1. YAZARLAR

  2. Vahdettin Işık

  3. Resmi Kimliğin Sivilleşmesi

Resmi Kimliğin Sivilleşmesi

Temmuz 1997A+A-

Devletin bütün toplumu denetiminde tutma hakkını kendinde gördüğü her toplumda olduğu gibi yaşadığımız toplumda da modernizm için en kullanışlı yöntem, doğrudan politik toplumu ve onun kurumlarını ele geçirmektir. Madem ki, devlet topluma kimlik vazetme iktidarına sahiptir, yapılacak iş devlet aygıtını modern paradigmaya duyarlı bir hale getirme ve onun kurumlarını topluma kimlik taşıyan araçlara dönüştürmekten ibarettir. Resmi kimliği oluşturanların temel yaklaşımı tam da budur. Modernleşme çabalarının Osmanlı'da neden saraydan başladığını ve sonraki TC dönemlerinde otoriter bir tavırla topluma nasıl dayatıldığını, bahsedilen devleti algılama tarzı yeterince açıklamaktadır.

Bu algılayışın egemen olduğu bütün toplumlarda olduğu gibi "Türkiye toplumunda" da devleti ele geçirmekle toplumu ele geçirmek büyük ölçüde aynı anlama gelmektedir. Bu nedenle egemen güçlere karşı muhalefet eden çevrelerde de 'yeni bir kimlik' oluşturma mücadelesinin odağında ya devletin bu konumunun bilincinde olunduğu ya da bu durum doğal ve olması gereken olarak algılandığı için hep devleti ele geçirme var olmuştur. Öyle ki, değişimi sağlamak isteyenler de statükoyu korumak isteyenler de mücadele yöntemlerinin esas belirleyicisi olarak bu durumu içselleştirmişlerdir. Yani, her iki kesimde toplumsal alandan kalkarak politik alanı şekillendirmek yerine, politik toplumu/devleti ele geçirerek toplumu dönüştürmeyi daha uygun bir yöntem olarak görmekledirler.

Bu anlayışın en uygun örneklerinden birisi, belki en uygunu TC'nin tavrıdır.

TC'nin tavrı bir ölçüde Osmanlı sarayında başlayan 'batılılaşma' çabalarının bir uzantısıdır. Fakat 1923'ten itibaren devletin modernleştirici politikasında radikal bir değişme yaşandı. Daha önce, halk ile arasına hiyerarşik ve aşılmaz bir mesafe koyan devlete ek olarak TC devleti halk ile arasına 'yabancılaşma'yı da ekledi.

Osmanlı'da Batı karşısında düşülen acziyeti aşmak için geliştirilen 'Batılılaşma' politikası, 'galip olana benzeme kompleksi'nden beslenmekteydi. Oysa TC'nin tercihi 'Batıcı' bir kimlikten yanaydı. TC bu kimliği oldukça otoriter bir tarzda topluma sunmayı/dayatmayı politikasının eksenine aldı.

Başlangıçta 'yeni kimlik'i topluma emreden araç olarak devlet, asker ve sivil bürokrasi ile aydınlardan oluşmaktaydı. Daha sonraki süreçte aydınlar, emredici değil kimlik taşıyıcı bir konuma kayarken, besleme bir 'sermaye sınıfı' oluşturulmuş ve emredici konuma yükselmiş oldu.

Hali hazırda resmi kimliğin bir emredici araç olarak devleti elinde tutan güçleri var; bir de bu kimliği topluma ulaştıran taşıyıcıları var. Günümüzde emredici araç olarak devleti elinde tutan güçler; 'ordu', 'sivil bürokrasi' ve 'sermaye'den oluşmaktadır. Taşıyıcılar ise, özellikle 'aydınlar', 'üniversiteler' ve medya çevrelerinde odaklanmaktadırlar.

Şimdi gelelim resmi kimliğin nasıl toplumsallaştırıldığına ve yansımalarına.

Toplumu bir yandan dönüştürmek bir yandan da hegemonyası altına almak isteyen Kemalizm, halkın devlete karşı sahip olduğu tek şeyin yani dini devletten ayırırken aynı anda gündelik hayattan da ayırmaya çalıştı.

Doğaldır ki dinin bu alan ve anlam daralması toplumsal ve bireysel kimlikte ciddi bir boşluğa yol açacaktı. Bunun bilincinde olan kurucu güçler, dinin hayatın dışına İtilmesiyle boşalacak alanı doldurmak için 'milliyetçilik'! ikame etmeye yönelik zihinsel ve kurumsal çabalar ortaya koydular.

Öncelikle bu dönüşümün zihinsel altyapısı 'laiklik' ile sağlanmaya çalışıldı. Dinin nasıl algılanması gerektiğini devletin belirleyeceği, bir kurumsal mekanizma olarak Diyanet İşleri Başkanlığı oluşturuldu. D.İ.B. da doğrudan bürokrasiye bağlanarak dinin devlet tarafından denetimi kurumsal ve yasal bir çerçeveye oturtulmuş oldu.

Elbette kurucu güçlerin evde yaptıkları hesap çarşıya uymadı. Bu yeni ve tepeden dayatılan kimlik ile halkın tarihsel süreklilik içinde edinilen kimliği arasında çatışmalar oldu. Halkın kimliğini temsil eden kişi ve çevreler çok da örgütlü olmayan direnişlerle, egemenlerce sunulan kimliğe ve kurucularına tepkilerini gösterdiler. Esasen bu çatışma, çeşitli zeminlerde çeşitli biçimler alarak halen varlığını bir ölçüde sürdürmektedir. Yapılan askeri darbeleri ve müdahaleleri bu tarihsel arka plandan bağımsız ele almak yanıltıcı olur.

Halkın dışında konumlanan bir imtiyazlı kadro mezkur halk tepkisini hesaba katarak 'halkçı' ve 'cumhuriyetçi' söylemlerine rağmen hiçbir zaman yönetim erkini tam olarak halka devretmedi. Elaleme karşı yapılan göstermelik esnek tavırlar sonucu ortaya çıkan her gelişme de elit zümrelerin 'devrimci' tepkileriyle kontrol altına alındı. Fakat her zaman mızrak çuvala sığmadı Halka böylesine 'yabana' bir ideoloji, 'devletçi' zihniyetin ekseninde yer alınca ve devlet de bu ideolojik kimliğe 'yabancı' olan kesimleri sindirmede, bu profan (la dini) kimliği araç olarak kullanınca, egemenler ile toplum arasında varolan kopukluk müzminleşti. Esasen egemenler de bu durumdan çok fazla şikayetçi görünmüyorlar. Onlar 'meşruiyet krizi' yaşadıkları her dönemde iç ve dış düşmanlardın varlığı ve tehdidi ile halk nazarında yeniden meşruiyet sağlamayı hep becermekteler.

1960, 1971, 1980 darbeleri mızrağın çuvala sığmadığı 'denetleme' çabalarıdır. 28 Şubat 1997 MGK toplantısı ve devam eden süreçte ise artık mızrağı çuvala sığdırmaya bile gerek görülmüyor. TC tarihinin diğer dönelerinde görüleceği gibi bugün de geleneksel olan ya da İslami olan herhangi bir şeyin kamusal alanda vücud bulması egemen çevrelerde 'tehdit' olarak algılanmaktadır. Başörtüsü takan tesettürlü bayanların okullarda ve diğer alanlarda bulunmaları bile bu yüzden egemenler için ciddi bir sorundur.

Sistemin beslenme kaynağını bu 'tehdit psikozu' oluşturuyor. Halen gündemde olan MASK (Milli Askeri Starejik Konsept) ile resmi ağızlarca ifade edilen 'öncelikli düşman'ın 'iç'erden kaynaklanan 'irtica' olduğu; ikincisinin ise yine içerden kaynaklanan 'bölücülük' olduğu vurgusu sözü edilen meşruiyet kriziyle ilgili bir sunumdur.

MASK ile de açık olarak ortaya çıktığı gibi, devlet 'laiklik' ve 'milliyetçilik' ekseninde sınırladığı bir yaşam biçimini savunuculuğunu yaparak toplumsal bir taraf haline gelmiştir. Politikasının toplumsal bir taban bulmasını sağlamak için resmi kimliğin laik ya da milliyetçi karakteri ile uyum sorunu olan herkesle taraf olarak 'çatışma'dan bile kaçınmamıştır. Bilakis çatışmayı bir yöntem olarak benimsemiştir. Daha önce de belirtildiği gibi 'laiklik'i, dini kamusal alanının dışına itmenin getireceği boşluğu doldurmanın, daha açık bir ifade ile, devletin tercihleri doğrultusunda kamusal alanı şekillendirmenin aracı kılma ve bu dayatmaya karşı oluşan her tür girişimi de 'iç' ve 'dış' düşman ilan ederek 'milliyetçilik' anlayışı ile bertaraf etmeyi tasarlamanın çatışmadan başka bir sonuç doğurması beklenemez.

Her şeye rağmen, gelinen bugünkü noktada popülizmi kullanan devletin tarzı ters tepti. Zira, tek tip bir kültür oluşturmayı hedefleyen bu tavır, sadece bir kısım insanlarca benimsendi. Yani, 'Türk ve laik' olma temeline oturtulan resmi tez, toplumda varolan alt kültürden sadece birisi olabildi.

Yine de sonuçta bir vakıa orta yerde durmaktadır: Resmi kimlik, kendisine sahip çıkan sivil bir alan buldu yani, toplumsallaştı. Resmi kimliğin sahiplerini 'bir avuç elit', 'bir avuç azınlık' olarak tanımlamak artık eskiden olduğu kadar bir doğruluk taşımamaktadır. 'Türk ve laik' olma üzerine bina edilen resmi kimlik artık toplumda taban bulmuş kimliklerden bir kimliktir. Bu gerçekliği gözardı eden herkes yanılgısını ergeç anlayacaktır.

Uzun sözün kısası; resmi kimliğin 'kurucu güçleri olan 'asker ve sivil bürokrasi' kendi beslemesi olan bir 'sermaye' sınıfı oluşturmayı başardı. Ardından bu üçlünün desteğiyle 'aydınlar', 'üniversiteler' ve 'Medya' resmi kimliği topluma taşıdı. Ve artık uzun bir sürecin sonucunda oluşan yeni yaşam tarzına sahip çıkan toplumsal bir taban mevcuttur. Bu tabanın toplumsal alanda yaygınlaştırmak için resmi ideoloji yaygın bir semboller sistemini teşvik etmektedir. 'Çağdaş yaşam'ı destekleyen popüler ve etkili derneklerin kurulması, maçlardan önce İstiklal Marşı okunması ve Türkiye laiktir laik kalacak' türünden maçların anlam ve amacına uygun(!) sloganların trübinlerden yükselmesi, 'çağdaş Türkiye'yi temsil eden 'klasik Batı müziği orkestraları ile aynı zihinsel frekanstan yansıyan görüntülerdir. Yine, 'Ulu Önderin rozetleri her gün daha çok insan tarafından yakalara iliştirilmekte, arabaların arka camların 'atam izindeyiz' çıkarmaları ve türevleri bir kimlik dışavurumu olarak gittikçe yaygınlaşmaktadır. Tüm bu semboller dizgesi resmi kimliğin laik karakterini yansıtan göstergeler olarak toplumun bazı kesimlerinde içselleştiğini göstermektedir.

Öte yandan; araba plakalarına hatta kaportalarına Türk bayrağı yakıştırmak sıradan bir zevkin ürünü olan ritüeller gibi değerlendirilemez. İHL'leri kapatmayı kafasına koyan egemen çevrelere karşı tepkilerini ifade etmek için toplanmış yüz binlerce insan bile Sultanahmet Meydanı'nda Türk bayraklarıyla meydanı bir panayıra çeviriyorsa ve birileri bu durumu teşvik ediyorsa orta yerde 'milliyetçilik'in etki alanı ile ilgili ciddi bir değerlendirme yapılmasının zarureti vardır.

Spor müsabakalarından önce de, İHL'leri desteklemek için yapılan mitingden sonra da istiklal Marşı okunuyorsa, özellikle diğer uluslara karşı kazanılan sportif müsabakalardan sonra 'milli gurur' edebiyatı sürgit ivme kazanıyorsa 'milliyetçi' kimliğin toplumda geniş bir tabanı etkilediği kabul edilmelidir. Resmi kimliğe muhalif sayılan muhafazakar çevrelerin kullandıkları sloganlar bu açıdan ilginçtir: Yeni Şafak gazetesi kendisini sunarken 'Türkiye'nin Birikimi', Exper bilgisayarı 'Türkiye'nin Bilgisayar'ı, Dizayn Group ise 'Güçlü Türkiye' sloganlarını kullanıyorlarsa artık avunma zamanı çoktan geçmiş sayılmalıdır.

Orduyu hâlâ "peygamber ocağı", ölen her askeri hâlâ "şehid"; devlet sistem ayrımı yaparak hâlâ devletin kendilerinin olduğunu söyleyecek kadar "bulanık" bir kimliği içselleştiren kesimlerin bu tavırları da resmi kimliğin etkinlik düzeyini gösteren ilginç örneklerdendir. RP'li hükümete karşı, başta ordu sermaye ve bürokratik çevrelerin tepkileri düşünüldüğünde insan, Bakara sûresinin 120. ayeti hatırlamadan edemiyor: "Sen onların dinine uymadıkça onlar (yahudiler ve hristiyanlar) senden razı olmazlar". "Asıl doğru yol Allah'ın yoludur" de. Sana gelen ilimden sonra eğer onların keyiflerine uyarsan, andolsun ki, sana Allah'tan ne bir dost ne de bir yardımcı olmaz" Umuyoruz ki, duyarlılığını devam ettirenler de bu ayet bir hatırlatma olur.

Burada üzerinde durulması gereken, diğer bir konu ise resmi kimliğe sahip çıkan toplumsal kesimlerin ortak nitelikleridir.

Bilindiği gibi kurulduğundan beri İslam'ı toplumsal hayatın tamamen dışına iten bir resmi kimlik var ve devlet bu resmi kimliğin toplumsal kabul görmesini teşvik ediyor. Bu teşvik ise hem yasal hem siyasal hem de ekonomik avantajlarla taraftarlarına rant sağlıyor. Ülke zenginliklerinden yararlanan kesimler ile idari erki elinde bulunduran asker ve sivil bürokrasi, kendi statükolarını devam ettirmeye katkıda bulunan her kesime birinci sınıf bir hayat vaadetmektedir. Gerek verilen rantlarla köşeyi dönenler, gerekse de 'köşeyi dönenlerin oluşturduğu örnekli toplumsal bir iştiyak oluşturmakta bu yaşam standardı egemenlerin denetledikleri nimetlerden mahrum bırakılmış kesimlerin iştihanı kabartmaktadır. Bu 'özenli psikolojisi' medyanın da desteğiyle toplumsal kesimlere, bir gün bu nimetlerden kendisinin de yararlanabileceğine dair umut aşılamaktadır. Bu psikoloji kitlelerde 'dünyevileşme'yi besleyen bir vasat oluşturmaktadır, laik ve milliyetçi' resmi kimliği besleyen en önemli faktör işte bu 'dünyevileşme vasatı'dır.

Resmi kimliğe sahip çıkan kesimlerde esasen, bizatihi laikliği ve/veya milliyetçiliği değil, sahip oldukları ya da sahip olmayı umdukları yaşam tarzının devamını savunmaktadırlar. Bu kesimler için, laik' ve 'milliyetçi' karakterden oluşan resmi kimlik elde edilen imkanları ya da bu imkanlara ulaşabilme ümidini besleyen vasatı ifade etmektedir. Onlar için resmi kimliği savunmak, bu vasatı savunmakla eş anlama gelmektedir. Diğer bir ifadeyle, bu vasatı savunmak, kendisine sunulan rant mekanizmasını ya da rant umudunu savunmakla aynı anlama gelmektedir.

Olayın esas boyutu resmi kimlik ile resmi kimliğe sahip çıkanların varlık zemini arasındaki bu varoluşsal bağdır.

Elbette resmi kimliğin sivilleşmesi, daha açık bir ifadeyle, toplumsal bir taban bulması sadece bu 'çıkar bağı' ile açıklanamaz. Çünkü 'etnik' bir kimliği yani 'Kürt kimliği'ni ve bir bütün olarak resmi kimliğin 'öncelikli iç düşman'ı olan 'İslami kimlik'i benimseyen geniş halk katmanları ile bu resmi kimlik arasında hâlâ ciddi bir çatışma yaşanmaktadır.

Geniş halk yığınlarıyla sorunu olmasına karşın, resmi kimliğin hala egemenliğini sürdürmesi, aynı zamanda bu muhalif kesimlerin gerek zihinsel gerekse de yapısal olarak taşıdıkları zaaflardan da beslenmektedir.

Kur'anî bir kimliği/şahitliği üstlenme iddiası taşıyan bizlerin düşünsel ve yapısal açılımlar sağlama konusundaki zaafiyetimiz sürdükçe, statüko varlığını sürdürmeye devam edecektir. Şairin de dediği gibi

Çeşmelerden bardağın doldurmadan kor isen Kırk yıl orda dursa da kendi dalaşı değil.

 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR