savaşan eski askerler devrim günlerinde siyasi arenadaydılar ve Şah dönemini de çok iyi hatırlıyorlardı. Fakat, Hatemi'nin 1997'deki zaferinin mimari olan 15-25 yaşları arası genç nesil ne Şah dönemini, ne de devrim günlerini hatırlamaktaydılar. Her ne kadar batılı gözlemciler, bu genç kuşağı İran'daki değişim rüzgarının mimarları olarak görseler de, bu gözlemcilerin kendi ülke tarihlerine kısa bir gözatış bile, hiçbir ülkenin vatandaşları arasındaki yaşlı ve genç kuşak bölünmelerine kayıtsız kalamayacağını ortaya koymaya yeter. Örneğin, 1968'de Amerika'da ve Fransa'da yaşanan altüst oluşlar gibi. İran örneğinde halk tarafından seçilen başkan bir yandan halkın genç çoğunluğunu temsil etmekte ve aynı zamanda da değişimin çok keskin olmaması ve ülkeleri için canlarını feda eden şehitlerin hatıralarının korunması hususlarında Velayeti Fakih'e güvence vermek durumunda.

Bu noktada konumuzun biraz dışına çıkıp, batılılar ve İslam Cumhuriyeti karşıtları tarafından en çok eleştirildiği iki konuya değinmek istiyorum: Demokrasi ve kadının statüsü. Bugün dünyada en iyi yönetim şekli olarak kabul edilen batılı anlamdaki demokrasinin, en başarılı olarak uygulandığı Amerika'da dahi sistemin mükemmel olarak işlemediği, aksaklıkların olduğu sistemin destekçileri tarafından dahi kabul edilmekte. Seçim kampanyalarına giren büyük paralar, kara para, imaj üretim araçları, ısırıcı reklamlar, kamuoyu araştırmaları ile belirlenen kalıplar gözönüne alındığında zaten başkası da düşünülemezdi. Fakat bu aksaklıklar dünya genelinde demokrasi propagandaları yapılırken ve üçüncü dünya ülkelerine demokrasi reçeteleri yazarken tamamıyla bir kenara bırakılır.

İran'daki seçim sistemini eleştirenler adayların belirlenme şartlarının din adamlarının çoğunlukta olduğu bir grup tarafından belirlendiğini ve bunun da demokrasiye gölge düşürdüğünü iddia ediyorlar. Ama örneğin, Amerika'da da adayları belirleyenin halk bir yana, parti mensupları bile olmayıp genelde güçlü parti yapıları olduğunu unutuyor görünüyorlar. Bu durumda çoğunlukla halkın önüne en iyi aday değil partinin çıkarlarını koruyacak en elverişli aday çıkarılmaktadır. Unutulmaması gereken bir diğer konu da ilk Amerikan Anayasası'na göre başkanın halk tarafından seçilmediğiydi.

Yine İran'da seçim sistemi, diğer siyasi görüşlerin, örneğin monarşist, komünist ve diğer muhaliflerin seçimlerde aday olmasına izin vermediği gerekçesiyle de eleştirilmekte. Bunu eleştirenler şunu gözden kaçırıyorlar; Amerikan anayasasının 14.maddesi, iç savaş sırasında Konfederasyon safında çarpışanların seçimlerde aday olamayacağı hükmünü getirmekte. Dahası Amerikan kongresine seçilen milletvekilleri laik cumhuriyetçi Amerikan anayasasına bağlı kalacaklarına dair yemin etmek zorundadırlar. Açıkça görüldüğü gibi, örneğin monarşistler, İngiliz yönetimine geri dönmek propagandasıyla -bu fikir şimdi komik görünse de, mesela 1800'lü yıllarda siyasi öneme sahipti- Amerikan seçimlerine katılabilirler, ama kendi düşüncelerine tamamen aykırı bir metin üzerine yemin etmeden işbaşı yapamazlar. Benzeri şekilde, İran'da da yöneticilerden ve seçimlere katılacak adaylardan İslami cumhuriyetin temel niteliklerine bağlı kalmaları istenmektedir.

Bir diğer not edilmesi gereken husus ise, dünyada başarılı diye nitelendirilen demokrasilerde de, seçimlerin her farklı görüşün oy sandığına yansıdığı bir anayasal referanduma dönüştürülmesine izin verilmediğidir. Anayasal değişiklikler çok nadiren gerçekleşir ve anayasa değişikliği tekliflerine genelde kuşkuyla bakılır. Seçmenler ülkenin temel yapısını, sistemini değiştirmekten öte, ülkenin ekonomik işlerini yürütecek kişi ve partileri tercih için oy kullanırlar. Bu yüzden, İran İslam Cumhuriyeti'nden, demokrasilerde bile tam anlamıyla uygulanmayan bir seçim sistemini uygulamasını beklemek anlamsız ve olacaktır.

İran'ı demokrasi açısından eleştirenlerin bir diğer iddiası da devletin halkın egemenliğine değil, ilahi iradeye dayanmakta olduğu, bu yüzden bir teokrasi olduğu iddiasıdır. Halbuki İran anayasasına bakıldığında, sistemin dini açıdan denetiminden sorumlu olan Veliy-i Fakih'in, yetkisini Tanrı'dan değil, halkın iradesinden aldığı görülür.6 Açıkça halkın desteğini almış olan Ayetullah Humeyni'nin ardından Veliy-i Fakih'i bir uzmanlar meclisinin seçtiği doğru. Ama bu meclisin halk tarafından seçildiği de ortada ve bu meclisin kararının ilahi bir iradeyi yansıttığına dair anayasada herhangi bir madde de bulunmuyor.

Özetlersek, İslam Cumhuriyeti'nin anayasal düzeni bazı yönleriyle eleştirilebilir, liderlerinden ve politikalarından da hoşlanılmayabilir. Ama 23 Mayıs 1997'de cumhurbaşkanlığına Hatemi'nin seçilişi ve bunun hemen ve açık bir şekilde bu seçimin Veliy-i Fakih tarafından onaylanması yüzyılımızın en dramatik demokrasi tecrübelerinden biridir.

En çok dile getirilen konulardan bir diğeri de kadının konumudur. Devrim yönetimi iktidara geldikten sonra kadınlarla ilgili Şah'ın liberal kanunlarında değişikliklere yöneldi ve kadınların giyiminde, çalışma hayatına katılımında, hareketlerinde ciddi sınırlamalara gidildi. Şimdi 20 yıl sonra, İran'da aktif bir kadın hareketi görülmekte ve hükümette kadın işlerinden sorumlu idarecinin bir kadın olduğu ve yine cumhurbaşkanı yardımcılarından birinin de bir kadın olduğu dikkat çekmekte. Bunun yanısıra İran kanunları evlenme ve boşanma konularında İslam ülkeleri içinde en liberal olanıdır.

Her ne kadar kadınların konumunu düzeltmek, İslam devriminin öncelikli hedefleri arasında olmasa da, hükümet etmenin gerekleri, kadınların seçmenlerin yarısını oluşturmaları ve Şia fıkhında kadınların konumunu iyileştirme yönündeki destekleyici unsurlar İslamcı bir kadın hareketinin gelişmesine zemin oluşturabilir. Bu konuda atılan adımlar sloganlarla bir devrim hareketini sürdürme ile seçim yoluyla gerçekleşen hükümet etmeyi öğrenme arasındaki pratik farkın güzel bir örneğini sunmakta, İranlı kadınlar ve diğer müslüman kadınlar hala politik ve sosyal baskılar ve hak mahrumiyetleri altındalar. Fakat kadınların durumunu iyileştirmede katılımcı yönetim modelleri, zengin krallardan, askeri yönetimlerden ve yurtdışından yapılan tavsiyelerden çok daha etkili sonuç vermektedir.

Bu hususlar aslında benim, İran'ın İslami demokrasinin gelişmesi konusunda örnek alınması ve incelenmesi gereken bir labaratuvar konumunda olduğuna dair teorimi doğrulamakta. Amerikan politik bakış açısıyla, İslam Cumhuriyeti anayasal ve hukuki bir devlet olarak tanınmalı, katılımcı yönetim modeli alkışlanmalı ve iç uygulamaları nedeniyle yapılan yersiz eleştirilerle sistemi yıkma fikrinden vazgeçilmelidir. Daha önemlisi, İran'da pozitif olarak nitelendirilen gelişmelerin, İran'a karşı uygulanan ambargo ve tecrit politikalarının doğurduğu sonuçlar olduğu anlayışı terk edilmeli. Bilakis bu politikalar İranlılar arasında ABD'nin kendilerine karşı güttüğü düşmanlık siyasetinin bir doğrulayıcısı olarak görülmekte ve Amerika'nın batı dışı toplumları hegemonyası altına alma hedefinin bir sonucu olduğuna dair yargıyı güçlendirmekte.

Genelde İran ve İran'daki uygulamalar üzerinde bu kadar fazla durmamın nedeni, önümüzdeki 20 yıl içinde İran'ın bölgedeki etkisi ve öneminin istikrarlı bir şekilde artacağına olan inancımdır. Önümüzdeki yıllarla ilgili serdetmek istediğim diğer iki tahminim nispeten daha az iyimser sayılır.

Birincisi, Ortadoğu çağdaş dünyada hala varolan totaliter rejimlerin ana merkezi. Ve İslami siyaset teorisi şeriatı despotizme karşı bir dayanak olarak tanımlamakta. Kitlesel eğitim, dünya standartlarına yakın okuryazarlık oranı ve halkın siyasete daha fazla katılımı, aynen dünyanın diğer bölgelerindeki halklar için olduğu gibi, Ortadoğulu müslüman halkları da yönetimde daha fazla söz sahibi olma noktasında cesaretlendiren faktörler. Gittikçe daha fazla kişi katılımcı yönetimin ancak İslami terimlerle mümkün olabileceğini düşünüyor.

Bu nedenle, Ortadoğu ülkelerinde, 80'li yılların ikinci yarısında doğu Avrupa'da meydana gelen politik ve siyasal değişim hareketleri gibi bir siyasi değişimin çok uzak olmayan bir gelecekte oluşmasını görmek beni çok da şaşırtmayacak. Her ne kadar 'Yeni Memluklar' devrimci hareketleri sindirmek için geniş baskı unsurlarına sahip olsalar da, kitlelerin İslami partilerin de katıldığı gerçek seçim talepleri bu yönetimler tarafından ciddiye alınmak zorunda. Kısa dönemde, askerlerin cumhurbaşkanlığını, orduyla ilgili işleri ve dış politikayı ellerinde tutup, diğer yönetim alanlarını ise seçimle gelmiş İslami parti ve liderlere devrettikleri bir ortak yönetim biçimi görülebilir. Uzun dönemde ise, askerlerinde bu siyasi İslami iklimde sosyalleşecekleri ve gelişen siyasi İslam akımını yansıtan modellerin ortaya çıkacağı ve sonuçta tüm sistemin bu doğrultuda evrileceği düşünülebilir.

Amerikan dış politikasının kaynamakta olan bu bölgede istikrar üzerine yoğunlaştığı ve otoriter yönetimlere ve polis devleti uygulamalarına destek verdiği vakıa. Yukarıda dile getirdiğim beklenti ve tahminler Amerika'nın, ortadoğunun bu 'Yeni Memluk' rejimleri ile ilişkilerini azaltmasını ve demokratik değerleri daha fazla öne çıkartması, özellikle de bu değerlerin İslami versiyonunun meşruluğunu teyid etmesi gerekliliğini ortaya koyuyor. Cezayir seçeneği bölge için Amerika tarafından desteklenen bir örnek olmamalıdır.

Gelecekle ilgili son beklentim, medya devriminin yaşandığı günümüzde dini otoritenin el değiştirmesi ile ilgili. Dini otoritenin yeterli dini bilgiye sahip olmaksızın ortaya çıkan ve bir gazete veya dergiyi ya da radyo istasyonunu yöneten, yada dünya basının dikkatini şiddet eylemleriyle çeken kişilerin eline geçmesi ihtimali, İslami düşüncenin tutarlılığını ve müslüman toplumun durumunu tehdit etmektedir. Şuna gerçekten inanıyorum ki, İslam dünyası kendi içerisinde çağdaş dini otoriteyi yeniden yapılandırmalı, gerçekten kim kimin liderliğine tabi olacak sorusu cevabını bulmalı. Bu yeniden yapılanmanın nasıl gerçekleştirileceğini bilmiyorum ama tarihe bakıldığında örneğin toplumun süreç içinde Peygamber'in bir sözü üzerinde mutabakata varması ve bundan önce sahip olunan birçok görüşün, geleneğin geri plana atılması gibi, bazı örneklerle karşılaşılabilir.

Bölgede hangi mezhebin ya da İslami düşüncenin İslam dünyasının liderliğini yürüteceği konusundaki ihtilaflar, dini esaslar hakkındaki görüş farklılıkları bölge için her an varolan bir savaş tehlikesini içerir. Şu an için en tehlikeli kutuplaşma cumhuriyet rejimi ile dini referans iddiası taşıyan tek kişinin yönetimi demek olan emirlik (otokrasi) arasındadır. Fakat bu iki sistem destekçileri bölgede bir arada yaşamayı başaracak olsalar da, bu iki yaklaşım arasındaki ihtilaftan daha keskin olan ve mutlaka kontrol altına alınması gerekli, ve daha yapıcı ve uzlaşmacı bir noktaya çekilmeleri gereken doktrinler de var. Dini otorite olarak selahiyete sahip olmayan şiddet yanlısı kişi ve grupların silahlar, bombalar ve medya araçlarını kullanarak savaşı ve nefreti empoze etmeleri, yaptıkları açıklamaların dini bildiriler gibi algılanması müslüman toplumlardan güçlü, açık ve kesin sesli tepkiler almalıdır.

Amerikan hükümetinin (Amerikalı müslümanlardan farklı olarak) bölgeyle ilgili uyguladığı politika kesin olarak İslam toplumlarının doktrinel siyasi tartışmalarından uzak durmak olmalıdır. Amerikan hükümeti bölgedeki katılımcı politikayı destekleme eğiliminde olan fakat felsefi ve dini tabanı Batı kültürüne veya Amerikan hayranlığına dayanmayan siyasi oluşumlarla karşılıklı yapıcı ilişkiler kurmalıdır. Amerikan hükümeti kendi ülkesi içinde desteklediği gibi, dünyada da çok sesliliği desteklemelidir.

Bu savaşa kadar varabilecek siyasi karışıklıklarla ilgili beklentilerle konuşmamı kapattığım için üzgünüm ama son yirmi yılda Ortadoğu'da savaşsız ve iç karışıklıksızlık bir zaman hiç olmadı ki! Buna rağmen siyasi İslamın gelecek 20 yılı için kötümser bir yaklaşım içinde değilim. Şuna kalben inanıyorum ki, gelecekte İslam, İslam tarihinin ilk döneminde hayat bulan köklü esaslarını 21. yüzyıl modern dünya koşullarıyla sentezleyecek ve katılımcı hükü­metleri ve ahlaki toplumları içinde barındıran bir model oluşturacaktır.

Dipnotlar:

1- (New York: Harper & Row, 1979).

2- Elizabeth Wheeler, "The Wrong Time, Wrong Place," Los Angeles Times, 10 Aralık 1979.

3- Bkz. Daniel Lerner, The Passing of Traditional Society: Modernizing the Middle East (New York: The Free Press, 1958); Manfred Halpern, The Politics of Social Change, The Middle East and North Africa içinde (Princeton: Princeton University Press, 1963); ve John C. Campbell, Defense of the Middle East: Problems of American Foreign Policy (New York: Harper & Brothers, 1958).

4- Bu konuyla ilgili olarak bkz. Marshall McLuhan, The Gutenberg Calaxy (Toronto: University of Toronto Press, 1962); Elizabeth L. Eisenstein, The Printing Press as an Agent of Change: Communications and Cultural Transformations in Early Modern Europe (New York: Cambridge University Press, 1979); Thomas Francis Carter, The Invention of Printing in China and its Spread Westvvard, (New York: Ronald Press, 1955).

5- İbni Haldun, The Muqaddimah: An Introduction to History, çeviren: F. Rosenthal, yayına hazırlayan N.J. Dawood (Princeton: Princeton University Press, 1967), 3. bölüm

6- Bkz. İran İslam Cumhuriyeti Anayasası'nın 107. maddesi; şu internet adresinden ulaşılabilir: (http:\\www.netiran.com/laws.html).

7- Bu konuda daha fazla bilgi için bkz. Richard W. Bulliet, İslam: The View from the Edge (New York: Columbia University Press, 1994).

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR