1. YAZARLAR

  2. Rıdvan Kaya

  3. Sıradışı Konuşmanın Sıradan Çelişkileri ya da Kemalist Bir Aydının Tutarsızlığı

Sıradışı Konuşmanın Sıradan Çelişkileri ya da Kemalist Bir Aydının Tutarsızlığı

Ekim 1999A+A-

Yargıtay Birinci Başkanı'nın olay yaratan konuşması hukuk düzeninden siyasal sisteme, kültürel kimlikten düşünce suçu kavramına kadar geniş bir alanda sarsıcı mesajlarla doluydu. Konuşmada devletin ideolojik dayatmalarla demokrasinin gelişimini engellediğine, mevcut anayasanın silah zoruyla kabul ettirilmiş gayrı meşru bir anayasa olduğuna dair dile getirilen eleştiriler ve özellikle de sistemin yumuşak karnı laiklik konusuna farklı yaklaşım epeyce ses getirdi.

Sami Selçuk'un Atatürk ve Atatürkçülük ile ilgili değerlendirmeleri ise pek gündeme gelmedi. Acaba bu durum 'Atatürk söz konusu olunca nasılsa hiç kimsenin farklı bir şey söylemesi -hatta belki de düşünmesi- mümkün değil' şeklinde bir ön kabulden mi kaynaklanıyor? Burada belirleyici olan şey herhalde bu konunun farklılığa, aykırılığa tahammülü olmayan bir tabu olarak görülmesidir. Halbuki Sami Selçuk'un iddialı konuşmasının iç tutarlılığı açısından bu konuya dair sözleri önem arzetmekte. Özgürlükçülük, çoğulculuk, demokrasi, hukukun üstünlüğü, yansız devlet ve benzeri konularda bir dizi tabu yıkmaya yeltenen birinin, rejimin şefi söz konusu olduğunda koca bir totem inşa etmesi Türkiye'ye özgü garipliklerden biri olsa gerek!  

Konuşmanın girişten sonra gelen ilk bölümü kısa fakat müstakil bir bölüm olarak 'Atatürkçülük' başlığı altında yer alıyor. Bu bölümde Sami Selçuk Atatürk'ün önemini ve eylemini 'çağcıl' perspektifinden yorumluyor; onun ne hikmetse hala anlaşılamamış asli hedeflerini ortaya koyuyor; kendi deyimiyle 'Atatürkçülüğün şifresi'ni çözüyor. Ayrıca konuşma metninin değişik yerlerinde yine Atatürk'e atıflar yapılmış. Fakat bunlar genelde Atatürkçülükten ne anlaşılması gerektiğine dair Sami Selçuk'un subjektif yakıştırmaları: Atatürkçülük şudur, Atatürkçülük budur gibi. Biz burada daha ziyade Atatürkçülük başlıklı ilk bölümde yer alan yorum ve tespitlere değineceğiz. Yer yer Sami Selçuk'un bu konudaki değerlendirmeleri ile diğer yaklaşımlarını karşılaştıracağız.

'Atatürk olmasaydı, nice olurdu halimiz!'

Sami Selçuk konuya celalli bir şekilde giriyor ve bazı kimselerin 'Atatürk'e taammüden sövdüklerini' ve bunun 'bir haçlı seferi' olduğunu söylüyor. Bu tavır sahiplerini 'saygısızlığı bırakmaya' ve 'toplumsal barış için bu ulusal değerde' birleşmeye çağırırken, Atatürk'e ne kadar şükran duymamız gerektiğini de şu şekilde ifade ediyor: "Ben burada konuşuyor, sizler orada başınız dik dinliyorsanız, inananlar camiye, kiliseye, havraya gidiyor, esnaf alışverişini yapıyor, çiftçi toprağını sürüyorsa, bütün bunları ona ve arkadaşlarına borçluyuz."

Bir an Yekta Güngör'ü karşımızda görür gibi oluyoruz. Bu sözler 'eğer Atatürk olmasaydı!' diye başlayıp, yok 'adımız Yorgo olurdu!', yok bilmem 'tarlayı karasabanla sürüyor olurduk!' gibi abuk subuk faraziyelerin sıralandığı konuşmaları hatırlatıyor. Birileri doldurdukları rejimin mütehakkim kürsüleri ya da koltuklarından ötürü kendilerini rejimin şefine ve yardımcılarına borçlu hissedebilirler, bu devletlûların kendi sorunu, bizi ilgilendirmez. Ama gündelik hayat içinde gerçekleşen en basit insani faaliyetleri dahi bizlere bahşedilen bir lüks, bir ayrıcalık şeklinde sunup; bunlardan dolayı tümümüzü borçlandırmanın alemi ne?

Kaldı ki, bu ülkede en sıradan sayılması gereken eylemler dahi sanki birer ayrıcalıkmış muamelesi görüp adeta başımıza kalkılırken, hiç de sıradan sayılamayacak olguları kime/kimlere borçlu olduğumuz niçin hep es geçilir? Acaba her gün yaşadığımız sömürüyü, aşağılanmayı, baskı ve işkenceleri, yolsuzluk ve hırsızlıkları, ahlaksızlık ve dejenerasyonu, ülkenin yarısını kaplayan bir bölgede on yıllardır devam etmekte olan savaşı, azgınlaşan diktatörlüğü; evet, tüm bu zulüm ve çirkinlikleri kime/kimlere borçlu olduğumuz niçin hiç sorulmaz?

Ceza hukuku neyi koruyor?

Konuşmanın devamından Selçuk'un bir genelleme yaptığını ve Atatürk konusundaki tavırlarından dolayı olumsuzladığı yaklaşım sahiplerini ikiye ayırdığını görüyoruz. Bunların bir kısmı Atatürk'e 'taammüden sövenler', diğer kısmı ise -Atatürkçülük adına ona zarar verenler anlamında- 'gizli antikemalistler' olarak nitelendirilmekte. Dolayısıyla Atatürk'e ve Atatürkçülük anlayışına muhalif olan herkes otomatik olarak 'sövenler' kategorisine sokulmuş olmakta. Bu oldukça çarpık bir mantık. Eleştirmek, yanlışlamak, karşı çıkmak, reddetmek niçin sövmek olsun!

Bu mantık devam ettirildiğinde koruma kanunu garabetini savunma yanlışına kapı açılıyor. Selçuk "Atatürk kavramı, artık bir ölümlünün adı olmaktan çıkmış, bayrak gibi, yurt gibi toplumsal/ulusal bir değer olmuştur. Ceza hukuku bu değeri koruyor." diyor. Kastettiği 5816 sayılı 'Atatürk'ün hatırasına alenen hakaret etmek veya sövmek' fiiline dair yasa olmalı. Lâfzen yasa hakaret ya da sövmeyi cezalandırıyor. Ama ya uygulama? Şimdiye dek sayısız kişinin hakaret ya da sövme ile ilgisi olmayan söz ve davranışlarının zorlamayla bu madde kapsamına sokulup cezalandırılma yoluna gidildiğini hukukun içinden birisi olarak en başta Sami Selçuk'un bilmemesi imkansız. Örneğin 10 Kasım'da gerçekleştirdiği eylemler nedeniyle iki kez bu maddeden cezalandırılan Mahmut Kaçar'ın fiilinin hakaret ya da sövme ile ne ilgisi var?

Sami Selçuk Atatürk'e en çok zararın gizli antikemalistler olarak tanımladığı çevrelerden geldiğini söylemekte ve bunları Atatürk'ü 1930'lara hapsetmekle, onu dondurmakla suçlamakta. Atatürk'ün 'öğreti' sunmadığını; hedefinin halkı "devrim yoluyla yoğunlaşma momentini yakalayarak demokrasiye hazırlamak" olduğunu iddia ediyor. Bununla ilgili olarak şu yorumu yapıyor: "Demek, Atatürk ideolog ve ideokrat, Atatürkçülük ideoloji ve ideokrasi değildir. Bilimin yaşama uygulanmasıdır. Yöntemi bilimsellik, amacı demokrasidir. İdeolojiler, Atatürkçülüğün amacı olan demokrasiye ters düşerler."

İdeoloji olmama iddiasında bir ideoloji!

Türkiye'nin siyasal toplumsal gerçekliği içinde, ne ölçüde özgün ve tutarlı olabildiği ayrı bir bahis olmakla birlikte, Atatürkçülüğün bir ideoloji olmadığını söylemek herhalde bu konuda ileri sürülebilecek en abartılı iddialardan biri olmalı.

Sami Selçuk Atatürkçülüğün katı bir ideolojiye dönüştürülmesinden bir kısım gizli antikemalistleri sorumlu tutmakta. Yani bu durumun Atatürk sonrası dönemde gerçekleştiğini söylemekte. Bu iddia tarihi gerçeklerle bağdaşmıyor. Cumhuriyet'in kuruluş yılları itibariyle Mustafa Kemal'in düşünce, söz ve eylemlerinin ne ölçüde sistemli bir bütünlük oluşturduğu belki tartışılabilir. Ama Cumhuriyet Halk Fırkası'nın 1927 yılında yapılan Kurultayında kabul edilen fırka tüzüğünden itibaren ve özellikle de 1930'lı yıllarla birlikte, Mustafa Kemal'in düşüncelerinin sistemleştirilmeye çalışılan bir ideoloji, üstelik de resmi ideoloji niteliği kazandığı verilerle sabittir.1

Bu doğrultuda atılan somut adımlar olarak; altı okta ifadesini bulan ilkeler Cumhuriyet Halk Fırkası'nın 1931 tarihli 3. Büyük Kurultayı'nda benimsenmiş; 1935'te CHF Programı'nın giriş kısmında 'partinin güttüğü bütün bu esaslar, Kemalizm prensipleridir' denilmek suretiyle kayıtlanmış ve müteakiben altı ok 1937 yılında Anayasa'nın 2. maddesine taşınarak bugüne dek yapılan tüm anayasalara değişmez maddeler olarak monte edilmiştir. Görüldüğü gibi, Atatürk'e rağmen veya Atatürk sonrasında değil, bizzat Atatürk'ün eliyle bir resmi ideoloji teşkili söz konusudur.

Aksiyon mu, doktrin mi?

Sami Selçuk Atatürkçülüğün bir ideoloji ve Atatürk'ün de bir ideolog olmadığına dair iddiasının gerekçelerinden biri olarak Atatürk'ün eylem adamı ve 'pragmacı' oluşunu öne çıkarmakta ve bu yaklaşımını Atatürk'ün şu sözüyle desteklemektedir: "Öğreti istemem, donar kalırız."

Bu, Atatürkçülüğü, kimi zaman gelebilecek ciddi eleştirilerden koruma, kimi zaman da revize etme amacıyla sıkça başvurulan bir açıklama biçimi. Tezin tutarsızlığını Taha Parla'dan uzun bir alıntıyla ortaya koymak yararlı olacaktır:

Kimileri Atatürk'ün bir ideolog, Kemalizm'in de bir ideoloji olmadığını söylüyorlar. İkinci önermeyi tartışmayı abesle uğraşmak sayıyorum. Birinci önerme ise genellikle, bir ölçüde Atatürk'ün bazı sözlerinden de hareketle, Atatürk'ün siyaset anlayışında 'aksiyon'un 'doktrin'den ağır bastığı ve sıkı sıkıya tanımlanmış, ayrıntılandırılmış bir siyasal ideoloji bulunmadığı düşüncesinden kaynaklanıyor. Oysa aksiyonun doktrinden önemli olduğu savı, doktriner netlikten sakınma, çeşitli (hatta bazen çelişkili) öğeleri aynı bütün içinde uzlaştırma ve yüksek dozda bir pragmatizm, belli tür bir ideolojiler grubunun ayırt edici özelliğidir. Kaldı ki Atatürk, en azından değişmez genel başkanı ve mutlak şefi olduğu Cumhuriyet Halk Partisi'nin ideolojik programlarının sahipliğini tanım gereği ve hiç değilse 1923–1938 arasında üstlenmiş demektir. Bu yanılgıya düşenlerin bir bölümünün hatası kavram karışıklığı ise, bir bölümünün kaygısı da (bilinçli ya da yarı bilinçli) Kemalizm'in ve Atatürk'ün görüşlerinin, siyaset teorisinin kavramsal araçlarıyla sıkı bir analize tabi tutulmasının yaratabileceği de-mistifikasyonun kendilerinde yol açacağı bilişsel ve duygusal sarsılma gibi görülmektedir.2

Asıl amaç demokrasi miydi?

Sami Selçuk'un konuşmasında tekraren altı çizilen hususlardan biri de, Atatürk'ün asıl hedefinin demokrasi olduğuna dair iddiadır. Bu iddiasını bir kaç kez yineleyen Selçuk, tipik aşamacı bir yaklaşım mantığına dayanarak durumdan vazife çıkartmayı da ihmal etmiyor: "Özetle Atatürk, demokrasiye iki talihsiz denemeyle geçmek istemiş, başaramayarak ertelemiş; 'demokrasinin bütün gerekleri sırası geldikçe uygulamaya konulmalıdır.' diyerek bunu gelecek kuşaklara, bizlere bırakmıştır."

Denemelerden Terakkiperver Fırka ve Serbest Fırka'nın kastedildiği anlaşılıyor. Ama acaba niçin 'talihsiz' sıfatı kullanılmış? Ve niçin başarısızlık?

Aslında bu iki parti deneyimi ayrı ayrı değerlendirilmeli. Terakkiperver Fırka sistemin yeni yeni kurumsallaşmaya başladığı bir sırada muhalif bir oluşum olarak boy vermiş ve kısa bir süre sonra Şeyh Said olayı gerekçe gösterilerek çıkarılan Takrir-i Sükûn kanununa dayanılarak kapatılmıştır. Serbest Fırka ise tamamen güdümlü bir deney. Buna rağmen halkın tek parti diktasına karşı bir alternatif olarak algılaması ve büyük teveccüh göstermesi iktidarı hazımsızlığa itmiş ve Atatürk'ün talimatıyla kendi kendisini feshetmek zorunda bırakılmıştır. Burada açıkça görüldüğü üzere başarılamayan şey, tek parti diktatörlüğünden taviz verilmesidir.

Sami Selçuk'un kaynak belirtmeksizin Atatürk'e atfettiği 'Demokrasinin bütün gerekleri sırası geldikçe uygulamaya konulmalıdır.' sözü de hiç bir nesnel tutarlılığı olmayan ve salt belagat içerikli bir olmaktan kurtulamıyor. Kafasında aşamalı bir demokratikleşme planına sahip olduğu tezlerini ileri sürenlerin aksine, Atatürk'ün hayatı, tam tersine bir gidişatın izleriyle dolu.

1926 yılında İtalyan Faşist Partisi'nin tüzük değişikliğine gitmesinden yaklaşık bir yıl sonra, 1927 Ekim'inde toplanan CHF 2. Büyük Kurultayı'nda alınan kararlar tek parti diktatörlüğünü formelleştirmeye doğru atılan adımları ortaya koymakta. Süreç 1935'te toplanan 4. Kurultay'da alınan kararlarla tamamlanmış ve Parti-Devlet özdeşliği kesinleştirilmiştir. 'CHF'nin Daimi ve Değişmez Genel Başkanı', 'Ebedi Şef' ve 'Cumhur reisi' olarak Atatürk'ün konumu ise mutlaktır. Süreç içinde mutlakiyet azalmamış, koyulaşmıştır. Koyulaşan mutlakiyetle hedeflenenin ise demokrasi değil, tek parti diktatörlüğü altında totaliter bir sistem ve toplum yapısı olduğu tartışma götürmez. Taha Parla Fırka'nın ve onun Şefi'nin ve Şef'in tasavvurundaki milletin konumunu şu şekilde betimlemektedir:

Monalitik bir millet, totaliter bir parti, bunların başı ve şahıslanması olan mutlak şef. Bu hem bir üçleme, hem bir özdeşlik. Bir siyasi 'teslis' ve bir dünyevi 'vahdet' teorisi ve ideolojisi. (Ve uygulaması.) Ve geçici değil, kalıcı...3

İstikamet Faşizm: Uygun Adım Marş Marş!

Gidişatın demokrasiye değil, diktatörlüğe doğru olduğunun bir diğer göstergesi de toplumsal hayatın değişik alanlarında yapılan halkı zapturapt altına almaya yönelik baskıcı, totaliter düzenlemelerdir. 1920'li yıllarda otorite, disiplin ve denetim İstiklal Mahkemeleri, Takriri Sükûn gibi nispeten sınırlı ve kaba araçlarla yapılmaktayken, 30'larla birlikte tek parti rejimi evrim geçirerek yeni yasal düzenlemeler gerçekleştirmeye ve otoritesini daha kurumsal araçlarla yaygınlaştırmaya yönelmiştir. Bu bağlamda örneğin, 1930 yılında çıkartılan Belediye Kanunu ile merkeziyetçi tutum takviye edilmiş; aynı yıl çıkartılan Matbuat Kanunu ile sansür mekanizması güçlendirilmiş; 1933'te Üniversite özerkliğine son verilirken; bir yıl sonra çıkartılan Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu ile polis rejimi kurumsallaştırılmış; 1936 yılında çıkartılan İş Kanunu'yla sendikalara sınırlamalar getirilmiş, grev yasaklanmıştır. Zincirin son halkası hükümete keyfi dernek kapatma yetkisi tanıyan 1938 tarihli Cemiyetler Kanunu'dur.4

Sami Selçuk'un sözlerinde de karşılaştığımız 'denemiş ama başaramamış' yaklaşımı; Atatürk'ün asıl olarak demokrasiyi hedeflediği, bunun zeminini hazırlamaya çalıştığı; ama 'takdir edileceği üzere' bunun bir çırpıda gerçekleştirilebilecek türden bir iş olmadığı şeklindeki resmi tarihçe de desteklenen yaygın kabulün bir uzantısı. Resmi tarih önce 'savaş dönemi, yeni bir devletin kuruluşu, sistemin oturtulma zorlukları, önce mecburen tek parti, ardından yavaş yavaş çok partili sisteme geçiş' şeklinde bir zor dönem tasavvuru kurgulamış; daha sonra da bu zorlu dönemin şartlarının elverdiği ölçüde bir siyasal evrim teorisi geliştirmiştir. Bu durum genelde resmi ideolojiyle mutabakat içindeki aydınlarca pek sorgulanmaksızın benimsenmekte. Bu varsayım aynı zamanda söz konusu çevrelerin sahip oldukları ilerlemeci tarih ve toplum anlayışı ile de paralellik arzetmekte.

Her şeyi Atatürk ve Cumhuriyet'in kurulması ile başlatan zihniyet tarihi gerçekleri atlıyor. Bu ülkede İkinci Meşrutiyet döneminden itibaren çok partili sistemin işlerlikte olduğu görmezden geliniyor. Aynı şekilde bu ülkede savaş döneminde dahi düzenli olarak seçimler yapılmış; ilk dönem Meclis'te ve basında ciddi ve serbest tartışmaların gerçekleştirilebilmiş; hatta yavaş yavaş kurumsallaştırılmaya başlanan diktatörlüğe karşı 20'li yılların ortalarına kadar nisbi bir muhalefet sergilenebilmiş; bu doğrultuda muhalif grup ve fırka oluşumlarına gidilebilmiş; yine 24 Anayasası'nın kabulünde görüldüğü gibi Meclis tüm iktidar yetkisini elinde toplamak isteyen Mustafa Kemal ve yandaşlarına karşı direnebilmiştir.

Sonraki dönemde ise giderek tek parti yönetiminin kalıcılaştırılmasına yönelik adımlar birbirini izlemiş; muhalif grup ve şahıslar siyasi -hatta kimisi tümden- hayattan tasfiye edilmiş; basın mutlak bir denetim altına alınmış; Meclis seçimleri düpedüz atamaya dönüşmüştür.  Alfabeden giyime, müzikten spora kadar toplumu ilgilendiren tüm alanlarda yeniden biçimlendirmeye gidilmiş. Polis, ordu ve mahkemeler gibi doğrudan baskı araçları haricinde, Diyanet İşleri Başkanlığı, Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu, Türk ocakları ve onun kapatılmasının ardından kurulan Halkevleri gibi kurumlar eliyle din, eğitim, tarih, kültür ve benzeri her alan denetime alınmış ve tepeden aşağıya yeni bir toplum inşa etme projesine girişilmiştir. Bu kelimenin tam anlamıyla 'totaliter' bir proje ve uygulama ve projenin mimarı da gerçek anlamda bir 'ideokrat'tır.5 Dolayısıyla yaygın kabulün aksine demokrasiye doğru değil, bilakis diktatörlüğe doğru bir evrilme söz konusudur.

Bütün diktatörlüklerin aynı tornadan çıkmaları gerekmez!

Sami Selçuk Atatürk'ün 'dönemin modasına karşın' totaliter olmadığını iddia etmekte. Getirdiği deliller ilginç: "Meclisi kapatma çağrılarını, padişahlık, ömür boyu cumhurbaşkanlığı önerilerini reddetmiş, ünlü sofrasında sabahlara dek tartışarak politikalar oluşturmuş bir önderdir, Atatürk. Faşizmi getirme önerisine 'zorbalık' diye karşı çıkmıştır." 

Meclisin varlığı Atatürk'ün dikta sistemi kurmadığının en yaygın kanıtı olarak hep söylenir. İlk Meclis'in emrivakiyle feshettirilmesinin ardından yenilenen her 'seçme' ile Meclis'in biraz daha şekli bir nitelik kazandığı ve giderek her şeyiyle 'törensel'6 bir boyuta indirgendiğinin bilinmesine rağmen; tek başına meclisin varlığını dikta sisteminin olmadığının kanıtı olarak ileri sürmek oldukça yüzeysel bir yaklaşım. Kaldı ki 'politikaların ünlü sofrada oluşturulduğu' da dile getirilmiş. Bu ifadeyle,  meclisin sadece bir onay ve meşrulaştırma fonksiyonunun aracı olmaktan ibaret kaldığı ikrar edilmiş olmuyor mu?

Meclisi kapatma çağrılarını; padişahlık ve ömür boyu cumhurbaşkanlığı önerilerini de Atatürk reddetmiş! Demek ki isteseydi bu önerilerin hepsini gerçekleştirebilirdi; çünkü her şey onun ağzından çıkacak söze bağlıydı. Allah aşkına, bu bir tevazu ya da âlicenaplık meselesi midir ki? Her şeyden evvel bir kişinin bunca muktedir olduğu ve böyle sınırsız bir güç ve otoriteyi elinde topladığı sistemin adını doğru koymak lazım!

Ama özellikle alıntıdaki son cümle çok çarpıcı: 'Faşizmi getirme önerisine karşı çıkmış'mış! Sözü uzatmaya lüzum yok: Bir kişi böyle bir teklife muhatap olabiliyorsa orada zaten faşizm var demektir! 

 Kemalist yönetim şekli ile dönemin diğer faşist, Nazi ya da komünist tek parti diktatörlükleri arasında niteliksel farkın ne olduğu sorusu resmi tarih tezini destekleyenlerce cevaplandırılması zor ve Atatürk'ün niyetleriyle ya da talihe bağlı olarak açıklanamayacak kadar da ciddi bir sorudur. Kemalist yönetim tarzının dönemin Batı diktatörlüklerine benzemediği; çünkü terörün olmadığı ve basına nisbi bir hürriyet verildiği de iddialar arasında.7 Muhalif kesimlerin ve şahısların tümüyle sindirildiği bir ortamda terörün olmaması, daha doğrusu teröre artık ihtiyaç kalmamış olması dikta sisteminin yokluğunun bir delili olamaz. Basın ise ilk dönemde ceza, korkutma ve tehdit gibi şiddet içeren, sonrasında ise Matbuat Umum Müdürlüğü gibi kurumsal araçlarla denetim altına alınmıştır. Aslında mevcut basın organlarının tümü zaten CHF ile organik ilişki içindedir. Oto sansür genelde devlet sansürüne ihtiyaç hissettirmemektedir.

Kemalist ideoloji ile diğer dikta sistemleri arasında söz konusu edilebilecek önemli bir farklılık batılı diktatörlüklerin yayılmacı bir siyaset izlemesine karşılık, Kemalist siyasetin içe çekilme eğilimi taşıması olabilir. Bu da Türkiye'nin her açıdan zayıf potansiyeli göz önüne alındığında gayet anlaşılabilir bir şeydir.

Kapsamlı bir meşrulaştırma formülü: 'O günün koşulları'!

Sami Selçuk'un genel siyasal toplumsal planda önerileri ile Atatürk dönemine ilişkin değerlendirmeleri arasında bariz çelişkiler görülüyor. Kendisi de bu çelişkinin farkında olmalı ki, durumu 'koşullar' ile açıklıyor. Konuşmanın 'Ve Türkiye' ara başlıklı bölümünde laiklik meselesine değinilirken şöyle bir açıklama dikkat çekiyor: "Kurtuluş Savaşında din sömürüsünden çok çeken Atatürk ve arkadaşlarının o dönemde dini denetim altında tutmaları anlaşılır ve gerçekçi bir tutumdur. Ancak çoğulcu demokraside bu tutum sürdürülemez."

Bir yandan dinin denetim altında tutulması eleştirilirken, konuşmanın bir başka yerinde ise 'dinin laikliğe elverişli olduğu' ve 'İslam'ın bu damarını işleyerek onu laiklikle bütünleştirme' şeklinde bir çağrı yapılmasının ve yine 'dinden yararlanma' formülü geliştirme çabası içine girmenin tutarsızlığı ayrıca tartışılabilir. Ama en azından genel tespit olarak devletin dine yönelik Kemalist tutumunun sürdürülemezliğinin ifade edilmesi bir olumluluk. Bununla birlikte 'o dönemin koşulları' kalıbının her şeyi açıklayan, her çarpıklığı meşrulaştıran bir açıklama biçimi olarak burada da devreye girdiği görülmekte.

Eğer 'o dönemin şartları' söylemi kabullenilecek olursa, 'bu dönemin şartları' söylemini reddetmenin gerekçesi ne olacak? Nitekim Sami Selçuk'u fazla özgürlükçü ve demokrat bularak eleştirenlerin neredeyse tamamı onu, teorik olarak söyledikleri yanlış olmamakla beraber, Türkiye'nin kendine özgü koşullarını görmezden gelmekle suçlamaktalar. Bu anlayış sahipleri ortada kurulu düzene karşı ciddi bir 'irtica' tehdidinin bulunduğunu; dolayısıyla özgürlüklerin kısılmasının 'şimdilik' bir mecburiyet olduğunu; ancak devlete yönelik tehdit ortadan kalktığında demokrasinin bütün gereklerinin yerine getirilebileceğini savunmaktalar.

Sami Selçuk bu tür 'şimdilik'çilere katılmıyor: "Demokrasiyi öğrenmenin ve yaşatmanın en iyi yolu, hiç ara vermeden uygulamaktır." diyor. Ama aynı yaklaşımını, ilginçtir, Atatürk dönemine teşmil etmiyor. O dönem demokrasiye 'hazırlık'  dönemi! Hani demokrasiyi yaşatmanın yolu hiç ara vermeden onu uygulamaktı? Hazırlık da nereden çıktı? Üstelik biliyoruz ki, Sami Selçuk'un kıyasıya eleştirdiği 'şimdilik'çilerin tümü de beyin kıvrımlarında dolaşan dikta özlemlerini, hep demokrasinin koşullarını önceleyen tedbirler şeklinde meşrulaştırma çabasında içinde olmuşlardır. Bu da açıkçası çok garipsenecek bir şey olmasa gerek: Atatürk'e caiz olan niçin Atatürkçülere haram olsun?

Burada Sami Selçuk'un içine düştüğü çelişki hem demokrat hem Kemalist olmaya çalışmanın kaçınılmaz sonucu. Kemalist mirası sahiplenmek, onunla hesaplaşmayı göze alamamak beraberinde tarihi olgulara seçmeci ve aşırı subjektif yargılar yükleyerek bakmayı getiriyor. Koşullar, zorunluluklar ve benzeri açıklama çabaları ise hep bu çarpık bakış açısının ürünleri olarak gündeme gelmekte. Sami Selçuk'un konuşmasından son bir alıntı ile bu çarpıklığa bir kere daha işaret etmek uygun olacak: "Zorunluluk, birey özgürlüklerini çiğnemenin özrüdür; zorbaların bahanesi, kölelerin inancıdır."

Dipnotlar:

1- Levent Köker, "Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi", (İstanbul: İletişim Yay., 3. baskı 1995) s. 133.

2- Taha Parla, "Türkiye'de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları, Cilt 1, Atatürk'ün Nutuk'u", (İstanbul: İletişim Yay.,   1994) s.17-18.

3- Taha Parla, "Türkiye'de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları, Cilt 2, Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri", (İstanbul, İletişim Yay., 2. baskı, 1997) s. 109.

4- Esat Öz "Türkiye'deTek Parti Yönetimi ve Siyasal Katılım (1923-1945)" (Ankara, Gündoğan Yay., Ocak 1992) s. 119-121. ; Oğuz Ünal, "Tek Parti Yönetiminden Çok Partili Rejime Geçiş Süreci", (İstanbul, Milliyet Yay., Kasım 1994.) s. 92-95.

5- Kürşat Bumin ideokrasiyi 'devletin oluşturmaya çalıştığı resmi bir ideolojinin daha çok zorla toplumun her alanında benimsetilmeye çalışıldığı, ya da daha iyi bir ifadeyle 'kafalara çakıldığı' bir rejimdir diyebiliriz' şeklinde tanımlamakta ki, Türkiye gerçeğine birebir örtüştüğünü söyleyebiliriz. Bkz." Okulumuz, Resmi İdeolojimiz ve Politikaya Övgü", (Ankara, Yol Yay., Mart 1998) s.67-68.

6- Esat Öz "Türkiye'de Tek Parti Yönetimi ve Siyasal Katılım (1923-1945)"  (Ankara, Gündoğan Yay., Ocak 1992) s.166.

7- Kemal H. Karpat  "Türk Demokrasi Tarihi"  (İstanbul, Afa Yay., 1996) s.126.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR