1. YAZARLAR

  2. Kadrican Mendi

  3. Enkazın Altından Görünenler

Enkazın Altından Görünenler

Ekim 1999A+A-

Geleneğe yönelik beklentilerin akamete uğradığı, hesapların bozulduğu bazı dönemler vardır ki bu Allah'ın tarihe ve tarihin sünnetine müdahale etmesidir; helak ve musibetlerin gösterdiği gibi.

Sakarya'da yaşanan 45 günlük afet durumunun bozduğu hesaplara bir de devletin günü kurtarmaya yönelik siyasetlerinin -içgüdü hariç- hiçbir kurala (akıl, mantık, hukuk vs.) uymayan tavırları eklenince belirsizlik ve bunun çoğalttığı ümitsizlik, nefes almamızı zorlaştırıyor.

İlk günlerin temel ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik çabalarının, insanlara verdiği nisbi moral, depremin yarası soğumaya başladıkça, yerini karamsarlık, geleceğe yönelik endişe ve kaygılara bırakıyor. Geçtiğimiz 45 günlük tarihi, depremin ilk anlarından şu ana kadar tanığı olan birinin gözleriyle okuduğumuzda çıkan manzara özetle böyle.

Başbakanlığın 13 Eylül tarihli genelgesiyle birlikte Sakarya'nın sıcak yemekten, barınma ihtiyacına, şehrin altyapı düzenlemesinden, enkaz kaldırmaya kadar tüm ihtiyaçlarını karşılayan sivil örgütler namıyla maruf, ama bir diğer belirleyici sıfatları olarak, kendilerini müslüman olarak tanımlayan kişi, kurum ve kuruluşların tüm hizmetleri ilga edildi. En temel yaşamsal ihtiyaçların para ile dahi karşılanamadığı bir bölgede, insanların bu hizmetlerden ücretsiz faydalanmasının engellenmesi izahı mümkün olmayan bir gerçek.

İnsanların çoğu yazlık çadırlarda, derme çatma kulübelerde soğuyan havalarla birlikte artan endişelerini birileriyle paylaşma telaşındalar. Resmi olmayan rakamlara göre 20 binin üzerinde yıkılmış bina var, bunun 4000 tanesi işyeri. Depremin üzerinden 45 gün geçmesine rağmen enkazın henüz %10'u dahi kaldırılamadı, maddi zarar görmemiş insanlar dahi gündelik hayatın bu tıkanıklığı içinde, çaresiz bekliyorlar; esnaf bekliyor, köylü-işçi bekliyor, öğrenci bekliyor. Ama belirsizlik bir türlü çözülmüyor ve kısa vadede çoğu kimsenin çözüleceğine dair bir ümidi de yok, insanlar fark edilir bir hızla şehri boşaltıyorlar.

Sakaryalı depremzedeler, devleti dikkatle izliyor, zulüm ile âbad olunamayacağını farkederek, hissederek, yaşayarak öğreniyorlar. Kimsenin yadsımadığı bir gerçek var ortada; devletin "Baba" olma sıfatını tamamen kaybettiği gerçeği.

Çadır dağıtımında yaşanan rezaletlere karşı halkın tamamen kendi kollektif iradesiyle valiliğe yürümesi, sesini yükseltmesi; yükseltebileceğini fark etmesi, bazı şeylerin eskisi gibi olmayacağının habercisi sanki.

Devletin tüm bu facia karşısında hiçbir somut adım atmaması, üstelik sivil yapılanmaların yaptıklarını da engellemesi, akla ister istemez tecrübeli olduğunu bildiğimiz uygulamalarını getiriyor; zoraki göç ve iskan politikaları.

Problem olan yerlerde, sorunu çözme yerine orayı insansızlaştırma siyasetinin Cumhuriyet'in en temel iç politikalarından olduğunu biliyoruz.

Daha önce Güneydoğu'da yapılan uygulamaların küçük ölçekte bir benzeri yine devlet politikası olarak Sakarya'da uygulanıyor. Depremzede, mağdur, halk, sorunlarıyla başbaşa bırakılarak -ki bunda bürokratik mekanizmanın beceriksizliği kadar, özellikle yapılan engellemelerde söz konusu- sorumluluk; akrabalar, tanıdıklar, hısımlar kısaca yine halk üzerine bırakılmaya çalışılıyor. Böylece aç ve açıkta kalmış onbinlerin, hastalıklarla içice yaşayan çocukların, ortalama temizlik şartlarından dahi mahrum tüm bu insanların, moral bozan, baş ağrıtan felaket görüntülerinden kurtulmuş olunacak, sağa sola dağılmış, başka şehirlere yerleşmiş yüzbinlerce küçük parçaya bölünmüş iniltiler haline dönüştürülen feryat, maalesef çabuk unutulmaya mahkum kalacak gibi görünüyor.

"Parçalama, entegre etme ve kalanları marjinalleştirme" işte size cumhuriyetin iç politikası.

Çadırkentlerin yönetiminin Kızılay'a devredilmesi, daha doğrusu askeri kışlalar haline getirilmesi, bunun dışındaki toplu yerleşimlere izin verilmemesi, başbakanlığın büyük bir şevkle gündeme getirdiği kardeş aile kampanyası, kendi meşruiyet zeminini kaybetme pahasına bölgeye yapılan yardımların engellenmesi, bu vahim tabloyu tamamlıyor. Alt yapısı 82 Anayasası ile hazırlanan toplumsal muhalefetin örgütlenmesini engelleyici hukuki zemin de depremzedelerin önündeki bir diğer engel.

Şimdiye kadar anlattıklarımız, olan bitenin kuşbakışı değerlendirilmesiydi. Fakat bu değerlendirmenin içine yerleştirilmesi gereken birşey daha var ki o da Sakaryalı depremzedelerin düşündükleri; şehre yakın zamanda yerleşmiş olanların musibetle birlikte yoğun olduğunu söylediğimiz göçte şehri terk ettiğine değinmiştik. Ancak Sakarya'da daha eski geçmişi olanların sorunun Sakarya'da çözülmesine yönelik çok belirgin bir tercihleri var. Şehir etrafındaki çadırkentler yerine, yıkılmış evlerinin karşısında derme çatma çadırları tercih etmeleri, şehir merkezinde enkazın arasında yavaş yavaş açılmaya başlayan ticarethaneler, çok cılız olmakla beraber, şehrin yeniden Sakarya haline getirilmesini isteyen bir iradeye dikkat çekiyor.

"Evet ortada bir sorun var ve bu sorun bulunduğu yerde çözülmeli, gelen yardımların, ulaştırılmayanların, engellenenlerin hesabı verilmeli, şehrin geleceğinin ne olacağı birileri tarafından Sakaryalılara söylenmeli" diyor depremzedeler. Sakaryalı muhatabını arıyor ve muhatabının inandırıcılıktan uzak, riyakar tutumunu dikkatle izliyor. Affedemeyeceklerini, affetse dahi unutmayacaklarını bir kenara not alıyor.

Sakarya'nın yani Adapazarı'nın ne söylediğini belki en veciz şekilde Sakaryalı bir edebiyatçının, Necati Mert'in cümlelerinde bulabiliriz. Aşağıdaki alıntı, bir Adapazarlının olaylara dosdoğru, apaçık ve dobra dobra nasıl baktığını anlatıyor.

Ve herhalde enkaz kaldırıldığında, tarihe kalacak birkaç olumlu şeyden biri de buna benzer samimi sesler olacak:

"Son felaket beni de uykuda yakaladı. Yuvarlanarak uyandım. Ne olduğunu anlayana kadar bir zaman geçti. Böylesini ilk kez yaşıyorum. Dehşet bir şey!

Ama ne diyebilirim? Ben bu şehrin evladıyım. Orada okudum, orada sevdim. Kavgaya orada başladım. 12 Mart'ta fotoğrafım ora Emniyet'inde çekildi. Orada evlendim, orada baba oldum. Orada saldırıya uğradım. İşimi orada kurdum, işyerim orada bombalandı. Yani? Ben yine orada yaşamak, günü geldiğinde de dedem gibi, babaannem gibi orada yatmak istiyorum.

Adapazarı'na sonradan gelenler bunları anlamaz.

Onlara göre Adapazarı birinci derecede zelzele bölgesi.

Tamam! Amenna! Ama, bu, yeni bir şey değil ki.

Biz kökten Adapazarlılar, evlerimiz iki ya da üç katlıyken ve bahçe içlerindeyken burada korkmadan yaşadık. Adapazarı, göçlerin ve büyüme ekonomisinin meydan almasıyla korkulur şehir oldu. İnanın, hiçbir Adapazarlı da bu çok katlı yapılanmaya sıcak bakmadı. Nihayet korkulan oldu işte.

17 Ağustos Salı sabahı, bir parti il başkanı, bizim sitenin yıkılan üç bloğunun enkazı arasında şöyle diyor bana. "Bu şehri terk etmek, uydu kentler kurmak lazım. Yoksa maliyet kurtarılamaz."

Haksız mı? Bu şehrin zemini gevşek. Bir metre aşağısı da su. Dolayısıyla şehir çok katlı binayı taşımıyor. Ayrıca, eğim binde dört. Kanalizasyon da çekmiyor.

Efendiler! Bunu yeni mi keşfettiniz?

Bu efendilerden birkaçı, zelzelenin üçüncü ya da dördüncü gecesi, Vilayet'in önündeki çimenliğe oturmuş, bilmem hangi TV kanalının izleyicilerine anlatıyor: Ellerinde master plan varmış. Buna uyulmalı. Şehir çevre tepelere taşınmalı, şimdiki ova da bağ yapılmalıymış.

Yahu ayıp! İnsaf! Bu ne hafızasızlık!

Adı şimdi bağlar olan mahalledeki o eski bağları söküp iskana açanlar o günlerin, şehri "can pazarı" haline getirenler, şu on, onbeş, bilemedin yirmi yılın, birinci sınıf tarım arazilerini Organize Sanayi Bölgeleri marifetiyle köylüden alıp İstanbul'a sığamamış sanayicilere devrederek şehrin yükünü arttıranlar da bugünün efendileri değil mi?

Ekranda Vali ile birlikte yer alan efendiler, haklı olsalar da güven verici değiller. Sakarya Üniversitesi'ni bilirim ben. O, kendi içinde zelzele yaratmasın, başörtüsü zelzelesine alet olmasın evvela. Adapazarı Ticaret ve Sanayi Odasını bilirim. Şehrin resmi ve güya sivil zevatını da yanına alıp mirasyedi savurganlığıyla Almanyalarda, İspanyalarda gezeceğine kendi binasının ne kadar dayanıklı olduğuna baksaydı keşke. O zaman, herhalde ruhsatlı o çatı katını altıncı kat olarak çıkmaya çalışırken kendi enkazının altında kalmazdı belki. İnşaat Mühendisleri Odası'nı tanımak içinse Gülay Göktürk'ü dinlemek yeter.

Kalkmış konuşuyorlar! Hadi canım! Hesap aynı hesap!

Şehri ovada kurarken kazanacaksın. Yükseltirken kazanacaksın. Çevre tepelere taşırken tabii yine kazanacaksın.

Efendiler! Etrafta sağlam tepe mi kaldı?

Hızırtepe, Maltepe, Erenler, Serdivan boş mu? Boş olsalar bile bu şehir böyle birkaç tepeye sığar mı? Sığacak durumda mı artık? Kaynarca'yı, Taraklıyı düşünüyorsanız eğer, vah ki vah! En az 35 kilometre öteye taşınmış bir şehir, .... bizim şehrimiz olur mu?

Ben şehrimi istiyorum. Şehrimi alanlardan şehrimi istiyorum. Bu şehirde hala hayat var. Uzunçarşı, Aynalıkavak, Pirinçpazarı, Soğanpazarı ayakta. Yok olan yerler; Çark, İzmit, Sakarya, Kirtetepe caddeleri, Eski Reji Sokağı, Atatürk Bulvarı... Yani marifetli ellerin değdiği modern Adapazarı.

İsteyen istediği yere gidebilir. Ben, yıkılmış yerlerin bile iyileştirilerek o eski asıl ve asil kimliğe kavuşturulabilir olduğuna inanıyorum. Yeter ki toprağın bizden ne istediğini bilelim. Toprağı zorlamayalım.

Ben hazırım. Sanırım, evlerinin önünü terk edip çadırkentlere gitmeyen ya da gönülsüz giden Adapazarlılar da hazır. Bizim fazla kazançta gözümüz yok. Biz şehrimizde yaşamak istiyoruz sadece Başka bir şey değil.

Zor olurmuş!

Kast edilen tabiatın zoru ise onu geçiyorum.

Yook, efendilerin zoru ise, bir çift lafım var: 141, 142'den ve 163'ten geçerek geldik biz. 312'yle pişmekteyiz. Bunlara bir de bütün Türkiye'yi uyandıran zelzele eklendi.

İnisiyatif "gayri resmi" sivillerin eline geçer mi acaba?

Eğer geçerse, asıl sizin işiniz zor efendiler!

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR